Cemaatleşmenin Kimlik Krizi ve Tehdit Bağlamında Okunması
Klasik modern paradigmalar, çağdaş toplumda ortaya çıkan yeni sosyal ve sivil hareketleri, cemaatleşmeyi ve siyasal kimlik üreten muhalefet biçimlerini genellikle iki açıdan tehdit olarak algılar: İlki, bu tür hareketler, modern ulus devletin merkezî ve kuşatıcı varlığına karşı alternatif bir kimlik oluşturdukları gerekçesiyle. İkincisi de, daha geniş olarak küresel ölçekte, modernizmin ve çağdaş medeniyetin kendisine yönelmiş bir tehdit olduğu iddiasıyla.
Kimlik ve farklılık ya da modernite ile bütünleşememenin temelinde yapılandırılan kriz teorilerinin dayandığı zihinsel ve ideolojik alışkanlığa az ileride değineceğiz. Burada hemen ifade edelim ki, bu tür hareketlerin siyasal ya da sosyo-kültürel açıdan bir kriz olarak değerlendirilmesi, erken dönem sosyal bilimlerin geneline hâkim bir temayül idi. Yeni çağdaş sosyal bilim metodolojisi ve sosyologlar bu tür oluşumları daha ziyade demokratik bir toplumda "çoğulculuk" temelinde okuma eğilimine sahipler. Batı demokrasileri zahirde belli bir çoğulculuğu ifade ediyor görünse de, gerçekte modernite her açıdan tek tipçiliği dayatmaya devam etmektedir. Sosyologlar yeni hareketler ve talepler üzerinden mevcut demokratik anlayışı genişletmeyi çabalıyorlar. Ancak konu İslam dünyasındaki siyasî, sosyal ve sivil oluşumlara ve varoluş biçimlerine geldiğinde bu kadar iyimser değiliz. "Çoğulculuk" anlayışı; İslam dünyasındaki hareketlere yönelik değerlendirmelerde gözle görülemeyecek derecede zayıflamakta ve yorum biçimleri açık bir şekilde klasik kriz teorilerine yaslanabilmektedir. İslam toplumlarındaki yönetici elitin de yaklaşımı budur zaten. Hareket ve oluşumlarla ilgili toplumsal, ekonomik, siyasal ve dinî problemlerin gerçek temellerine inmekten ziyade, yüzeysel ve oldukça da ideolojik sayılabilen tedbirlere yönelebilmektedir. Cemaatler ve hareketler sosyolojik bir olgu olarak bile henüz ele alınmamıştır İslam dünyasında. Mevcut yönetici ve entelektüel elit, aşırı hassas ve ideolojik kaygılarla hareket eden bir zihinsel alışkanlığa sahiptir. Bu yüzden sık sık demokratik değerleri askıya alan siyasal tedbirlerle karşılaşılabilmektedir.
Kriz teorileri, bugün herkes için âşikâr olduğu gibi modernite ideolojisinin bir okuma biçimiydi. Bu tür hareketleri modernizmin neden olduğu boşlukta var olmuş hareketler olarak değerlendirmekte idi. Dolayısıyla modernizmin nimetleri tüm insanlara ve toplumsal süreçlerin bütününe ulaştığında, sosyal, sivil ya da dinî, kültürel ya da etnik büyük devlet içinde merkezî kimliğe alternatif herhangi bir oluşum olmayacaktı. Hatta daha ileride göreceğimiz gibi, bu öngörülerde dinin kendisi dahi bu süreçte yok olup gidecekti. Sanayi devrimi, şehir ve kentleşme, rasyonalite ve iktisadî metropol gibi yeni toplumsal, iktisadî, siyasî ve kültürel örgütlenme alanları, modernitenin birer eritici kazanı idi adetâ. Bu kazan her türlü geleneksel yapıyı, kimlik ve örgütlenme biçimini modernite ve rasyonalite temelinde eriterek merkezî ulus devletini ve çağdaş seküler medeniyeti güçlendirecekti. Ama öyle olmadı. Aksine modernitenin merkezinde hem dinî ve sivil, hem de siyasî ve sosyo-kültürel pek çok yeni hareket ortaya çıktı.
Bu yeni hareketler, yeni talepler ve sosyol idealler üretti. Merkezî kimliği modernitenin dayattığı tek biçimde değil de, çoğulcu temelde genişlemeye mecbur etti. Bu yüzden cemaatleşmeyi ve özellikle İslamî toplumlardaki anlamını açıklkla tebarüz ettirmek için modernleşme, kentleşme ve kimlik krizi gibi kavramlara biraz daha yakından bakmakta fayda vardır. Bu, cemaatleşme hangi anlamlarda sosyolojik bir realite, hangi anlamlarda da İslamî toplumsal biçimin tabii bir tezahürü olduğu hususunu zihnimizde bir derece daha tebellür ettirmek açsından önemlidir.
Diğer taraftan, şehir ve kentleşme olgusunu işlerken, kaçınılmaz olarak siyasal İslam ve İslamcılık ideolojisi ile karşı karşıya kalırız. Zira dinin bu ideolojik formu, bu modern kentlerde var olmuş, yani kelimenin tam anlamıyla modern bir ideoloji olarak yine modern toplumda varlık sahnesine çıkmıştır. İslamî toplumsal bir realite olan cemaatleşme olgusunu, bu ideolojik dinî-siyasî hareketlerden ayırmak için de, bir nebze İslamcılığı ve onun tarihsel, maddî ve Selefçi kökenlerine değinme zarureti vadır. Hemen ifade edelim ki, İslamcılık kavramı da bize Batılı bakış açılarının bir armağanı (!) oldu. İslam dünyasında farklı biçimlerde var olmasına rağmen, genelde tek biçimde bir siyasal ideoloji olarak algılandı. Mesela bir Mısır ve Pakistan'da siyasal İslam ya da İslamcılığın tezahür ediş biçimiyle, Türkiye'de tanzimat sonrası intişar eden İslamcılık arasında açık bir farklılaşma sözkonusudur. Genel olarak dinin yorumu Türklerde nasıl Arap dünyasından, İran ve Asya'dan farklılaşıyorsa, Türk İslamcılığı da o nisbette farklılaşmaktadır. Ancak bu husus nedense Batılı ve çağdaş analizlerde genellikle göz ardı edilir. Elbette biz burada bunun ayrıntılarına giremeyiz. Ancak, cemaat ve cemaatleşme kavramının, uluslararası analizlerde bir sürü karmaşık, ideolojik ve siyasal yaklaşımlar içinde yitip giden anlamını ve sosyal varoluş biçimini açığa çıkarmak için, gerektiği ölçüde bu tür yan alanlara girip-çıkma durumunda kalacağız.
Diğer taraftan İslam dünyasındaki cemaat ve cemaatleşme olgusunun, siyasal İslamcılık anlamında Batı'da üretilen bir problematik çerçevesinde ele alınmaması gerektiğini savunuyoruz. Tek tek her cemaat için böyle analitik bir ayırım imkânı olmayabilir. Yer yer siyasal ideolojilere entegre olmuş cemaatler de olabilir. Ama yine de cemaatleşmenin dinî ve sosyal varlık temellerinin daha sivil anlamda varolduklarını düşünüyoruz. En azından M. F. Gülen hareketi için bu kesinlikle böyledir.
Geleneğin Modern Çağa Tanıklığı, Yeniakademi Yayınları
- tarihinde hazırlandı.