Kimlik Krizi Kavramı

Modernleşme bireyselliği getirdi. Bireysellik de, evrensel, ulusal ve üniter kimlikleri aşındırdı. Burada kimlik üzerine yazılan-çizilen yeni yorum ve mülahazaları ele alacak değiliz. Bizi ilgilendiren ve konumuzla doğrudan alakalı olan, cemaatleşme olgusunun ve yeni sosyal hareketlerin sürekli kimlik krizi bağlamında değerlendirilmesine genel bir bakıştır. Kimlik ve farklılık, öteki ve beriki, ulusal kimlik, kırsal ya da kent kimliği, dinî, siyasî veya etnik kimlik, sosyo-kültürel ya da sosyo-ekonomik kimlik vb. çağdaş yaklaşımlar tarafından irdelenen kimlik biçimleri, bize yeni açılımlar getirdiği gibi, yeni sorunlara da işaret etmektedir. Yeni kimlik tanımlamalarıyla çağdaş demokrasilerin başı epey derde gireceğe benziyor. Tüm bunlar çoğulculuğun farklı bileşenleri olarak çağdaş siyasî düşüncede yerini alacaktır.

Şurası bir gerçektir ki modernleşme, kişisel, sosyal ve siyasî kimliğimize ve benliğimize yönelik yeni tehdit alanları oluşturdu. Koşar adım küreselleşen dünya, yerleşik mahalli kimlikler ve kültürler üzerinde çatlaklar oluşturmaya devam ediyor. Yerel ve ulusal değerleri global kriterler doğrultusunda sorgulamaya tâbi tutuyor. Bundan mutlaka Huntington'un medeniyetler çatışması şeklinde örgütlediği ve uluslararası yeni sömürge ve güç denemelerine meşruiyet zemini hazrlayan ideolojik yorumuna herhangi bir gönderme yapıyor değilim. Onun yorumu, 11 Eylül terörünün küresel ölçekte nasıl seyir takib edeceğine ilişkin önceden yapılan bir kehanet (!) gibiydi. Yeni dünya düzenine ve yeni uluslararası politik kimlik belirlemelerine sosyokültürel ve siyasî ideolojik bir katkıydı. Uluslararası ilişkilere ve siyasete yönelik zahirde masum ve akademik bir tartışma gibi görünmeye çalıştı. Ama kısa zamanda yarattığı entelektüel tartışma ortamı, zihin jimnastiği çerçevesini çoktan aştı.

Yeni sosyal paradigmalar kimlik kavramını daima çatışma ve siyasî-sosyal krizle bağlantılı olarak ele almaktadır. Sanki her kriz, mutlaka toplumsal kimlik üzerinde tartışmalara ve yeni yol arayışlarına sebep oluyormuş gibi kimlik ile kriz ortamları arasında böyle nedensel ve determinist bir ilişki kurulur. Bir dereceye kadar sosyal kriz ortamlarının kimliklerin oluşumunda yan etkisi olduğu sosyolojik olarak doğrulanabilir. Zira siyasî, sosyal ve ekonomik krizlerin uzun sürmesi toplumsal bütünü ve bilinci zayıflatır. Bireylerde mevcut bütüne karşı olan güveni ve bağlılık duygusunu da aşındırabilir. Kriz ortamları toplumda normsuzluğun, güçsüzlüğün ve güvensizliğin yolunu açarak toplumu kısmen kendi değerlerine karşı yabancılaştırır. Durkeim'in "kuralsızlık" dediği kırılgan bir sosyal yapı ortaya çıkar. Kuralsızlık, her türlü değer aşınımını getirebilir. Eğer bu ortam tüm toplumsal ve kültürel alanları etkileyecek kadar genişlerse o zaman kimlik ve şahsiyet krizi dediğimiz olay gerçekleşir. Evet kimlik krizi bir ruh ve şahsiyet krizidir. Topluma ve kendine yabancılaşma sürecidir. Kimlik krizleri ve yabancılaşmanın getirdiği en yakın sonuç ise, yönetici elitlerin ve kurumlarının meşruiyetlerindeki hızlı düşüştür. Bu meşruiyet krizi mevcut liderlerin siyasî, ekonomik ve sosyal alanlardaki başarısızlıklarıyla güçlenir.

İşte kimlik krizlerinin, sosyal krizlerle irtibatlandırılmasının sosyolojik temeli budur. Bu temeli cemaatleşme ve sosyal hareketlere uyarladığımızda düz bir mantıkla şöyle bir sonuç çıkmaktadır; Bu nevi kümelenmeler ekonomik, siyasî ve sosyo-kültürel darboğazlarda ortaya çıkarak, mevcut toplumsal ve siyasî kimliğe alternatif bir kimlik oluştururlar. Bireylerini ve müntesiplerini toplumsal bütünden tecrid ederek onlara bir karşı ideoloji yükler. Bu karşı ideoloji giderek kitlesel tabanda hızla yayılarak, neticede siyasal bir muhalefet biçimine dönüşür ya da mevcut marjinal siyasal örgütler tarafından manipüle edilir. İşte bu olgu, resmî devlet söylemine ve ideolojisine olan toplumsal güveni sarsarak bireyleri marjinal ve radikal arayışlara iter ve onları rejim karşıtı bir tehdit haline dönüştürür.

