Cemaat ve Cemaatleşme Olgusunun İslamî Temelleri
Görüldüğü gibi batı düşüncesinde cemaat sosyolojisinin temeli, batılı toplumların tarihsel dönüşümleri içerisinde şekillenmiştir. Kır/kent, modern/modern öncesi, gelenek/yenilik, birey/devlet, birey/toplum, kimlik ve farklılık gibi alanlarda Batı'da yaşanan köklü değişimin ve mücadelelerin tabii bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Sınıfsal ya da konumsal (statü) çatışma, Batılı toplumları hem siyasî ve hukukî anlamda ayrıştırmış, hem de sosyo-kültürel olarak dönüştürmüş ve farklılaştırmıştır. Hak-hukuk ve hürriyetler mücadelesinin uzun bir tarihi vardır Batı'da.
İslam toplumlarında ise bu denli köklü bir dönüşüm hiçbir zaman yaşanmamıştır. Bazı düşünürler bunun en temel nedenini, İslamî toplumların sınıfsız bir karakterde oluşuna bağlarlar. İslam batıdaki anlamıyla her açıdan sınıflaşmaya mânî olmuştur. Batı'da toplumsal alanda sevgi, barış, uyum, yardımlaşma ve dayanışma temelinde geliştirilen ilişkiler, ancak modernite öncesi toplum yapılarında —ki bu yukarıda gördüğümüz gibi kırsal cemaat idi— ortaya çıkmış ilişkilerdi. Bunlar bir derece toplumun, ekonomik, siyasal ya da etnik ve kültürel sınıflaşmasına veya bu sınıflaşmanın çatışmaya dönüşmesine engel oluyordu. Ancak sanayi devrimi ve modernite ile gelen köklü yıkıma ve dönüşüme karşı koyabilecek hiçbir şey yoktu Batıda. Ne dinî temelleri, ne de geleneksel sosyo-kültürel temelleri, bu köklü yıkıma dayanabilecek ve karşı koyabilecek bir sosyal antikor üretebilecek düzeydeydi. Oysa İslam dünyasında dinin yeri, hiçbir şeyle değiştirilemeyecek ve doldurulamayacak kadar insan bilincinin ve toplum yaşamının her karesini kuşatmaktadır. Bireysel ve toplumsal ilişkilerin temelinde bizzat dinin müteâl, ahlâkî ve insanî değer sistemi yer almaktadır. Yardımlaşma, dayanışma, sevgi ve uyumun kaynağı, Batı'daki gibi siyasî ve sosyo-kültürel zaruretlerden çok, dinin kendisine bağımlıdır. İslam, çok geniş, esnek ve her ilişki içine yerleşebilen bir harç yoğurdu. Bütün kuşatıcılığna rağmen hem din, hem de medeniyet içerisinde farklı yorum ve tezahürlerde kendini ifade eden zengin bir çeşitlilik üretti. Oysaki İslam'ın bu kuşatıcı değer üretme potansiyeli —bu zengin çeşniye rağmen— batıda genellikle yekpare bir İslam olarak resmedildi. Bunun nedeni, İslam'ın hem değer alanında, hem de sosyal ve etnik alandaki geniş etkisinde aranmalıdır. Bundan dolayı İslamî toplumlarda, Batı'da modernite ile yaşandığı ölçüde bir ayrışma ve toplumsal çözülme yaşanmamıştır. Ne İslam dünyasında, ne de İslam tarihinde batıdaki gibi feodalite, burjuvazi ve girişimci tüccar ile bağımsız iktisâdî şehir sistemi hiç var olmadı. Bu farklılıkları çoğaltmak mümkün. Ama bu, bahsimizin doğrudan konusu değildir.
Elbette modernitenin yıkıcı etkisi İslamî toplumlarda da görüldü. İslam dünyası tarihsel ve toplumsal süreçler olarak batıdaki köklü dönüşüme muhatap olmadıysa da modernitenin nimetlerinden ve neticelerinden doğrudan etkilendi. Ama bu etki, toplumsal örgütlenme biçimlerini köklü bir dönüşüme uğratmadı. Siyasî anlamda çözülmeler ve ulus-devlet biçiminde beliren örgütlenmeler dışında İslam dünyasının toplumsal yapısı hâlâ İslamî değerler tarafından şekillenmektedir. İslamî toplumlarda en merkezî tecelli "Kuran ve Sünnet"tir. Bu iki temel kaynak, İslamî toplumsal bilinci her türlü dağılma, kırılma ve farklılaşmaya karşı duyarlı kılmaktadır. İslam dünyasındaki tüm farklı görünümlere rağmen, bir üst kimlik ve üst bilinç olarak İslam, hâlâ yekpâre bir medeniyet üretir. Buna tekrar döneceğim...
