Yeni Bir Milenyumun Eşiğinde
Varlık içinde, Allah'ın bütün sıfat ve esmâsına ayna, bütün icraatına medâr olma şerefiyle mümtaz, dolayısıyla, yeryüzünü onun adına imar vazife ve mükellefiyetiyle serfiraz bulunan insan, eğer yaratılış ve Yaratıcı'ya bakan yanı itibariyle mutlak hayır, oluş keyfiyeti, bazı neticeleri ve insana bakan bazı yanlarıyla şerlerle sermeşk hadiselerdeki hikmeti göremezse, insanların çoğu zaman düştüğü ve yüzyılımızda en "görkemli" ifadesini Varoluşçular'da bulan ye's ve bedbinlikten kurtulamaz.
Her atan şafak, her doğan gün, her gelen bahar gibi, insanlığın tarihinde her bir asır ve her bir bin yıl, yeni bir başlangıç, yeni bir ümit demektir. Bu itibarla da insanlar, irademiz dışında devredip duran zamanın çarkları arasında, bilhassa bunalım anlarında hep şafak tazeliğinde bir nefes, hep yeni bir hayat soluğu aramış ve bir beşikten adım atma kolaylığında, karanlıktan ışığa çıkma ümit ve ümniyeleri içinde olmuşlardır. İlk atamızın, taşıdığı İlâhî san'at, ontolojik mânâ ve ifade ettiği değer açısından, uçsuz-bucaksız görünen göklerle bir tutulan ve Kur'an-ı Kerim'de göklerle birlikte anılan yeryüzüne ayak bastığı günden bu yana ne kadar zaman geçtiği, insan açısından, en azından şimdilik sadece bir tahminden öteye gitmemektedir; öyle görünüyor ki, gitmeyecektir de. Fakat, ölçü aldığımız takvim itibariyle Hz. İsa (as)'dan sonra üçüncü milenyumun kapısında bulunuyoruz. Gerçi zaman, fertlerin onu hissetmesi zâviyesinden olduğu gibi, içinde bulunulan Varlıkbuudu, kâinat okyanusunda yer alan mevkî ve konum itibariyle de helezonik bir izafiyet içinde dönüp durmaktadır. Bu sebeple, mânâ ve taşıdığı tarihî, içtimaî değer açısından bir halden diğer hale, bedeviyetten medeniyete, imandan hayata, ferdiyetten içtimaîliğe geçiş demek olan Hicret İslam'da takvim başı kabul edilmiş olmakla birlikte, günümüzde beynelmilel bir hüviyet kazanmış bulunan zaman ölçüsü noktasında dünya, yeni bir bin yılın eşiğinden adımını atmak üzeredir. Evet, bu noktada da bir izafiliğin söz konusu olduğunu vurgulamakta yarar var. İnsanlığın tarihinde, bir asra ölçü kabûl edilen 100 yıl gibi, ortalama insan ömrünü esas alan 60 yıl ölçekli asır telâkkisi de üzerinde durulacak bir husustur. Meseleye bu zâviyeden yaklaşıldığında, Hz. İsa (as)'dan sonra dördüncü milenyumun, Resûlullah Efendimiz (sas)'in hicretlerinden itibaren de üçüncü milenyumun çoktan içinde bulunuyoruz. Beri yanda, 100 yıllık asır ölçüsüne göre, Musevi takvimi açısından sekizinci milenyumu çoktan yarılamış durumdayız. Hindu tarih çizgisinde ise, "Kali Yuga" dönemini yaşıyoruz. Bilhassa Batı dünyasında, bu üçüncü bin yılların hâmil bulunduğuna inanılan ürkütücü hâdiselerin ruhlarda şimdiden meydana getirdiği ürperti açısından bu hususu özellikle zikretmek istedim.