Kısaca kimlik krizi analizlerinin ideolojik yorumu böyle. Baskıcı ve anti demokratik siyasî düzenlerin ve devletlerin cemaatleşmeyi ve her nevi sosyal-sivil hareketi kendine yönelmiş bir tehdit olarak algılamalarının sebebi de budur. Gerçi hemen her radikal, marjinal ve köktenci hareketin böyle bir alternatif kimlik ve ideoloji oluşturma gayreti vardır. Bu hareketler derin psikolojik ıstırab hislerine, yüksek beklentilere ve kitlesel çekim gücüne sahiptir. Bunlar, böylesi hareketlerin karizmatik kişilerin önderliğinde her türlü terörün ve şiddetin elverişli şartlarını hazırlayabilirler. Bu yüzden şiddetin siyasal ve toplumsal temellerinin genişlemesine karşı her zaman hazırlıklı ve donanımlı olmamız gerekir. Ancak bu tedbirler ve şiddet fobisi hiçbir zaman siyasal ve militer bir paranoyaya da dönüşmemelidir. Paranoyak yaklaşımlar, toplumun bütün yaratıcılığını çürütür. Bunu göz ardı etmemeliyiz.

Cemaatleşmenin ve yeni sivil-sosyal hareketliliğin dayandığı temeller ise, köktenci ve marjinal hareketlerin sosyolojik temelinden bütünüyle farklıdır. Bir kere bunların ürettiği kimlik, toplumsal bütüne alternatif bir kimlik değildir. Tam aksine o bütüne yeni açılımlar ve genişleme imkânı bahşeden yaratıcı değerler aşılar. Ondan herhangi bir biçimde sosyal-manevî bir kopuşu asla talep etmez. Üretici sivil potansiyelleriyle ona yeni katkılarda bulunmak ister. Bu sivil inisiyatifler aslında köktenci ve radikal hareketliliğe karşı sosyal bir şemsiye de sayılırlar. Bu bakımdan toplumun tüm sivil inisiyatifleri yok edilecek ya da yasaklanacak olursa, bu, yeraltı faaliyetlerini hızlandırmaktan öteye bir işe yaramayacaktır.

Burada Türkiye de kısmen dahil, Ortadoğu İslam dünyası ve üçüncü dünya ülkelerinde marjinal hareketliliğe yol açan temel saiklerinden birisi üzerinde kısaca duralım: Genelde bu tür ülkelerde siyasal sistemler, başlangıcından bu yana elit kesimler tarafından temsil ve tesis edildi. Siyasî sistemlerin ve elit sınıfların meşruiyetleri ise daima liderlerin performansına bağlı olarak güçlenmiş ya da zayıflamıştır. Zayıf bir meşruiyet temelinden işe başlayan çağdaş İslam ülkeleri ulus devletleri ve liderleri, sağlam bir kamu düzeninin temel taşlarını oluşturacak etkin siyasetler üretmek için gerekli temel siyasî ve demokratik sermayeden daima yoksun olmuşlardır. Şartların uygun olduğu Türkiye gibi yerlerde bile siyasal mekanizma sunî, süreksiz ve kırılgan bir demokratik süreç takip etti. Bu da geniş çaplı bir siyasal yozlaşmayı ve krizleri doğurdu. Elit sınıfların gelişmede ve toplumsal icraattaki başarısızlıkları, zaten zayıf olan meşruiyetlerinin sarsılmasına ve sonuçta kontrolü ve siyasal mekanizmayı sürdürmek için güç kullanımlarının artmasına yol açtı. Hatta bazen bu güç ve baskı araçlarının kullanımı, halkın günlük yaşamını dahi doğrudan ve derinden etkiler oldu. İslam ülkelerinde güç ve baskı araçlarına sık sık müracaat edilmesi, kitleler üzerinde sosyo-psişik bilincin yaralanmasına ve bu da giderek siyasal meşruiyet tartışmalarına zemin hazırladı. Kimlik krizi ile ilgili tartşmalara biraz da bu vecheden bakmakta yarar var.