Niçin bu başlığı atma lüzumu duydum? Çünkü görüldüğü gibi batılı cemaat analizleri her açıdan batılı toplumsal ve tarihsel değerlere bağımlı kalmaktadır. Dış etken ve kültürel gelişmelere bu denli bağımlı kalan sosyolojik analizlerin, İslamî toplumlardaki cemaatleşme olgusunu hiçbir açıdan kuşatmayacağı ortadadır. En iyileri bile, oradan kavram devşirmeden sistematik bir İslamî cemaat açılımı getirememektedir.
Evet, Tönnies Batı'daki toplumsal dönüşümü iyi analiz etmiştir. Yeni ve eski toplumsal örgütlenmeyi ve köklü dönüşümü sağlayan bireysel, sosyal, psişik ve kültürel dinamikleri bir cerrahi hassasiyetinde detaylandırmış ve analiz etmiştir. Ama işte nihayet onun ideal tipi olan "Cemaat", bütünüyle kırsal bir yaşama biçimi etrafında şekillenen ilişkileri ifade etmektedir. Halbuki İslamî toplumlardaki cemaat olgusu, hem sosyal varoluş dinamikleri açısından, hem de tarihsel gelişim temelleri açısından ondan tamamıyla ayrışmaktadır. Onun cemaati modern kentlerde çözülmekte idi. Oysa İslamî cemaatleşme olgusu, tam da modern kentte varolmuştur. Ayrıca İslamî cemaat örneğinde kan ve teritoryal (toprak) bağın herhangi bir etkisi ve temeli de yoktur. Yalnızca modern cemaatleşmenin de, kırsal cemaatte olduğu gibi sıcak, paylaşıma ve dayanışmaya açık ilişkiler geliştirdiğinden hareketle, ona (kırsal cemaate) benzer temeller üzerinde ortaya çıktığı iddia edilemez. Bazı analizler Tönnies'e yalnızca bu açıdan vurgu yapar. Sevgi, dostluk, uyum ve paylaşma modern cemaatte yeniden varlık bulmuştur. Bu onlara göre, ya modernite öncesi klan ve kasaba ahlâkından gelen ince bir damarı ya da modernitenin bütün müesseseleriyle henüz kurumsallaşmadığını ifade ediyor. Modernite, büyük devletle birey arasında bir değer boşluğu meydana getirdi. Cemaatler ve yeni sosyal hareketler bu boşluğu bireyi koruma adına doldurdu.
Weber'in cemaat analizi, rasyonel ilişkiler temeline yerleştirilmiştir. Neredeyse ve her toplumsal ilişki ona göre karşılıklı bir çıkar ve menfaat çatışmasının bir ürünüdür. Bu karşılıklı çıkar ve menfaat güdüsü insanlarda her zaman ortaklaşa bir üyelik duygusu üretir. Bu duygu da cemaat ya da grub biçimindeki beraberlikleri ortaya çıkarır. Her insanî eylem ya amaç ve değer bakımından, ya da duygusal bağlılık açısından mutlaka rasyoneldir ona göre. Cemaati oluşturan ortak eylem, duygusal ve geleneğe bağlılık eylemidir. Evet, Weber'in cemaat tahlili, daha geniş bir perspektif sunmaktadır. Çünkü her cemaatte ortak bir duygu ve gelenek temeli mevcuttur. Bu temeller az ya da çok farklılaşsa da insanlarda ortak bir üyelik duygusu oluşturabilir. Ortak duygular, ortak sorumlulukları ve paylaşılan ortak idealleri üretirler. Ancak bu kavramlar da İslamî cemaat olgusuna yeterli açıklık getiremez. Hatta oldukça yüzeysel bir tanımlama getirerek, bir anlamda kim nasıl anlamak isterse ona uygun kavramsal bir çerçeve de sunabilir. Çıkar güdüsü ise, İslamî cemaatlerin varlık temellerine en yabancı olan kavramsal unsurdur. Ortak üyelik duygusu cemaatleşmeyi inşa eden bir temel dinamik değil, aksine onun bir neticesidir yalnızca..