Ruha Ümit Üflemek
İnsan, daima ümitle yaşar; o, ümidin çocuğudur. Ümitleri söndüğü anda, onun hayatı da, fizikî olarak devam bile etse, artık sönmüş demektir. Ümit ise, inanmakla mebsûten mütenâsib (doğru orantılı)dir. Nasıl bir yılın içinde kış mevsimi dörtte birlik bölümü teşkil ederse, aynen bunun gibi, fertlerin hayatında da, toplumların hayatında da kışa tekabül eden dönemler daima azdır. İlâhî icraatın çarkları öylesine muhteşem ve bir anda hem bütün varlığı, hem de ayrı ayrı her bir varlığı kuşatan Vâhidiyet ve Ehadiyet televvünlü hikmet üzerinde döner ki, nasıl her bir günde gece ile gündüzün deveranı insana sürekli ümit soluklatır ve rûhuna hayat üfler; her bir yıl, bahar sâfiyet, yaz olgunluğu ve buruksu sonbahar neşvesi içinde kışa merhaba dedirtir; öyle de, topyekün hayatın çarkları da, gerek fert planında, gerekse milletler ve bütün bir insanlık planında şafak, bahar ve yaz beklentileri, kışın karlarına tebessüm ettirir. Bu hikmet odaklı "eyyâmullah" deverânı, iman, basiret ve gerçek duyabilme hassasına sahip bulunanlar, bir başka ifadeyle, gönülleri hüşyâr, kalb gözleri açık ve kulakları perdesiz olanlar için, asla korku ve bedbinlik değil, sürekli bir tefekkür, tezekkür (hatırlayıp, düşünüp ders alma) ve şükür menfezidir. Nasıl gündüz gecenin bağrında gelişiyor, nasıl kış, bahara döl yatağı olma vazifesi görüyorsa, aynen bunun gibi, hayat da, bu deverân içinde tasaffi eder, olgunlaşır ve kendisinden beklenen meyveleri verir, bu deverân içinde insanın yaratılışında meknî isti'datlar birer kabiliyet haline gelir; bir gül gibi yaprak yaprak açılan ilimler, zaman tezgâhında teknoloji dokur ve zamanın ilerlemesine paralel, insanlık, kendisi için mukadder neticeye adım adım yaklaşır.
Genel mülâhazamızı, şahsî ve subjektif bir mülâhaza olmaktan öte, fert ve toplum hayatının, insanlık tarihinin bu objektif realitesini böylece ifade ettikten sonra, bununla ne kışlara, ne tarihin kışa veya insan hayatında acılara, hastalıklara, felâketlere tekabül eden vâkıa ve hâdiselerine yahşî çektiğimiz düşünülmemelidir. Evet, umûmiyetle neticede vücudun direncini artırmasına, bağışıklık sistemini güçlendirmesine ve hepsinden öte, tıp ilminin gelişmesinin motoru olmasına rağmen, hastalık hastalıktır ve vereceği ezâyı, cefâyı verir. Yine, ihmalleri, hataları görme; jeoloji, mimarî, mühendislik ve korunma sahalarında inkişaflara sebep olma; bunlardan daha öte, inanmış insanlar için, telef olan mallarını sadaka ve kendilerini şehâdet mertebesine çıkarmakla getirdiği müjde ve teselli boyutuyla birlikte, bizatihî iman ve ubûbiyet açısından, toplum çapında işlenen arzı ve semâyı titretecek günahlar, irtikap edilen zulümlerin ve hem din, hem -ister dinî, ister seküler- ahlâk, hem de, ister dinî, ister seküler hukuk açısından yasak ve sevimsiz birtakım davranışların neticesi olan arzî ve semavî felâketler de, yapacağı tahribi yapar, getireceği acıyı getirir. Aynı şekilde, "Allah, bazınızla bazınızı savmasaydı, Allah'a ibadet edilen mescitler, manastırlar, havralar yıkılır giderdi, (yani Allah tanınmaz; bu şekilde, kendi üstünde bir güç tanımayan ve yaptıklarından bir gün sorguya çekileceğine inanmayan insanlık tamamen yoldan çıkar ve yeryüzü bütünüyle yaşanmaz hale gelirdi)" yine, "Siz bir şeyi kötü görürsünüz de, o, sizin için iyidir, bir başka şeyi de iyi görürsünüz; fakat o hakkınızda kötüdür." İlâhî fermanınca, savaşın; ama belli kaideler üzerine oturan ve tamamiyle ıslah niyetine dayalı savaşların faydaları pek çok da olsa, yine de savaş istenmez, yine de yapacağını yapar; geride yıkılmış hânümânlar, sönmüş ocaklar, ağlayan yetimler ve dullar bırakır gider.
