Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 10. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’na gönderdiği mesaj
Allah, varlık ve eşya ile Kendi’nin tanınıp bilinmesini dilediği gibi, vahyin lisanıyla, tekvînî ve tenzîlî emirlerinin iç içe mütalâa edilmesini; gözlerden kalbe akan mânâların, kulaklar yolu ile gelip ruhları saran nefehatla desteklenmesini de murad buyurmuştur.
İstanbul İlim ve Kültür Vakfı'nın güzide temsilcileri, icra heyetinin değerli üyeleri, bu sempozyuma tebliğleriyle iştirak eden saygıdeğer ilim adamları ve aziz misafirler,
"Nübüvvet, Hakikat Arayışında Peygamber Işığı" başlığı altında tertip edilen Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumumun bu mühim toplantısında da aranızda bulunamamanın üzüntüsü içerisindeyim. Bediüzzaman Hazretlerinin Tevhid, Haşir ve Adalede birlikte üzerinde durduğu "Nübüvvet" konusunun işleneceği bu içtimaya vesile olan organize heyetine, tebliğ hazırlayan akademisyenlere ve iştirak eden herkese katkılarından dolayı tebrik ve teşekkürlerimi arz ederim. Bu vesileyle asrın beyin yapıcısı, büyük ruh mimarı, pîr-i mugân Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri'nin perspektifinden "Nübüvvet" e dair birkaç satırla fakirin bu örfâneye iştirakini inşaallah mazur görürsünüz.
Allah, varlık ve eşya ile Kendinin tanınıp bilinmesini dilediği gibi, vahyin lisanıyla, tekvînî ve tenzîlî emirlerinin iç içe mütalâa edilmesini; gözlerden kalbe akan mânâların, kulaklar yolu ile gelip ruhi an saran nefehatla desteklenmesini de murad buyurmuştur. Bunun yanı sıra zât, sıfat ve esması itibarıyla "min haysü hüve hüve" bir ulûhiyet anlayışının ortaya konmasını ve tabiî buna karşılık da kullarının sorumluluklarım, bu sorumlulukları nasıl yerine getireceklerini, yürüdükleri/yürüyecekleri yolun âdap ve erkânını, varacakları hedefin vaad ettiklerini talim etmek istemiştir. Evet, gayb-ı mutlakla alâkalı konuların dosdoğru bilinmesi vahyi gerektirdiği gibi, vahiy de zaruri olarak peygamberlik müessesesini iktiza etmektedir. Bu zarurete binaendir ki, Allah, hemen her devri ve bazı dönemler itibarıyla her kıt'ayı ayn bir peygamberin vücuduyla şereflendirmiş ve Hazreti Bediüzzaman'ın ifadesiyle: "Karıncayı emirsiz, arıyı ya'subsuz bırakmayan Kudret-i Ezeliye, beşeriyeti de hiçbir zaman nebîsiz bırakmamıştır."
Allah, bu kâinatları bilerek ve dileyerek yaratmıştır; yaratmış ve haricî vücud giydirerek var ettiği canlı-cansız, kesif-lâtif, arzî-semavî her varlık ve her nesneyi değişik hikmetlerle, maslahatlarla donatmış; belli gayelere bağlamış ve belli hedeflere yönlendirmiştir. Ayrıca, farklı bir tecelli dalga boyunda, Kendini, kendi olarak bildirme, bu mânâda varlığından herkesi haberdar etme, hususiyle de şuur sahibi varlıklara, niçin yaratıldıklarım, neye ve nereye namzet olduklarını, sorumluluklarının neden ibaret bulunduğunu duyurmak da bu gayelerdendir. Yine muhterem Üstadımızın ifadeleriyle "Nasıl güneş, ziyâ vermeksizin mümkün değildir. Öyle de ulûhiyet de peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir." Bu sebeple esrar-ı ulûhiyet ve nizam-ı ubudiyete tercüman olmak üzere özel donanımlı bazı kimseleri birer elçi olarak gönderip, bize yarattıklarının renk, desen, şive, ahenk, mânâ ve muhtevasıyla varlığım anlattığı gibi, bu seçkin kimselerle de tenezzülat perdesinden tenzîlî beyanıyla, beşerin idrak, his ve şuur seviyesine göre, aynı zamanda zâtı, sıfatları, esması arasında bulunan sağlam tenasübü de gözeterek ulûhiyet ve rubûbiyetin esrarını, hilkatin gayesini, fıtratın neticesini, insanoğlunun yeryüzündeki konumunu, varacağı son noktanın keyfiyetini ruhlarımıza duyurmak istemiştir.