İslam dünyası siyasî elitleri, yönetim biçimlerindeki sosyoekonomik başarısızlıklarını, aşırı siyasî ve güç tedbirleriyle örtmeyi itiyad edinmişlerdir. Ortadoğudaki monarşik yapıların dinî ya da çağdaş demokratik herhangi bir temeli bulunabilir mi? Türkiye bu açılardan bölgede istikrar ve gelecek vadeden tek ülke gibi duruyor. Özellikle son birkaç yıldır katedilen mesafe bu alanda ümit verici bir geleceğe de işaret ediyor. Ama sivil inisiyatif geliştirme açısından yakın tarihimizin demokratik tecrübeleri oldukça kırılgan bir resim ortaya koydu. Neredeyse İslamî her gelişme, yersiz ideolojik kaygılarla, rejimin meşruiyetine yönelmiş bir kimlik yapılanması şeklinde algılandı. Ve kimlik krizi tartışmaları, istenmese de zaman zaman sıkı baskı ve güç tedbirlerini gündeme getirdi. Türkiye, dinî temelleri referans alan radikal ve marjinal İslamcı gruplara tanık olmadı değil. Siyasî ve toplumsal ahlâkın çökmesi ve yozlaşması her yerde olduğu gibi burada da bu tür hareketlerin ana katalizatörü oldu. Ama bu tür temayüller hiçbir zaman siyasal bir varlık ve geniş kitlesel bir taban kazanamadı. Tutumları İslamî tepkisel karakterde tezahür etti belki. Ancak müntesipleri ve militanlarına süreklilik arz edecek bir kimlik de aşılayamadılar. Bu nevi hareketler dirilişçi ve mehdici köklere sahip. Militanları sosyal bir kimlikten ziyade, karizmaya körü körüne bağlılık gösteren bir dalga hareketine sahiptirler. Ülkenin çürümeye yüz tutmuş siyasî ve toplumsal ahlâkının yanında, Avrupa emperyalizmine yönelik de tepki gösterdikleri unutulmamalıdır. Bu açıdan İslamî tepkisel kimliklerini dahilden çok, dış emperyal yapıya çevirdikleri söylenebilir.

Kriz durumlarına tepkili olarak gelişen hareketler genellikle dirilişçi ve mesihiyan bir karakter taşırlar. Bu tür hareketlerin özelliği tekerrür edici oluşlarıdır. Farklı zamanlarda farklı kriz ortamlarında aynı köktenci ve kurtarıcı ideallere bağlı benzer hareketler ortaya çıkar. Her tepkinin karakteri, kendi özel krizi çevresinin zorunlukları ve dirilişçi liderin şahsiyeti tarafından belirlenmekle birlikte, hemen hepsinin "kimlik krizi" bağlamında ve ortak paydasında yapılandığı görülmektedir. İslamî köklere yapılan radikal çağrılarda da bu görülür. Ortadoğuda Batılı emperyalizmin sürdüğü savaş yıllarında ortaya çıkan hareketlere baktığımızda halkçı ve devrimci tarzda yapılanan hareketlerde bile İslamî köklere vurgular olduğunu görüyoruz. Buradaki vurgular devrimci eğilimler sergileyen etkili bir sosyo-manevî kimlik vermekteydi. İslamcı olarak ortaya çıkan hareketler de aynı kaygıları taşımalarının yanında, dar ve radikal bir yorumu, İslamî uyanış ve diriliş hareketinin temelleri olarak algılıyorlardı. Ama hepsindeki ortak doku, dönemin siyasî ve sosyo-kültürel kriz ortamından beslenmesi idi. Dahilde toplumsal ahlâkn çöküşü ve hariçteki emperyalist baskı ve kuşatmayı, kültürel benlikleri ve kimliklerine yönelik parçalayıcı bir etken olarak okuyorlardı.

Evet, kriz ortamlarının, kimlik krizi algılamalarına dönüşmesinin beşerî ve toplumsal kökenleri ve saiklerinin bunlar olduğu söylenebilir. Ama yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi bu kimlik krizleri ağırlıklı olarak harice, yani uluslararası bütüne karşı geliştirilmiş tepkisel bir karaktere sahipti. Dahildeki her oluşumu, aynı kaygılar ve idealler taşıyan unsurlar olarak görmek, doğru değildir. Ayrıca herhangi bir kriz ortamının katalizatör etkisi yapmadan da ortaya çıkan sosyal teşekküller vardır. Sivil inisiyatiflerin çoğu böyle neş'et eder. Varoluşsal kimliklerini, hiçbir kriz ortamına borçlu olmazlar. Bu durumda onları analiz ederken, kriz kimlik teorilerine müracaat edilemez. Yukarıdan ve dışarıdan onları "tanımlamak" yerine, bu tür hareketlerin kendilerini nasıl konumlandırdıkları, toplumsal idealleri ve iç dinamikleri ile öncelikle onları "tanımak" lazım. Aksi halde yanlışa düşmekten kurtulamayız.

a) İslamcılığın Yükselişi Açısından Kimlik Krizi

Siyasî bir bakış açısıyla bakılınca görünen şu ki, Osmanlı siyasî birliğinin çözülmesinin bir sonucu da —belki en önemli sonucu— Müslümanlar arasında bireysel ve toplumsal kimliğin kriz içine girmesiydi. Osmanlı ve kısmen Fars İslamî imparatorluklarının tedricî çöküşü, etnik-dil kimliklerine dayalı rakip milliyetçi ideolojilerin yükselişine yol açtı. Bu yeni biçimler şüphesiz, tarihsel ve geleneksel İslamî kimlikten ayrılıyordu. İslam, din, devlet ve şeriattan (hukuk düzeni) oluşan, hayatın tüm alanlarını kapsayıcı bir sistem ortaya çıkarıyordu. Dolayısıyla bu yeni kimliklerin, tüm bu alanları kuşatıcı ve ona denk bir kimlik çatısı kurması imkânsız değilse de, oldukça zordu.