İman Kaynaklı Evrensel Değerler
Yapılması gereken, ne realitelere gözü kapamak, ne de onları kendi haline bırakmaktır. Varlıkiçinde, Allah'ın bütün sıfat ve esmâsına ayna, bütün icraatına medâr olma şerefiyle mümtaz, dolayısıyla, yeryüzünü onun adına imar vazife ve mükellefiyetiyle serfiraz bulunan insan, eğer yaratılış ve Yaratıcı'ya bakan yanı itibariyle mutlak hayır, oluş keyfiyeti, bazı neticeleri ve insana bakan bazı yanlarıyla şerlerle sermeşk hadiselerdeki hikmeti göremezse, insanların çoğu zaman düştüğü ve yüzyılımızda en "görkemli" ifadesini Varoluşçular'da bulan ye's ve bedbinlikten kurtulamaz.. onun için hayat mânâsız bir süreç; vAralık, anlamsız bir boşluk; saçmalık yegâne kriter, intihar bir değer; ölüm de tek ve kaçınılmaz gerçek halini alır. Bu bakımdan, tarihin motorunun çarklarının bir ucuyla insana bağlı bulunduğunun kabûl ve şuuru içinde, bir yandan beşerî ve hayata ait realiteleri görmek ve tam tespit etmek; diğer yandan, ilk günden beri değişmeden var olan, değişmeyecek de bulunan iman kaynaklı evrensel değerler manzûmesi temelinde ve ötelere, hayatın asıl kaynağı ve neticesine dayalı maksat ve idealler istikametinde bu realitelere yön vermek, hem insan olmanın gereğidir, hem de hayatı ümit, aşk, heyecan, vecd ve neşe yörüngeli sürdürebilmenin yegâne yoludur.
Üçüncü Milenyuma Giriş
Uzunca da olsa, bir giriş mâhiyetinde; fakat mevzûun temelini teşkil eden hususları böylece arz ettikten sonra, üçüncü milenyumla ilgili mülâhazalarımıza geçebiliriz. İnsanlık tarihî, insan mâhiyetini teşkil eden ve birbirini bütünleyen iki insanla başladı. Anne-baba sıfatlı bu iki insandan teşekkül eden ilk aile ve bu aileden dal budak salan aileler döneminde insanlar âsûde bir hayat yaşıyorlardı. Henüz, aynı çizgide, aynı dünya görüşüne sahip, aynı şartları paylaşan tek bir topluluk halindeydiler. O günden bu yana, insanın mâhiyeti değişmedi. Şekli ana insanî husûsiyetleri, temel ihtiyaçları; dünyaya gelip gelmeyeceği, gelecekse nerede, ne zaman gelip, dünyadan ne zaman, nerede ve ne şekilde ayrılacağı; anne-babasının seçimi, fiziğinin, fıtrî karakterinin tespiti gibi hayatını çerçeveleyen realiteler, hattâ kendisini kuşatan tabiî çevre değişmedi. Bütün bunlar, onun için aslî, hayatî birtakım değişmez gerçeklerin ve değerlerin varlığını gerekli kılmaktadır. İşte, hayatın gelişen ve değişen ikinci derecedeki realiteleri bu gerçekler ve değerler ekseninde şekillenmelidir ki, insan hayatı, semânın gölgesi dünyevî bir cennet içinde devam edebilsin.