Hem Tönnies'te hem de Weber'de cemaat neredeyse toplumsal bir dağılma ve çözülme sürecine işaret etmektedir. İslam dünyasında ise geleneksel toplum yapısında böyle bir dağılma ve çözülme süreci gelişmemiştir. Ayrıca İslamî toplumlardaki cemaat bağını oluşturan faktörler, hiçbir biçimde kabilevî ve aşiretvâri bağlarla benzerlik arz etmez. Kabile, aşiret, boy, ırk vb. bağlara yapılacak aşırı vurgular, İslam'da Cahiliye'ye ait gelenekler olarak ifadesini bulur. Bir hadiste İslamiyet'in, her nevi asabiyet ilişkilerini kesip attığı ifade edilir.[1] Bunun en açık sebebi de bu tür (cahilî) bağların, geniş toplumlu bir İslamî ilişkiler ağı geliştirilmesine mani olduğudur. Alt kimliklere aşırı vurgulara, kan davasına, düşmanlık ve husumete, yağmaya, diğerinin kimlik ve varoluşunu nefyetmeye sebep olduğundan, her nevi cahiliye bağı reddedilir.[2]
İslamiyet'in bu kesin tavrına rağmen, saadet asrını müteakip bu asabiyet bağlılıkları, Müslüman toplumları hem siyasi açıdan hem de dini ve sosyo-kültürel açıdan ciddi uğraştırmıştır. Ama yine de kabile, klan tiplemelerinin varlık temeli İslamî toplumlarda ayrışma ve farklılaşma meydana getirecek seviyede tezahür etmemiştir. En azından bu tür kimlik vurgulamalarının dinî bir meşruiyet temeli oluşturulamamıştır; aynı nedenden ötürü İslamî toplumlardaki cemaatleşmeyi, modernite öncesi tarım toplumlarının ve feodalite düzeninin ilişkiler biçimi olarak analiz etmeye imkân yoktur.
İslamî cemaatlerdeki birlik ruhunu ve dayanışmayı oluşturan nedenler, yine İslamî toplumsal ve îmanî pratiklerle izah edilebilir ancak. İslam'ın bizzat kendisi hayrı, güzeli, iyiliği (ma'ruf) insanî, ahlâkî ve sosyal yararı toplumda inşâ etmeyi, üretmeyi ve geliştirmeyi teşvik eder. Ve bunu bir yarış halinde, gruplar ve topluluklar halinde, örgütlü bir biçimde yapmayı salıklar. [3]
Genellikle insan bireyleri, tek tek fertler olarak, hayır işlerinde isteksizdirler. Ya da istekli olsalar da bunu, örgütlü ve sistematik bir yapı içinde gerçekleştirmeye daha fazla meyillidirler. Fertler kendi başlarına, kendi menfaat ve yaşamsal zaruretleriyle daha fazla meşgul olduklarından çok defa toplum adına yararlı işler ihmale uğrar. Zarûrî ve âcil bir durumla yüzleşmedikçe, hayırhâh duyguları pek kabarmaz.[4]
Diğer taraftan her toplum yeni nesile kendi toplumunun geleceğiyle ilgili ortak birtakım idealleri aşılamak ister. Bu faaliyet öyle geniş ve sistemli yürütülür ki, her kuşakta yeniden üretilen bir gelenek haline gelir. Gelenek bireylerde, geniş bir şuuraltı müktesebatına müracaat eder. Fakat bu şuuraltı müktesebatı her dönemde her bireyde aynı ölçüde ortak bir bilinç üretmez. Bu bilinç, zaafa uğradığı ölçüde toplumsal çözülme meydana gelir. İslam, hem bir din olarak, hem de bir medeniyet olarak Müslüman toplumların sosyal eylemlerine hitap ettiği gibi, şuur ve bilinçaltlarını da biçimlendirir. Her alanda hayırhâhlığı, fedakârlığı ve dayanışmayı teşvik etmekle toplumda ve bireylerde hayırhâhlık imajlarını sürekli olarak yeniler. Hayır müesseselerinin İslamî toplumlarda, başka toplumlarda görülmeyecek derecede yaygın olmasının ardında bu hayırhâhlık duyguları yatmaktadır.