Farklı bileşenleri ile İslamî kimliği oluşturan Osmanlı ve Fars İslâmî imparatorluklarının çekilip gitmesi ile bu bölgede bu bütüncül kimliğe alternatif üç milliyetçilik tipi ortaya çıktı; Türk, İran ve Arap milliyetçilikleri. Bu milliyetçilikler yeni kimlik oluşumlarını doğrudan İslamî değerlerden ve tarihsel gelenekten değil, İslam öncesi antik kökenlerden devşirdiler. Türk milliyetçiliği, Ziya Gökalp'ten aldığı ilhamla eski Anadolu Türk uygarlıkları olan Sümer, Hitit.. gibi antik uygarlıkları da içine alan bir pan-Türkizm'e ulaştı. İran'da daha geç olarak Şah Rıza döneminde yoğunlaşılan kimlik, İslam öncesi Âri-Pers unsurlara açık vurgu yapan bir pan-İranizm ortaya çıkardı. Arap tecrübesi ise mesela Mısır gibi yerlerde kadîm Firavun milliyetçiliğine kadar ulaştı. 1980'lere kadar tüm bu bölgelerdeki milliyetçi proje, bu antik kökler ile İslamî değerler arasında bir sentez arayışlarına dönüştü.

Bundan başka İslamî kimlik Arap dünyasında daha farklı tecrübelere de tanık oldu. I. Dünya savaşı öncesi ve sonrasında Arap milliyetçiği, İslamî, sosyalist, monarşik ve Batılı tesirler gösterdi. Suriye'de laik ve sosyalist Arap milliyetçiliği, Irak ve Ürdün'de monarşik biçim ve Suud'ta radikal Vahhabî ve Selefî kökenli kimlik öne çıktı. Bireysel ve toplumsal İslamî kimliğin böylesi bir kriz içine girmesi yer yer siyasal İslam ya da İslamcılık diye nitelenen ve daha ziyade eski İslamî global kimliğe vurgu yapan siyasî ve tepkisel hareketliliğe yol açtı. Buna İslam toplumlarının içinde bulunduğu sosyal karmaşa ve siyasal istikrarsızlık da eklenince hareketler, Batılı kriz teorileriyle kolayca analiz edilebilen siyasî ve İslamî niteliğe dönüştüler.

Her İslamî tepkinin karakteri, kendi kriz çevresinin zorunlulukları ve liderlerin şahsiyeti tarafından belirlenmekle beraber, genel bir siyasal İslam kimliği üretilmiştir. Ancak bu kimlik toplumsal açıdan sürekli muğlak bir karakter sergiledi. Batılı analizcilerin büyüttüğü ya da muhayyilelerini ürküttüğü düzeye hiçbir zaman ulaşamadı.

Gerek siyasal İslam ve gerekse tarihsel İslamcılık, kültürel İslam'ı referans alan popülist bir söylem geliştirdi. Birlik-beraberlik içinde bir "İslam toplumu" özlemini dile getirdi. Bu toplumsal muğlaklık ve özlem sayesinde farklı toplumsal sınıfları —kırsal ve kentli kitleler, öğrenciler, siyasal elit, farklı burjuvazi sınıfları vs.— birleştireceğini umdu. Büyük ölçüde küçük kent burjuvazisi, zengin orta sınıf ve kırsal alanlar ile kente göçmüş, ama henüz kent kültürüne entegre olamamış kitleler arasında yayılma imkânı buldu. Ancak kısa zamanda ideolojisinin ve toplumsal muğlaklığının ortaya çıkması ve bu farklı bileşenlerin çelişme, çatışma ve ayrışmaya başlamasıyla tekrar başladığı yere döndü.

İslamcılığın toplumsal ve kitlesel tabanını yani dayandığı kitleyi net ve sınıfsal olarak ortaya koymaya imkân yoktur aslında. Konjonktürel olarak yükselişi, onun daimi bir kitleye yaslanmadığını göstermektedir. Uzun vadeli olarak da toplumsal herhangi bir pratiğe eklenememiştir. Oysaki bir ideolojinin çekim gücü, biraz da toplumsal pratiklerle olan entegresiyle ölçülebilir. İslamcılık, Müslüman toplumların merkezî değerleri üzerinde daimî ya da uzun süreli etkiye sahip olamadı. Kamu söylemini denetim altına almada, Müslüman ülkelerin resmî aydını kadar başarılı olamadı hiçbir zaman. Ne kamu söylemi, ne de toplumsal örgütlenmesinde merkezî bir rol oynayamadı.