Potansiyel İnsandan Kâmil İnsana
Yukarıda, zahiri itibariyle şer görünen birtakım unsurlardan bahsettik. Aynen bunun gibi, insanın yapısında da, yine ilk bakışta şer görünen birtakım husûsiyetler vardır; kin, kıskançlık, düşmanlık duyguları gibi, başkaları üzerinde hakimiyet kurma arzusu gibi, tama', hırs ve bencillik gibi... Bunun yanı sıra, ona dünya hayatını sürdürmesi için verilmiş bazı arzular, ihtiyaçlar da söz konusudur: Yeme-içme ihtiyaç ve arzusu, şehvet, öfke gibi. Gerek önceki kategorideki duygular, arzular, gerekse bu ikinci kategorideki arzu ve ihtiyaçlar, insanın değişmeyen aslî yanına hitap eden ebedî, evrensel ve değişmez değerler istikametinde eğitilip, yönlendirilmeye muhtaçtır. Bu takdirde, yeme-içme arzu ve ihtiyacı, şehvet ve öfke gibi duygu ve sıfatlar belli sınırlar içine alınarak, mutlak hayırlara vesile yapılabilir; aynı şekilde, kıskançlık, düşmanlık, rekabet, tama', hırs, bencillik, kin gibi duygular da, yine eğitilerek belli güzelliklere ve güzel sıfatlara menşe' kılınabilir. Kıskançlık ve rekabet, hayırlarda, hayırlı işlerde gıptaya ve yarışmaya; düşmanlık, insanın en büyük düşmanı olan nefse, şeytana ve bizzat düşmanlık hissine, ayrıca kin, nefret gibi duygulara karşı düşmanlığa; tam'a, hırs, hayırlı işlerde başarıya doymamaya; bencillik de, nefsin kötü yanlarını görüp, onları eğiterek, hayırlara yönelme ve "tezkiye-i nefs etmemekle tezkiyede bulunma"ya yönlendirilebilir. Görülüyor ki; bütün menfi duygular, eğitim yoluyla, kendileriyle mücadele edilerek pek çok hayrın kaynağı haline getirilebilir.. ve insan, bu eğitim ve mücadeleyle, potansiyel insan olmaktan gerçek ve kâmil insan olma yolunda mesafeler kat' ede ede, "ahsen-i takvim" sırrına ulaşır; varlığın, yaratılışın en güzel sembolü, modeli, bizatihî temsilcisi haline gelir.
Bu gerçeğe rağmen, insanlık hayatında realiteler her zaman bu çizgide cereyan etmemektedir. Çok defa, sözünü ettiğimiz menfî duygu ve sıfatlar galebe çalmakta, insanı hakimiyeti altına almakta, o kadar ki, mutlak hayırların menşei olan duygu ve sıfatlarla birlikte, insanı eğitimle güzelliklere yönlendirmenin temel kaideleri olan dinler bile, istismarla kötülüklere vasıta yapılabilmektedir. İşte, hem fert planında insan hayatı, hem de insanlık tarihî, fert fert her insanın kendi içinde yaşadığı mücadele ile, bu mücadelenin topluma ve coğrafyaya yansıdığı gelgitlerin toplamından ibarettir. Bu gelgitler, hem insanın şahsî dünyasını, hem cemiyeti, hem de tarihi çok zaman kavgalar, çatışmalar, savaşlar, zulümler arenası haline getirmekte, bunun cezasını da yine birinci derecede insanlar çekmektedir. İnsan, daima kendi yaptıklarının neticesini görür. İşte, ilk dönemde insanlık aynı çizgide ve "sevinçte, kederde" ortak tek bir topluluk halinde mutlu bir hayat sürerken kıskançlık, kendi payına düşene razı olmayıp, başkalarının hakkına ve sahasına el atma, dolayısıyla da zulüm işleme zincirlerinden oluşan ve Kur'an'da adına "bağy" denilen paslı bir halkayı iradesinin ayağına ve kendi boynuna geçirmiş, bunun neticesinde işlenen ilk cinayetle de insanlık, parçalama yoluna girmiştir. O gün bugündür, günler gibi, mevsimler, yıllar gibi devredip duran milenyumlara rağmen bu "çevrim" devam etmektedir.