İşte İslamî cemaatleşmenin en temel meşruiyet ve varoluş nedeni budur. İslamî cemaat olgusu, toplumda ma'rufun (evrensel iyi) örgütlenmesinden başka bir şey değildir. Cemaat, Müslüman bireylerin hayırhâh duygularına seslenir. Onlara hayırda, güzelde ve ma'rufta bir yarış ruhu kazandırır. Geniş bir okyanusa akan ırmaklar gibi gönül ve ruh birliğini, irade ve ideal birliğini, müntesibi bulunduğu toplumu ve milleti adına fedakârlıkta bulunmayı örgütler. Evet insan kitlesel teşvik ve hayırlara, dayanışma ve yardımlaşmaya daha istekli davranır.
Bireysel olarak yaptığı hayrın, toplumsal hayatın uçsuz-bucaksız katmanlarında nerede cisimleştiğini çok defa görmez. Hatta yaptığı hayrın, ihtiyaçlar ve ilişkiler yumağında alacağı biçimi pek kestiremez. Oysa cemaatlerin faaliyetlerinde her eylem, anında mücessem hale gelir. Hayır, ortak duygu ve ideal, toplum adına fedakârlık ve başkaları adına yaşama hep mücessemdir cemaat hayatında. Bu yüzden de daha inandırıcı ve etkileyicidir. Bireyler fedakârlıklarının cisimleşmiş halini orada daha çabuk görürler. Kitlenin ve grup halinde olmanın bireyler üzerinde güçlü bir çekim gücü (cazibesi) vardır. İnsan, fıtratında hayır hisleri gâlib olmasına rağmen, bencil duygulara daha fazla yaslanır. Ciddi bir teşvik ve kitlesel bir akış olmadıkça fedakârlıkta bulunma isteği zayıftır. Cemaat, insandaki tüm bencil duyguları sosyalleştirir. İnsanı bencilliğin, hodbînliğin, hasisliğin ve hazcılığın kuytularından çekip kurtarır. Ondaki her duyguyu, temayülü, hissi ve düşünceyi meâliyâta; erdeme ve fazilete yükseltir. Cemaatin İslam toplumundaki en temel varoluşu budur.
Cemaat bir şahs-ı manevidir. Manevi bir şirkettir. İdeal ve hedefleri, hassasiyet ve ilkeleri bütünüyle manevi ve ebediyet televvünlüdür. Dünyaya bakan en koyu duyguları dahi, maneviyata ve ebediyete yöneltmeye çalışır. En güçlü ideal, fedakârlığın ve diğergâmlığın en güçlü sâiki, ebediyete uzanır. Allah'ın rızası ve hoşnutluğu her türlü fedakârlığın en temel sâiki ve nedenidir. Cemaatin sosyal ve dünyevi işleri dahi bu ideale tutunmak zorundadır. Dünyevi hiçbir karşılık esasta bu ideali örtmez. Bireysel ve sosyal, cemaatte tüm eylemler, Allah'ın rızasına kilitlenmelidir. Hiçbir dünyevi menfaat, bireysel ya da ailevî çıkar bu ideali söndürmez.
Burada bir hususa da temas etmekte fayda vardır. Cemaatin sosyal kimliği, toplumda iyiliğin ve hayrın yayılması esasına dayanmaktadır. Bu işler için cemaatin varlığına katılım tamamen sivil ve gönüllü bir katılımdır. Bunu İslam tarihinde Müslüman toplumlarda gördüğümüz "hisbe" teşkilatı ve fonksiyonuyla karıştırmamalıyız. Bu teşkilat tamamen resmî ve bugünün belediye umuru ve hukuku bağlamında bürokratik bir müesese idi. Cemaatler ise yalnızca sivil toplum bağlamında var olmuş gönüllü teşkilatlanmalardr. Zora, baskıya, psikolojik ya da maddi herhangi bir baskıya ve cebre cemaatin varlığı içinde hayat hakkı tanınmaz.