Diğer taraftan İslam ülkelerindeki muhafazakâr eğilim ile modernistler arasında yıllardır süregelen siyasî-sosyal diyalektiğin arka planında da bu krizin etkilerini görmek mümkündür. Siyasal İslamî çevrelerin itirazları sürekli, yönetici elitlerin ve kurumlarının İslamî ve toplumsal hassasiyetleri gözetmediği için meşruiyetten yoksunluğu ve otoritelerinin ahlâkî temelleri olmayışı etrafında yoğunlaşmıştır. Gerçekten de İslam ülkeleri neredeyse 1,5 asırdır yönetici elit ile geniş halk kitleleri arasında meşruiyet sorunlarıyla karşı karşıyadır. Yönetici elit daimi bir baskı yönetimi sergilemekte. Laikliğin ve sekülerizmin baskıcı uygulamaları, Batıcı statükoyu devam ettirmek adına hiçbir yeni sosyo-politik değişime ve doktrine imkân ve fırsat tanımamaktadır. Bu yönetim biçimi siyasî elitle, geniş halk kitleleri arasındaki uçurumu sürekli büyüterek, elit tabakalar ile halk arasında kültür ve ideal doku uyuşmazlıklarına neden olmaktadır.

Kimlik krizi durumlarına tepki olarak geliştiği iddia edilen bu nevi İslamcı hareketlerin, tekerrür edici özelliğinin biraz da bu açılardan işlenmesi zaruridir. Aksi halde, İslamî bilincin sürekli radikalizm ürettiği gibi, Batı'da oldukça yaygın olan sakat ve önyargılı bir bakışın esiri oluruz.

b) İslamî Bilincin Yükselmesinin Anlamı ve Siyasal İslam

Bu başlıktan, hemen başlığın iki ucunun birbirini iltizam ettiği anlamı çıkarılmasın. Çünkü bu hususta düşülen en temel hatalardan birisi de budur. Yine bu hata da Batı patentlidir. İslam'ın, Müslüman'ın tüm bireysel ve sosyo-kültürel hayatına yön verme kapasitesine bakarak, her İslamî kıpırdanışı, siyasal bir bilinçle okumaya alışmış Batılı paradigmaların bir üretimidir. Buna göre, her dönemde yükselen İslamî bilinç, İslam dünyasında sosyal hareketlere dönüşerek Müslüman toplumların ruhî, sosyal ve ekonomik cephelerde olduğu kadar, kendini ortaya koyuş biçimi olarak da siyasî bir yükselişini ve canlanışını ifade etmektedir. Çağdaş dünyada bu, İslamî toplum özelliklerinin yeniden oluşturulması anlamına gelmektedir.

Bir Batılı bakış açısı için bunlar belki normal addedilebilecek yaklaşımlardır. Hele bugün zihinleri, artan ekonomik problemlerle ve güvenlik sorunlarıyla bunalmış, uluslararası sömürgeciliğin daha kapsamlı meşruiyet temellerini oluşturabilmek için bir sürü anti-demokratik ve emperyal girişimlerde bulunmakta olan Batılılar için bu tür değerlendirmeler sıradan ve alışılmış şeylerdir. Ayrıca zaten Batılıların Hıristiyanlık temelleri, herhangi bir dinin bir insanın tüm hayatını bu derece kuşatacak vüs'atte genişlemesini algılayacak bir muhayyile sunmaz onlara. İslam'ın kuşatıcılığı ile Hıristiyanlığı mukayese edersek, Hıristiyanlık bir mü'minin tüm hayatında merkezî bir rol oynamaz. Batılı dinî muhayyile diğer dinlere de böyle yaklaşır. Oysa İslam, Hıristiyanlığın olmadığı ve olamayacağı kadar sıradan bir Müslüman'ın dahi sosyal ve kültürel hayatını etkilemekte, biçimlendirmekte ve ona yön vermektedir. Müslümanlar doğal olarak günde beş defa İslam'ın ruhî, manevî, akîdevî ve kulluk dinamikleriyle hem dem oluyorlar. Bu yönüyle İslam, diğer herhangi bir dinde olmadığı kadar, Müslümanların sosyo-kültürel ve ruhsal dünyalarına müdahil ve aktif bir dinamik sunuyor. Bu aktif dinî ilişkinin, sade bir Batılı tarafından normal algılanması zordur. Yaklaşım sorunu da zaten buradan çıkmaktadır. Haftada bir kez ziyaretle kilise duvarları içine özenle hapsedilmiş bir dinî kimliğin, Müslüman'ın tüm ruhî ve sosyal hayatını biçimlendiren geniş ve aktif dinî kimliğini anlamakta zorlanacağı âşikârdır. Zekat, sadaka, namaz, hac, oruç, adalet, eşitlik, dürüstlük, ahlâkî davranma vb. pek çok dinî dinamik Müslüman bir bireyi zarurî olarak İslamî kimlikle aktif bir ilişkiye sokuyor. Dolayısıyla Batılılar, İslam dininin bu bütüncül dinamiğini anlamadıkça siyasî ve sosyal paradigmaları da hedefinden sapmaya devam edecektir. Öyle görünüyor ki anlamaya pek yanaşmıyorlar. İslam'ın, Müslümanların tüm bireysel ve sosyo-kültürel hayatlarına yön verme kapasitesini bütün analizlerinde görmezden geliyorlar. Bir alan hariç; O da siyasal İslam paradigmalarında. Siyasal İslam konu olunca, İslam'ın bütün sosyal ve ibadetle ilgili dinamiklerinin aktivitesini teker teker irdeliyorlar. Özellikle İslam'ın, bazı dönemlerde Müslüman toplumlar arasında kısmen siyasal ama temelde sosyal ve kültürel bir aktivite olarak yükselmesi meselesinde. Batılı siyasal muhayyilede bunun anlamı doğrudan siyasal İslam'ın (İslamcılığın) yükselişi olarak tebellür etmektedir. Bu algının iki pratik faydası var onlara; ilki, epistemolojik olarak İslam'ın radikalizmi üreten bir din olduğu ve kriz teorileriyle kolayca analiz edilebileceği. İkincisi de siyasî ve ideolojik olarak. Yeni siyasal İslam'ın yükselmesi, Müslüman dünyadaki emperyal idealleri açısından bir tehdit oluşturmaktadır. Ama onlar bu tehdidi paranoyak biçimde büyüttüklerinden onu bölgeye yönelik her türlü baskı ve mahrumiyet politikalarına hukukî ve uluslararası bir meşruiyet temeli yapıyorlar. Bazen uluslararası tedbirler, şiddet ve paranoya içeren bir düzeye de çıkmaktadır.