Dünya Yeni Bahara Gebe
Öyle inanıyor ve ümit ediyorum ki, yeni milenyum, Batı'daki korkulduğunun aksine, en azından önceki asırlardan daha mutlu, daha adil ve daha merhametli bir dünya va'd etmektedir. Evet, aynı kökten geldikleri, aynı temel esaslara sahip bulundukları, aynı kaynaktan beslendikleri halde, asırlarca rakip dinler olarak yaşamış bulunan İslam, Hıristiyanlık ve Musevilik arasında başlayan, hatta eski Hind ve Çin dinlerini de içine alacak şekilde gelişen diyalog teşebbüslerinin olumlu neticeler verdiği müşahede olunmaktadır. İkinci milenyum, o dönemde, esasen bugün de olduğu gibi, arzın ve tarihin kalbi mesabesindeki bu bölgede Haçlı seferleri ve ardından Moğol kasırgalarıyla başladı. Bir yanda din adına, diğer yanda yağma adına girişilen bu seferler ve estirilen kasırgaların tahribine, hatta Batı dünyasında önemli mezhep çatışmalarına rağmen, yine de bu milenyum, Doğu'da ruh, mana ve evrensel, ebedi değerler temelli, Batı'da ise bilim temelli büyük medeniyetlerin doğup, zirveleşmesine sahne oldu. Çok önemli coğrafi keşifler ve bilimsel icatlar, yine bu milenyumda gerçekleşti. Fakat, esasen birbirini bütünlemesi gereken bu Doğu ve Batı kaynaklı medeniyetler arasındaki ayrışma, birinin gittikçe akıl ve bilimden, diğerinin ise ruh, mana ve ebedi, değişmez değerlerden uzaklaşması neticesinde, milenyumun son asırları, beşeri başarılara paralel gelişen beşeri tekebbür ve bencillik neticesinde ölçü tanımayan felaketlere, arz çapında müstemlekeciliğe, toplu katliamlara, on milyonların hayatına mal olan devrimlere, dünyayı kana, ateşe boğan savaşlara; ırk ayrımcılığına, çok büyük siyasi, iktisadi adaletsizliklere, nihayet, insan mahiyet, hürriyet, değer ve onurunu adeta inkara dayalı anlayış, felsefe ve rejimlerin inşa ettiği demir perdelere şahitlik etti. Bütün bu felaketlerin muhassalasını hisseden ve umumi gidişe bakarak, dünyayı daha büyük debide akacak kan, irin ve ateş seylaplarının kaplamasından korkan Batı insanı, Kitab-ı Mukaddes'teki birtakım ihbarlarda dayanarak, yeni milenyum hakkında oldukça karamsar ve endişeli görünmektedir.
İnsan Hakları Önem Kazanacak
Haberleşme ve seyahat vasıtalarının inanılmaz derecede geliştiği ve dolayısıyla dünyanın büyük, global bir köy haline geldiği günümüzde, herhangi bir ülkedeki köklü değişimlerin sadece o ülke ile sınırlı kalacağını ve yalnızca o ülkeyi ilgilendireceğini, yalnıza o ülke tarafından tayin ve tespit edileceğini beklemek, en azından, mevcut konjonktürü bilmemek demektir. Dönem, interaktif münasebetler dönemi olup, insanlar ve milletler gittikçe birbirlerine daha muhtaç ve daha bağımlı hale gelmekte, dolayısıyla bu da, karşılıklı münasebetlerin daha yakınlaşmasına sebep olmaktadır. Önceki asırların kaba müstemlekecilik dönemini aşmış bulunan bu münasebetler ağı, karşılıklı menfaatler, hiç olmazsa, zayıf tarafa da birtakım çıkarlar sağlama bazında cereyan etmektedir. Bunun yanı sıra, elektronik, bilhassa dijital elektronik teknoloji, fertlere bile mahremiyet dairesi bırakmadığından, bilgi edinme ve alış verişi gittikçe artmakta, fert daha çok ön plana çıkmakta, bu da, neticede baskıcı idarelerin yerini daha demokratik, ferdi haklara daha çok önem veren idarelerin alması kaçınılmaz görünmektedir. Zaten, her insan ferdi, başka Varlıknev'lerine göre