İslam tarihinde cemaatleşmeyi üreten tarihsel ve toplumsal zaruretler bütünüyle gönüllü ve sivil amaçlar olmuştur. Toplumsal hayır işleri için bir araya gelmiş topluluklar, yalnızca cemaatler de değildir. Hayır dernekleri, vakıflar, esnaf loncaları vb. ara kurumlar az-çok cemaatlerin sosyal fonksiyonlarını üstlenmiştir. Buralarda işler, sosyal bir ibadet neşvesi içinde yürütülmüştür. İslamî toplumlarda cemaatleşme bireylerin tüm yaşam alanlarını kuşatır âdetâ. Çünkü cemaatin sosyal faaliyetleri toplumsal hayatın neredeyse her alanına yayılır. Bu geniş yelpazede ciddi bir iş bölümü söz konusudur.
İslamî cemaatler her hâlükârda modern dönemde ortaya çıkmış İslamî toplumsal realitelerdir. Hemen hepsi kendince, İslam'ın farklı bir toplumsal formunu üretmişlerdir. Bugünkü cemaatler daha ziyade İslam dünyasının siyasî varlığının parçalanmasından sonra ortaya çıkmışlardır. Parçalanan siyasî birliğin meydana getirdiği boşluğu, cemaatler sosyal olarak doldurmuşlardır. Bilindiği gibi İslamî toplumlarda Batı'dan farklı olarak rasyonel iradeden çok, dayanışmacı irade hakimdir. Bu irade de her zaman toplumda ortak idealler üretmektedir. Bu yüzden İslamî cemaatler İslam tarihinde öznel siyasî ve sosyal şartların ürünüdür ve hiçbir biçimde Batılı cemaatsel kavramlarla analiz edilemezler. Weber'den ya da Marx'dan, Watt'tan ya da Goldzîher'den alınacak ödünç sosyal bilim analizleriyle işlenemez.
Watt vb. müsteşriklerin en temel hatası —buna sosyologlar da dahil— İslam tarihinde ortaya çıkmış her mezhebi, her cemaati, İslamî geleneğe dışarıdan muhalefet eden, genel İslamî ortodoksiyi (geleneği) aşmaya çalışan bir çıkış olarak değerlendirmelerindedir. Oysa durum bunun aksinedir; İslam tarihinde —çok dar, marjinal kökenli birkaç hareket hariç— varlık sahnesine çıkmış hiçbir hareket, İslam'ın en merkezî tecellisi olan Kur'ân ve sünneti bir kenara bırakarak ya da aşarak var olmayı düşünmemiştir. Hemen en marjinal hareket dahi, İslamî sosyal geleneği dışlasa da, en geniş anlamda bu iki merkezî tecelliye yaslanmak zorunda hisseder kendisini. Bu yüzden hareketler İslamî toplumda, içeriden bir genişleme olup, genel İslamî çerçeveyi yırtmaya yönelik hârici bir kimlik arayışı değildir.
Batılı analizler Batı'daki sınıfsal yapının neden olduğu çatışma zeminini İslamî toplumlarda; kabile, asabiye, aşiret, mezhep ve cemaat üzerinde var etmeye çalışmışlardır. Onlara göre İslamî toplumlardaki çatışmanın ve sosyal kavganın taşıyıcıları bu unsurlardır. Batı'da nasıl her sınıfsal çatışma siyasî ve sosyal bir kimlik arayışını ifade ediyorsa, İslamî toplumlarda da bu arayış, fırka ve cemaatler temelinde ifadelendirilmiştir. Bu oldukça basit ve o kadar da yanlış bir kıyaslamadır. İslamî toplumsal ve tarihsel temeli de yoktur. Dediğimiz gibi en uç bir hareket bile İslamî toplumlarda, kendisini genel İslamî kimlik içinde ifade eder.
Batıda, İslamî anlam evrenine nüfuz edebilmiş analiz hemen hemen yok gibidir. Hemen hepsi aydınlanma ile gelen rasyonalist, tarihselci ve kuşkucu eleştirel bakış açılarının detaylandırılmış biçiminden ibarettir. Kur'ân'ın, İslamî toplumlardaki merkezî konumunu kabul etmeden ve anlamadan, Müslümanların beşerî ve toplumsal varlıklarını doğru anlamlandırmak da mümkün olmayacaktır.