Burada açık olarak tüm İslam dünyasını ve İslam'ın geleceğini kuşatmak isteyen siyasal bir mücadele verilmektedir. Bütün Müslümanları potansiyel bir terörist konumuna düşürecek bir algı yanılması sözkonusudur.

Bu kitapta değişik vesilelerle arz ettiğimiz gibi İslam dünyasında dinî nassları ve idealleri referans alan şiddet yanlısı oluşumlar vardır. Ama bunlar hiçbir zaman İslam'ın ve Müslümanların genelinin paylaştığı siyasal değerler üretememişlerdir. Bu yüzden kitlesel tabanları her zaman dar ve sınırlı olmuştur.

Ancak İslamî bilincin bireysel ya da sosyal olarak yükselmesi meselesi bu tür oluşumlardan tamamen farklıdır. Bir kere dönemsel olarak İslamî kimliğin ve heyecanın yükselmesi çoğunlukla herhangi bir toplumsal ve ekonomi-politik kriz ortamıyla paralel ortaya çıkmaz. Gerçek şu ki Müslümanlar, İslam'ın doğuşundan beri aralıksız İslamî heyecanlarını her düzeyde yaşıyor, toplumsal ve kültürel hayatlarını bu hassasiyetle yoğuruyorlar. Bu heyecanın zaman zaman daha yüksek bir toplumsal bilinç göstermesi, İslam'ın onların gündemlerinin birinci maddesi olmaya devam ettiğini gösterir. Yoksa daha önce gündemlerinden düştüğü anlamına gelmez. Sosyolojik olarak İslamî bilinç, bireylere aktif bir dinî kimlik sunmaktadır. Bu aktif kimliğin doğrudan politik ideallere ve teröre gebe bir ideoloji içerdiğini söylemek önyargıdan ve su-i niyetten başka bir şeyle izah edilemez. Tüm bu açılardan bakınca Batılıların hâlâ İslam'ı bir din, bir akîde ve kültür olarak doğru anlamadığını görmekteyiz. Köktenciliğin herhangi bir siyasî ve dinî ideolojiye yaslanma ihtimali neyse, İslamî kültüre ve temellere yaslanabilme ihtimali de o kadardır. İslam dünyasındaki şiddet hareketlerinin sosyolojik temeli dinî ve İslamî olmaktan çok siyasî, ideolojik ve büyük ölçüde uluslararası emperyal güce karşı bir meydan okuyuş biçiminde tezahür etmektedir.

Burada sanıyorum bu tür hareketlere ısrarla İslamî asıllara dayalı bir temel bulma gayreti, Arap dünyasında yaygın olan bazı selefî hareketlerin, katı İslamî tutumlarından da kaynaklanmaktadır. Bu tür katı hareketler genellikle kendilerine selef olarak İbn Teymiyye ve İbn Hanbel'i alıyorlar. İmam İbn Hanbel'in İslamî köklere çağrısının pratik temeli, Abbasi toplumundaki siyasal ve toplumsal ahlâkın çöküşüydü. Daha sonra gelen dış tehditlerle yüzleşen bazı kimseler, İbn Hanbel hazretlerinin bu sâde çağrısını daha katı yaklaşımlara dönüştürdü. Abbasilerin Moğollar tarafından yıkılışı ve Hülagu'nun neden olduğu geniş tahripler, ani girişinin ardından gelen kavgalarla birleşerek siyasî bir boşluk ve geniş ruhî krizler doğurdu. Bu çok yönlü kriz, İbn Teymiyye (1269-1328) ve çevresinin desteğinde daha açık ve bir ekol halinde yapılanan tepkiyi ortaya çıkardı.