Allah, bütün bu yüce hedefleri, peygamber dediği o müstesna kimselerle gerçekleştirmiş ve onları, varlık ve eşyanın dili, tercümanı, yorumcusu; ibadet, istikamet, ihlâs ve âhiret yurduna ulaştırmanın da yanıltmayan rehberleri kılmıştır. İşte bu üstün fıtratlar, kendi devirlerinde, kendi sorumluluk sahaları içinde sürekli gezip-dolaşmış, hakkı ilan etmiş, onun taleplerini herkese duyurarak mesuliyet alanları içindeki insanlara rehberlikte bulunmuşlardır.
Nebilerin hemen hepsi de -aralarında derece farklılığı mahfuz- birer temiz fıtrat timsali, yüksek ahlâk örneği, iffet ve namus âbidesi, emniyet kahramanı ve sadakat numunesidir. Bediüzzaman Hazretleri'nin beyanları çerçevesinde "Nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Dîn-i Hak, saadetin fihristesidir. İman bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zahir bir hak, faik bir kemâl görünüyor. Bilbedâhe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebilerin elindedir." Bunlar, üstün karakterleri, ciddî tavırları, hep güven vaad eden hâlleri, hiç şaşmayan istikametleri, değişmeyen doğrulukları, meleklerinkine denk vefaları, dağlar rasânetindeki metanetleri ve o derinlerden derin kulluk şuurlarıyla hemen her zaman müşârun bil-benân (parmakla gösterilen) olmuş örnek insanlardır.
Bediüzzaman Hazretleri'nin "Hem hiç mümkün olur mu ki, bu kâinatın sahibi, şu kâinatın tahavvülatındaki maksad ve gaye ne olacağını müş'ir tılsım-ı muğlâkını, hem mevcudatın, 'Nereden, Nereye, Necisin?' üç suâl-i müşkülün muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın!" ifadeleri nübüvvetin ve nebilerin bir başka misyonunu ortaya koymaktadır. Allah'ın, böyle iç donanımlı, masun ve mâsûm yüksek karakterleri insanlığa göndermesi, takılıp yollarda kalma, şaşkınlığa düşüp zayi olma durumunda bulunan bizlere, yaratılıp vücuda mazhar olma nimeti kadar, hatta ondan da önemli ayrı bir ikramdır; evet var olma bir ihsan, var olduktan sonra bütün kâinat ve hâdiselerin bir elçi vasıtasıyla izahı, yorumlanması, yorumlanıp uhrevî ve ilâhî derinliklerinin ortaya çıkarılması ise ayrı bir lütuf ve ikramdır. Kirlenmemiş, saf her insan tabiatı ve körelmemiş her vicdan, farklı seviyede de olsa, bu izah ve yorumlan değerlendirmek suretiyle ruhanîleri imrendirebilecek seviyeler üstü seviyeye ulaşabilir ve ulaşmıştır. Buna mukabil, kibir, zulüm, inhiraf ve körü körüne taklit kıskacında yaşayanlar ise, var olma lütfunu sezemedikleri gibi, ikinci ihsan ve ikram konusunda da -şart-ı âdi plânında iradelerine bağlı olarak- kendi körlük, sağırlık ve kalpsizliklerine takılıp kalmış ve "Ona bir melek indirilseydi de, O'nunla beraber o da inzarda bulunsaydı." (Furkan, 25/7) diyerek temerrüt göstermiş ve bütün bütün ufuklarını karartmışlardır.