M. F. Gülen'de Cemaatin Anlamı
M. F. Gülen, cemaatin varlığını kısaca "Hakka ve halka hizmet" temelinde anlamlandırır. İnsanın yeryüzündeki varoluşunun iki temel amacı vardır; Birincisi "kulluk", ikincisi de, "İ'layı kelimetullah" yani Allah'ın tanınıp tanıtılması şeklinde özetlenebilecek olan "irşad ve tebliğ" vazifesidir. Mü'minin yeryüzündeki varoluşunu şekillendiren en temel unsur budur. Onun bütün bireysel/sosyal ve etik eylemleri doğrudan bu iki esasa bağımlıdır. İ'la-yı kelimetullah, yüksek bir ideal olduğu için, teker teker fertlerin bireysel irade ve fedakârlıklarını aşar. Onu gerçekleştirme ve kitlelere aktarma işi, daha düzenli kitlesel bir topluluğa vücut vermeyi gerekli kılar. Kur'ân tüm mü'minleri "ümmet" şuuru etrafında bir üst bilinçle tanımlar. "Ümmet" Müslüman toplumların genelini ifade etse de soyut bir varlıktır. Cemaatler bir anlamda bireysel iradeleri aşan bir topluluk oluşturduğu için, kısmen ümmetin sosyal fonksiyonlarını üstlenir. Bu açıdan cemaate vurgu yapma tüm Müslüman toplumlarda gerekli ve zarurî görülmüştür. Þöyle diyor M. F. Gülen; "...Cemaat düşüncesi önemlidir. Her ferdin, şahsî duygu, şahsî düşünce ve hissiyatını yüksek bir idealin emrine vererek, onun etrafında aklî, mantıkî, kalbî birleşme manasında bir cemaat düşüncesi..."[5]
Cemaat aklî, mantıkî, kalbî ve ruhî bir beraberliktir. Gönüllü bir tercihtir. Cemaat aynı zamanda ahlâkî bir topluluktur. Kimseye zoraki bir çağrı yapmaz. Fertlerin iradî ve aklî tercihlerine bağlıdır. "... zaten gerçek bir ahlâk toplumu da, herkese kendi ihtiyarıyla dünyevî ve uhrevî mutluluk va'deden ve kendi iradeleriyle bir mefkûreye teslimiyet gösteren topluluktur. Böyle bir toplum içinde, imanın birleştiriciliği, aşkın eriticiliği, gayenin yüceliği, ego kaynaklı olumsuzluklara yol vermez ki, kaynağı egoizma olan lâahlâkilik o bünyede boy atıp gelişsin..."[6]
Cemaat, tek tek bireylerin, egolarıyla, şahsî çıkar güdü ve kaygılarıyla eridiği ve şahs-ı manevîye katıldığı bir potadır. Her türlü ferdiyetçi ve hazcı tutum cemaatin potasında eriyerek toplumsallaşır. Hadd-i zâtında her türlü şahsîlik ve bencillik lâahlâkidir. İnsan bireysel fıtrî özellikleri olmakla beraber, sosyal bir varlıktır. Kişiliği, ahlâkı ve şahsiyeti toplum içinde şekillenir. "... Toplumdan kopuk olan münzevîlerin ahlâkilik veya lâahlâkiliklerinden bahsedilemez. Kaldı ki, toplum içinde bulunup toplu yaşamaktan kaynaklanan bazı olumsuzluklara katlanmayı İslam cihad saymıştır."[7]
Evet bir hadiste İnsanların içine girip karışan ve onlardan gördüğü eziyetlere katlanan mü'minin böyle yapamayandan daha faziletli olduğu vurgulanmıştır.