Bu siyasî ve kültürel ortam, bazı zihinlerde I. Dünya öncesi ve sonrasında İslam dünyasını kuşatan siyasî ve sosyo-kültürel krizle özdeşleştirildi. Diğer taraftan Muhammed b Abdulvehhab önderliğinde katı bedevî anlayış, İslam'ın ilk asırlarına yaptığı sosyo-kültürel çağrı ile İbn Hanbel'in dahilî, İbn Teymiyye'nin de haricî krize tepki olarak ortaya koyduğu tavrı birleştirdi. Onun çağrısı daha sonra siyasî bir vücuda ve devlete dönüştü. Diğer taraftan Suud selefîliğinden farklılaşan ve doğrudan şiddete yönelen küçük gruplar da aynı tarihsel kökenlere yaslanmaktadır. Suud selefîliği daha ziyade toplumsal açıdan katı bir dinî biçim sergiler. Şiddet ve terör içeren herhangi bir harekete meşruiyet ve vücut vermez. Selefîlik bağlamındaki benzerlik, yalnızca İbn Teymiyye ve İbn Hanbel hazretlerinde belirginleştirilen dinî sadeliğe, dinî şekilciliğe çağrıda somutlaşr. İslam toplumlarında görülen şiddet yanlısı selefîlerin hemen hepsinin ortak vurgusu aynıdır; mevcut İslamî yaşama biçimlerinin günahkâr bir topluma vücut verdiği, siyasal rejimlerin de İslamî asıllardan bütünüyle uzaklaştığı şeklindeki ortak tavır.

Fakat bu anlamda bir Selefilik yani siyasî şiddeti benimseyen bir Selefilik, İslam toplumlarında fazla bir kitlesel taban bulamamıştır. Üyelerini şuradan-buradan mâcerâperest insanlardan devşiren ve değişik amaçlar etrafında kurulmuş uluslararası örgütlerle dirsek teması bulunan karizmatik örgüt liderlerinden toplamaktadır. Şimdi böylesine konjonktürel bir oluşumu ve çağrıyı, geniş İslamî kitlelerin yükselen bilinç hareketliliğiyle özdeşleştirmek ne kadar doğrudur? Müslümanlar her zaman dinî varoluşlarının heyecanını duymak isterler. Bu bazen dendiği gibi daha yüksek düzeyde olur, bazen de yalnızca bireysel yaşamın kuytularında kalır. Ama İslamî asılların karakteri, Müslüman bilincini sürekli dinamik tutmayı salıklar. Bunu unutmamalıyız. Bu bilincin yüksek tutulması, mutlaka siyasî ve ideolojik bir terörü doğurduğu iddiası ise, yalnızca boş bir iddiadan ve önyargıdan başka bir şey değildir. Bu yüksek bilincin, tarihte insanî, ahlâkî, toplumsal ve değişik sanat dallarında meydana getirdiği muhteşem medeniyeti de ürettiği unutulmamalıdır.

İslamî bilincin yükselmesi ya da düşmesi genel bir durumdur. Tüm Müslümanların paylaştığı bir bilinç durumudur. Ne siyasal İslamcıların ne de herhangi bir grubun çıkarlarıyla özdeşleştirilebilir. Buradaki "çıkar" kavramını tamamen sosyolojik anlamında kullanıyorum. "Cemaatin ya da grubun idealleri, hassasiyetleri, gruba ait değer ve dinamikler" anlamında. Yoksa faydacı, hedonist ve makyevelist anlamda değil. İslamî bilinç, cemaat ve gruplar üstü ortak bir bilinçtir. Bu bilinci yalnızca tek bir toplumsal grubun ya da cemaatin nihaî çıkarlarının bir ifadesine indirgeyemeyiz. Dolayısıyla yükselen İslamî bilinci hemen siyasal bir mücadele veren grubun politik emelleriyle özdeşleştirmek doğru değildir.

İslamî bilincin yükselmesinden, sade bir dindarlık ve ibadetle yetinmeyen bir İslamî bilinci kastediyorsak bu doğrudur ve İslamî asılların ruhuna da uygundur. Bu bilinç aynı zamanda, zihinleri ve gündemleri mevcut sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel çöküşlerle altüst olmuş Müslüman kimliğine ve parçalanmış benliğine verilmiş bir cevabı da teşkil etmektedir. Bunun anlamı, mutlaka bu toplumsal ve kültürel krize karşı bir alternatif kimlik üretme değildir. Kriz ve çöküş öncesinde ve sonrasında var olan kimliği bilinçli ve anlamlı kılmadır. Siyasal kimlik üretmek, siyasî partilerin işidir. İslam dininin bireysel ve toplumsal amaçları bütünüyle siyasal bir bilinçlenme hareketine indirgenemez. Ayrıca en basit dünyevî idealleri bile, doğrudan ya da dolaylı, mutlaka bir şekilde ebedî hayat ve ahiret saadetiyle de bağlantılıdır. Kısır dünyevî ve salt siyasî beklentilerin bu sonsuza uzanan idealleri kuşatması düşünülemez. Bu açıdan İslamî bilincin yükselmesini salt dünyevî ve siyasî amaçlarla okumak, İslam'ın sonsuzluk idealini yıkmakla eş değerdir. Sade bir Müslüman'ın dahi bunu kabullenmesi mümkün olmaz.