Peygamberlerin asıl vazifeleri, insanların Allah'a ulaşmalarına engel ve ondan uzaklaşmalarına sebep sayılan kibir, zulüm, inhiraf, ataları taklit, nefis ve cismaniyetin tesirinde kalma, gibi fena huy ve fena hasletlerden onların arınmalarını temin; tevazu, haddini bilme, düşünce istikameti, hakka taraftarlık, kalbî ve ruhî hayata yönelme, gibi güzel huy ve güzel evsafa da uyarma; uyarıp onlara konumlarını ve mesuliyetlerini hatırlatma, Yaratanla münasebetlerinde saygılı, yaratılanlara karşı da şefkatli olmayı öğretme; ebed için yaratılmış bulunan ve ebediyetten başka da hiçbir şeyle tatmin olmayan insanların gönül gözlerini sonsuzun güzelliklerine çevirme; doğru-yanlış, yararlı-zararlı, güzel-çirkin, hak-bâtıl, bâki-fâni... gibi bütün insanları alâkadar eden hususları önyargısız hemen umum akılların anlayabileceği ve bozulmamış vicdanların kabullenebileceği biçimde anlatarak onların yanılmalarını önleme; hidayet ve dalâleti, Hak nezdindeki çerçeveleriyle vaz' u tesbitte bulunarak Hakk'a ermenin sonsuz güzelliklerini, sapıp gitmenin de korkunç çirkinliklerini ruhlara duyurma; heva ve hevesin belirlediği biçimde değil, Cenab-ı Hakkın istediği şekilde bir ulûhiyet ve rubûbiyet akidesini talim etme; her işi Hak rızasına bağlama ve o ufka ulaştıran yollan gösterme; ötede münkirlerin cezalandırılacaklarını ve mü'minlerin de naîm cennetleriyle mükâfatlandırılacaklarını bildirme., gibi icmalî hususlardan ibarettir.
İlk insan ve ilk nebiden itibaren her nübüvvet hareketi temel konularda müşterek bir yol takip etmiş: sürekli, tevhid, haşr u neşr, peygamberlik, kulluk ve adalet gibi esaslan nazara vermiştir. Peygamberlerden, onların vazife alanlarının dışında bir şey beklemek, peygamberliği bilememe ve peygamberlere karşı da apaçık bir saygısızlıktır. Nebilerden, onların vazife alanlarının dışında herhangi bir istek ve beklentisi olanlara karşı Kur'ân'ın cevabı gayet nettir: "De ki: Ben size Allah'ın hazineleri benim yanımda (da, ben de onlara mâlikim) demiyorum. Aslında ben gaybı da bilmem; (ayrıca) ben size melek olduğumu da söylemiyorum. Ben, bana vahyedilene uyuyor ve ona bağlı hareket ediyorum." (En'am, 6/50). Evet, nebîler sadece Allah'ın vahyine tabidirler ve bütün himmetleriyle onu en iyi şekilde seslendirmeye, yorumlamaya ve temsile çalışırlar. Bildikleri, söyledikleri, yaptıkları ve yapılmasını istedikleri hemen her şey, Cenab-ı Alîm u Hakîm'in özel bir üslupla onlara duyurduğu mesajların tebliğ ve temsilinden ibarettir. Farklı bir ifadeyle onlar, ilâhî mesajlar karşısında ve bir "menhelü'l-azbi'l-mevrûd" olan vahiy kaynağı başında âdeta birer tevzî, taksim ve tebliğ memuru mesabesindedirler. Vahyin muhkematına tevfikan yer yer bir kısım yorum ve içtihatlarda bulunsalar da, yine de her şeyi ilm-i muhitin plân ve çerçevesine göre ifadelendirmeye çalışır ve her hareketlerinde murad ve marziyat-ı ilâhiyeyi gözetirler.
Esasen, insan aklı, insan mantık ve muhakemesi -bunların hepsini tek bir şey kabul etmek de mümkündür- nübüvvet ve onun vaadettiklerini kabullenip, bu feyyaz kaynaktan tam yararlanabildiği müddetçe, bir yandan kendi alanının serhaddine ulaşma yoluna girerken, diğer yandan da başkalarını aldatan birer vasıta durumuna düşmekten kurtulmuş olur/olacaktır. Her şeyden evvel, böyle davranmada, bütün varlık ve eşyaya hükmeden sonsuz kudret ve muhit ilme teslim olma gibi bir husus söz konusudur.