[8] buyruluyor. Burada ince bir nükte var; esasında insanlarla beraber olmak bazen eziyettir. Çünkü her isteklerine, arzu ve beklentilerine —her türlü samimiyete rağmen— cevap vermek mümkün değildir. Toplumda bin türlü insan yaşamakta. Ahlâkî, psişik ve şahsiyet sorunları olanları var. Kendi zevk ve menfaatinden başka bir şey düşünmeyen bencil ve hodbîn insanlar var. Onlar için kendi tercihleri her zaman önceliklidir. Başkalarının tercih ve beklentileri, onların his ve arzularını beslediği ve güçlendirdiği oranda önemlidir. Bir çeşidi, daima insanları aşağılamayı, dışlamayı benimser. Diğer bir çeşidi başkalarına hükmetmeyi ve zulmetmeyi kişisel bir ahlâk haline getirir. Bir başkası... Bir başkası... Toplumda sonsuz bir farklılık ve çeşni var. Bu bazen sorun üretir. Bu farklılıklar kişisel çıkarlara, egoların kuytusuna çekildiği ve yöneldiği zamanlar toplum hayatı çekilmez olur. Ama bütün bunlara rağmen, Peygamber Efendimiz (sallahu aleyhi ve sellem), insanların en hayırlısı, onlarla beraber olandır, buyuruyor ve bu "cihad" sayılıyor. Cemaatin en temel fonksiyonu, bireyleri kişisel kabiliyet, istidât ve tercihleriyle topluma hazırlamak, sosyalleştirmektir. "... Bir kere, inancın, aşkın, ihlâs hedefli yaşamanın hâsıl ettiği aşkınlık, ferdi, kendine ait hususî yanlarıyla toplum içinde öyle yumuşatır ve eritir ki, o kendi olarak kalmanın yanında, âdetâ umumîleşir ve damla iken derya, zerre iken güneş ve hiç ender hiç iken de her şey olma ufkuna ve zenginliğine ulaşır..."[9] Burada cemaatin eritme potasının önemli bir hususiyeti ortaya çıkıyor; bireyler burada kendi istidât ve hususiyetlerinden tamamiyle vazgeçmiyorlar. Aksine hem kendi olarak kalıyorlar, hem de cemaatin şahs-ı mânevisinin onlara kazandırdığı hasletlerle zenginleşiyor ve umumîleşiyorlar.
Oysa çağdaş nazariyelerin çoğunda gördüğümüz bireysel kimlik ile toplumsal kimlik arasında neredeyse zımnî bir çatışma öngörülmektedir. Modernitenin neden olduğu şahsiyet ve kimlik sorunlarının ardında bu "çatışma" miti yatmaktadır. Sonuçta ya bütünüyle bireysel kimliğe vurgu yapılır veya resmî toplumsal kimliğe her şeyin önünde ve ötesinde bir ehemmiyet atfedilir. Böylece bireysel kimlik ile toplumsal bütün arasında oluşan bu boşlukta kimlik ve farklılık temelinde sorunlar başgösterir.
Çağdaş İslamî cemaat, çoğunlukla zannedilenin aksine, müntesiplerin bireysel kimliklerini bütünüyle eritip yok etmez. Aksine onu genişletir ve zenginleştirir. Bir anlamda bireysel kimliği yüksek ve kutsî bir ideal etrafında şekillendirerek onu toplumsallaştırır. İhlas, aşk, ibadet ve taat, insanı kişisel olarak olgunlaştırır ve ona bir aşkınlık kazandırır. Ama toplumsal ideallerle bütünleşmedikçe insanın, insan-ı kâmil olması mümkün değildir. Yani gerçek anlamda kemâle erme, toplum içinde, yüce değerler ve idealler içinde gerçekleşir.
M. F. Gülen cemaatin, Allah'a hizmette (İ'la-yı Kelimetullah) bireyin cemaat içinde şekillenmesinde, ruhî disiplinde ve Allah'ın sonsuz hoşnutluğunu kazandırmadaki önemini sık ve sürekli vurgular;
"Bu yolda hizmet, memuriyetlerin en yücesi; gaye, Yaradan'ın hoşnutluğu, netice de uhrevi mutluluktur. İşte bu saflardan saf mülâhazaya, az dahi olsa, şahsi çıkar veya cemaat menfaati, cemaat düşüncesi karıştırıldığında, ferde de, heyete de hayat veren sonsuzluk rabıtaları kopar, derken ferd çizgisinden uzaklaşır, cemaat da sarsıntıya girer ve kazanma kuşağında kaybetme fâsit daireleri işlemeye başlar.