Ancak Müslümanların bütün aktivitelerini, siyasî amaçlar ve beklentiler noktasından okumaya alışık olanların niyetlerinin de hadd-i zatında ne olduğu bilinmektedir. Doğrudan İslam düşmanlığı yaparak kitlesel bir tepkiye sebep olmamak için, İslamî her eylemi siyasî addederek bu düşmanlıklarını "siyasal İslam" tezleri üzerinden gizleyerek yapmaktadırlar. Nasıl olsa "siyasal İslam ve tarihsel İslamcılığın" geçmişi sabıkalıdır. Bu sabıkalı kavram, kolayca hınçlarını ve kinlerini gizleyebilecekleri uygun bir anlam dünyası sunmaktadır.

Gülen hareketi temelde bu uzun geçmişe sahip hasmâne ilişkiye vurulmuş bir darbe oldu. Bu harekete de siyasî amaçların taşıyıcı gözüyle bakmak istediler. Ancak bunu doğrulayacak herhangi bir kanıt da bulamadılar. Bulamayacaklardır, zira hareketin hem temel dinamikleri hem de tarihsel geçmişi hiçbir zaman salt siyasî ve dünyevî herhangi bir maksada yönelmedi.[1] Temel kurucu gücü yüksek bir İslamî bilinci gerektirmekle birlikte, asla siyasal bir hizbe vücut vermeyi salıklamaz. Bu yüzden dinî değerler ile insanî/toplumsal değerlerin ve ideallerin anlamlı bir bütün oluşturduğu örnek ve ideal bir harekettir. Bu iki değer grubunu —dinî/toplumsal— birleştirebilmiş özel bir tecrübedir. Özellikle eğitim alanında gösterdiği başarı, uzun yıllar derin kültür krizlerinin ve özel tecrübelerinin ürettiği temel insani ve toplumsal problemlere verilmiş bir cevaptır diye düşünüyorum.

Gülen hareketi kurduğu müesseseler ile herkesin ve her kesimin kendinden bir şey bulduğu bir nevi "seferberlik rûhu" üreten dinamik bir harekettir. Farklı kitleleri elektrikleyen yönü de burasıdır. Ciddi fedakârlığı gerektirmektedir. Sokakları ele geçiren ideolojik ve sloganik hareketler gibi değildir. Toplumsal etkisi sokaklardan değil, hamiyetperver insanların adanmışlık ruhu içinde hizmet etmelerinden gelmektedir. İdeolojik hareketler genelde sokağı ele geçirmeden toplumsal bir etki yapamazlar. Sokaklar da büyük ölçüde siyasî ve sosya-ekonomik elitler tarafından dışlanmış ve varoşlara savrulmuş kitlelerden oluşmakta ve bu yüzden de bilenmiş hisleri, intikamcı hırsları ile toplumsal bir muhalefet dalgası oluşturma peşindedirler. Genellikle sokaklar hayata küsmüş insanlar tarafından kuşatılır ve işgal edilir. Onlardan ise her şey beklenir. Sokağa bağımlı hareketler, müntesiplerini sözde inşa edilecek ideolojik bir devletin prototipi gibi sunarak, onları toplumun genel değerlerine karşı yabancılaştırmak için, sıkı ideolojik esaslarla örülmüş kapalı bir ortam içinde sosyalleştirirler.

Halbuki Gülen hareketinde yükselen İslamî bilinç, dengeli bir insan modeline yaslanır. Mahrumiyet için sokağa düşerek, kitlesel dalgalanmaya sebep olmaz. Millet adına ortaya koyduğu müesseseler ciddi bir "seferberlik ruhu"nun bir semeresidir. Seferberlik ruhu, gönül vermiş kitleyi sürekli aktif ve dinamik kılmakta, ve onları kendi gelecekleri üzerinde herhangi bir etkisi olmayan pasif ve kudretsiz bir kitle olmaktan kurtarmaktadır.

Geleneğin Modern Çağa Tanıklığı, Yeniakademi Yayınları

[1] Bkz.: M. F. Gülen, Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s. 40; Kendi Dünyamıza Doğru, s. 157; Işığın Göründüğü Ufuk, s. 193; Kur'andan İdrake Yansıyanlar, 2/307-313; Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1/72; Fasıldan Fasıla, 4/109-111; İsmail Ünal, Amerika'da Bir Ay, s. 16, 164.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.