Aslında aklı yaratan da Allah'tır, ona vahiy ile derinleşme yolunu gösteren de… Allah, akılla insanların gözünü açmış, vahiyle de aklın doğru görüp, doğru düşünmesini sağlayarak, ona daha geniş bir muhakeme alam hazırlamıştır; hazırlamış ve o kuşatıcı beyanıyla insanlar üzerinde bağlayıcı hüccetini ikame etmiştir. Tabir-i diğerle Allah, bütünü birden kucaklayan vahiy müessesesini, her zaman dağınık ve birbirinden kopuk bir durum arzeden akıl ve muhakemenin farklı yollarını birleştirecek ve bunların mukayese ürünlerini de test edebilecek bir laboratuar haline getirmiştir.
İşte, bütün bu mülâhazalara binaendir ki biz, her biri kendi çağında emin, tecrübeli ve yürüdüğü yollan bütün değişik hususiyetleriyle bilen Enbiyâ-yı İzam Efendilerimize (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vetteslîmât) uyulmadan, emniyetle yol alınamayacağı ve oldukça karmaşık görünen bu hayatın falsosuz yaşanamayacağı kanaatindeyiz. Keza, vahyin, insan aklım değişik hezeyanlardan koruyan bir iksir ve peygamberlerin de bu iksiri yerinde kullanan hazık birer hekim olduklarına inanıyoruz. Bu seçkin kimseler, insan aklını değişik sapma noktalarına karşı sıyânet eden; ona, yüksek, lâhutî ve fizikî hedeflerin üstünde fizik ötesi ufuklar açan aydınlık birer mürşîddirler. Bu mürşidlere el veren akıl, mantık ve muhakeme, aynı zamanda kendi serhadlerine ulaşmayı da garanti etmiş sayılırlar. Biz, nübüvvet ve vahye inananlar, aklı, mantığı ve bu melekelerin ürünlerini takdirle karşılamanın yanında, bunların asla vahyin boşluğunu dolduramayacaklarına ve onun sâdık ve kusursuz tebliğcilerinin yerini alamayacaklarına inancımız da tamdır.
Kur'ân, rüşdünü idrak etmiş insanlığa son mesaj ve son çağrıdır. En son gelen bu ilâhî risalet, bütün dinlerde aynı olan değişmez muhkem esasları hatırlatmanın yanında, inkişâf buudlu füruattaki emirleriyle de, bütün zaman ve mekânların ihtiyacını karşılama vaadiyle gelmiş ve dinî düşünceye son noktayı koymuştur. Bundan sonra artık insanlık, bu son mesajın ışığı altında yoluna devam edecek; gelişme ve değişme enerjisini bu yeni nizama bağlı kullanacak ve mutlak hakikate ulaşma cehdini de onun vesayeti altında gerçekleştirmeye çalışacaktır.
Artık bundan sonraki çağlar Kur'ân çağı ve bundan somaki devran da İnsanlığın İftihar Tablosu'nun devranıdır. Kulak verilecek mesaj O'nun mesajı ve önümüzdeki upuzun yollarda hep par par yanacak çerağ da O'nun çerağıdır. Evet, şimdi ferman her şeyi halis tevhide irca eden bu En Büyük Muvahhid'de...
Bu duygularla, Nübüvvet hakikatinin derinlemesine anlaşılmasına büyük katkı sağlayacağına inandığım Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumları'nın bu halkasının da başarılı geçmesini dilerken, bu programı düzenleyen İstanbul İlim ve Kültür Vakfı'na tebrik ve teşekkürlerimi arz ediyor, tebliğleriyle katkıda bulunan çok değerli ilim adamlarına ve bütün misafirlere en içten saygılarımı sunuyorum.
M. Fethullah Gülen
- tarihinde hazırlandı.