Evet, her işini, Allah'la irtibatlandırıp götüren bir heyette, ferdi emeller, şahsi hırslar ve kaygılar olmaması gerektiği gibi, gidip sonsuzla noktalanmayan gaye-i hayaller ve mefkûreler de olmamalıdır. Gerçek bir cemaat, ferdleri ebediyete teslim olmuş öyle mukaddes bir topluluktur ki; Bediüzzaman'ın yaklaşımıyla: Onlar, Allah için işler, Allah için başlar, Allah için konuşur, Allah için görüşür, lillah, livechillah, lieclillah rızası dairesinde hareket ederek ömrünün saniyelerini seneler haline getirir ve fâniliğin çehresine bâkilik damgasını vurur. Evet onun bütün çalışmaları, fevkalâde içten, olabildiğince bir duruluk içinde ve hep sonsuza müteveccihtir.
Bu itibarla da denebilir ki, her kalabalık, cemaat değildir. Hatta ferdleri birbirine karşı olan bazı yığınlar; cemaat olmak şöyle dursun, onların çokluğu, kesir sayılarının çarpımlarında olduğu gibi azalma ve küçülme vesilesidir. Hakiki cemaat ruhuyla serfirâz olan peygamberlerin arkadaşları, kemmiyet itibariyle az oldukları halde güçlü bir cemaatten bekleneni yerine getirebilmişlerdir. Hatta bir Hz. Ebu Bekir ve Ömer'i, tek başına bir cemaat ve millet kabul etmek kat'iyen mübalağa değildir. Hz. Mesih'in bir avuç havarisine de en güçlü ordulardan daha güçlü nazarıyla bakılabilir. Aslında, bütün bir tarih boyu, tam kıvamında olan bu ölçüdeki bütün azlar, kıvamında olmayan dünya dolusu yığınlardan daha güçlü ve bereketli olmuşlardır.
Ayrıca ahlâk aşkı, ruhi hayatın disipline edilmesinin en önemli yolu olduğu gibi, toplum içinde istikrarın en ehemmiyetli unsuru ve ahengin de en hayati esasıdır. Doğruluk, emniyet, hakperestlik, sözünde durma, medeni cesaret, başkalarına karşı saygılı olma ve maneviyata bağlılık gibi hususlar, ahlâkın özü ve ruhun da temel dinamikleridirler.
Milli tarihimizin bize armağan ettiği ahlâk anlayışı -son birkaç asrın ahlâk adına benimsediği muzahrafatı söz konusu etmezsek-bizi bütün milletlerin önüne çıkaracak kadar zengin ve sağlam bir ahlâk anlayışıdır. Önümüzdeki yıllar itibariyle hayatımızı bu anlayışa göre tanzim edebildiğimiz takdirde, pek çok milli problemimiz kendiliğinden aşılmış olacaktır ki, o zaman daha doğru düşünebilecek, daha verimli çalışacak, daha hızlı ve ahenkli yürüyecek, daha pratik olacak ve tabii düşünce hayatımızdaki birkaç asırlık boşluğu da daha süratli doldurabileceğiz. Buna muvaffak olabilirsek, ülkemizin geleceği daha bir canlı, daha bir sıcak ve daha bir renkli olacağa benzer..."[10]
Geleneğin Modern Çağa Tanıklığı, Yeniakademi Yayınları
[1] Aclûnî, Keşfu'l-hafa, 1/127; Taberi, Tarih, 2/146
[2] Bkz.: "Yoksa Cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Fakat kesin olarak iman eden insanlar için, Allah'tan daha güzel, daha doğru bir hâkim bulunabilir mi?" Maide sûresi, 5/50.
[3] Bkz.: "Siz iyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın!" Maide sûresi, 5/2.
[4] Bkz.: "İnsan hayra karşı mennâ'dır, mani olmaya çalışır" Kâf sûresi, 50/25.
[5] M. F. Gülen, Yeşeren Düşünceler, s. 186.
[6] Aynı yer.
[7] Aynı yer.
[8] Tirmizi, Sıfatu'l-kıyame, 55; İbn Mace, Fiten, 23
[9] M. F. Gülen, Yeşeren Düşünceler, s. 186-187.
[10] M. F. Gülen, Yeşeren Düşünceler, s. 187-188.
- tarihinde hazırlandı.