bir nev' gibidir. Dolayısıyla, ferdin hukuku toplum hukukuna feda edilemeyeceği gibi, toplum hukuku ferdi haklar üzerine oturmak mecburiyetindedir. Dolayısıyla, semavi dinlerin, en son olarak da, bütün şümul ve detayıyla İslam'ın tam tespitini yaptığı ve Batı dünyasında cihan savaşlarından sonra sözü edilmeye başlayan temel ferdi haklar, modern ifadesiyle, temel insan hakları ve hürriyetleri, bu milenyumda vazgeçilmez bir konuma sahip olacaktır. Başta, tamamen Allah tarafından verilen ve ancak O'nun tarafından alınan hayat hakkı -bu hakkın İslam'daki önemini ifade için, "Haksız yere bir insanı öldürenin bütün insanları öldürmüş, bir hayatı kurtaranın da bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olacağı" şeklindeki Kur'ani hükmü zikretmek yeter- olmak üzere, din ve inanç hürriyeti, düşünce ve düşünceyi ifade hürriyeti; mal, mülk ve mesken edinme hürriyeti ve mesken dokunulmazlığı, evlenme ve çocuk sahibi olma hürriyeti, haberleşme ve seyahat hürriyeti, eğitim-öğretim hakkı ve hürriyeti gibi hak ve hürriyetlerin yanı sıra, İslam fıkhının üzerine oturduğu, modern hukuk sistemlerinin esas umdeler olarak kabul ettiği canı koruma, dini koruma, malı koruma, nesli koruma ve aklı koruma, bütün bunların üzerinde, ırk, renk, dil, inanç ayrılığına gitmeden, insan olma bakımından bütün insanların eşitliği prensibi, yeni milenyumda vazgeçilmez esaslar olarak alınmalıdır, alınacaktır.
Dünya Esas Mayasına Dönecek
Öyle inanıyor ve ümit ediyorum ki, yeni milenyum, Batı'daki korkulduğunun aksine, en azından önceki asırlardan daha mutlu, daha adil ve daha merhametli bir dünya va'd etmektedir. Evet, aynı kökten geldikleri, aynı temel esaslara sahip bulundukları, aynı kaynaktan beslendikleri halde, asırlarca rakip dinler olarak yaşamış bulunan İslam, Hıristiyanlık ve Musevilik arasında başlayan, hatta eski Hind ve Çin dinlerini de içine alacak şekilde gelişen diyalog teşebbüslerinin olumlu neticeler verdiği müşahede olunmaktadır. Yukarıda bir nebze temas edildiği gibi, global bir köy halini alan dünyamızda bu diyalog mecburi bir süreç olarak gelişecek ve sözü edilen büyük din mensupları, mutlaka birbirleriyle yakınlaşma ve yardımlaşma yollarını bulacaktır. Önceki asırlar, temelde insanı Allah'a götüren ışıktan merdivenler mecmuu olup, tarihi süreçte Kur'an, İncil, Tevrat şeklinde tecelli eden Kelam sıfatının İrade ve Kudret sahasındaki tecellilerinden ibaret bulunan tabiatı ve mikro planda da insanı inceledikleri için, dinle çatışması, çelişmesi mümkün olmayan bilimlerin pozitivist ve materyalist bir inkara yol açtığına acı acı şahit olmuş ve bundan, en fazla da Hıristiyanlık müteessir olmuştur. Bu sahada gerek Hıristiyan ilahiyatçı ve bilim adamları, gerekse Müslümanlar tarafından yapılan çalışmalar, bilhassa Nur Risaleleri'nin meseleyi fevkalade ele alıp, bir çözüme kavuşturmuş olması, öyle ümit ediyorum ki, bu kaç asırlık din-bilim kavgasına bir son verecek, en azından, bu kavganın lüzumsuzluğunu tescil edecektir. Bunun ve bu çerçevede gelişen, bu çerçeveye oturan eğitimin neticesinde kalbi dini ilimlerle ve maneviyatla doygun, kafası ilimlerle aydın, devrin içtimai, iktisadi ve siyasi çemberini çok iyi bilen, her türlü insani, ahlaki değerlerle bezeli, gerçekten münevver nesiller yetişecek ve ihtiyar dünyamız, ölümünden önce muhteşem bir bahar yaşayacaktır. Bu bahar, zengin-fakir uçurumlarının çok büyük ölçüde kapandığı; yeryüzü servetlerinin mümkün olan en adilane biçimde, tabiatıyla sa'y, sermaye ve ihtiyaçları birlikte gözeterek taksim edildiği; ırk, renk, dil ve dünya görüşü temelli her hangi bir ayırımcılığa prim verilmediği, temel insan hak ve hürriyetlerinin gözetilip, ferdin ön plana çıktığı ve neticede bütün kabiliyetlerini geliştirme yolunu bulup, insan-ı kamil olma çizgisinde aşk u şevk kanatlarıyla yolculular yaptığı; dinsizliğin büyük ölçüde tarihe karıştığı; her türlü ahlaksızlığın, beşerin ufkunda sıyrılıp giden karanlıklarla birlikte ufkumuzdan büyük ölçüde sıyrılıp gideceği.. bir bahar olacaktır. Bu baharda şahit olunacak ilmi ve teknolojik gelişmere nazara alındığında, bilim ve teknolojinin şu anda yakaladığı seviyenin sadece bir emekleme dönemi olduğu anlaşılacak, insanlık, yeryüzünde bir yerden bir yere gider gibi fezaya seyahatler tertip edecek ve Allah yolunun yolcuları, husumete vakitler olmayan muhabbet fedaileri, ruhlarının ilhamlarını başka dünyalara da taşıma imkanı bulacaklardır. Evet, sevgi, merhamet, diyalog, herkesi kendi konumunda kabul, karşılıklı saygı, hak ve adalet temelleri üzerinde yükselecek olan bu bahar, insanlığı gerçek özünü bulacağı bahardır. İyilik, güzellik, doğruluk ve fazilet, dünyanın esas mayasıdır. Ne olursa olsun, dünya, er geç kayıp bu çizgiye gelecektir ve bunu engellemeye kimsenin gücü yetmeyecektir.
Türkiye'ye Düşen Rol
Bu milenyumda ve sözünü ettiğimiz baharın hazırlanmasında en büyük rol, kanaatim odur ki, Türkiye'ye ve Türki dünyaya düşecektir. ABD Başkanı Sayın Clinton'ın bu konuda sarf ettiği sözler, hangi maksada yönelik olursa olsun, sezilen ve kendisini göstermeye başlayan bir hakikatın ifadesinden başka bir şey değildir. Bu bakımdan, Türkiye, Türk milleti, Türki dünya, tarihin bir defa daha omuzlarına yükleyeceği, yüklediği bu şerefli yükü taşıyabilecek düzenlemelere girişmek, kendisini ona göre dizayn etmek mevkiindedir. Bu milletlerin tarihi, Kader Eli'nin kendilerini yerleştirdiği jeo-stratejik mevki, milli karakterleri ve daha pek çok içtimai, siyasi ve psikolojik şartlar, bunu kaçınılmaz kılmaktadır. Yoksa, -esasen aksini bile düşünmek mümkün değildir- tarihin coşkun akan seli, Allah korusun, önüne bizi de katıp götürebilir. Fakat, şahsen milletimizin ve kardeş milletlerin böyle bir yükü omuzlama kabiliyetine ve buna hazır bile olduğuna içten inanıyor ve zahirdeki her türlü iç karartıcı manzaralara rağmen, ülkemizde çok iyi gelişmelerin yaşandığını sevinerek müşahede ediyorum. Ülkemizdeki her görüş ve düşünceden aydının, Abant toplantılarında ve benzeri toplantılarda; yukarıda bazılarına temas edip geçtiğimiz temel prensipler üzerinde birleşmesi, milletimizin hemen her sahada gösterdiği uyanış ve bütün bir ülke sathında bir şelaleye dönüşmeyi va'd eden akımlar, birtakım zorlamaların dışında, esasen her kesim ve konumdaki insanımızın hoşgörü ve diyaloğa açık olması, bütün bunların ötesinde milletimizin sahip bulunduğu, bir faziletler dantelası mahiyetindeki ulvi karakteri, bu ümidimizi besleyen ve artıran faktörlerdir.
Merhameti Sonsuzdan diler ve dileniriz ki, bizi ümit ve beklentilerimizle hüsrana uğratıp, bir defa daha ağlatmasın!
- tarihinde hazırlandı.