Fethullah Gülen Hareketi ve Dinlerarası Diyalog
"... Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü, yani 'Muhammed Allah'ın rasûlüdür' kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır. Zira, hadislere göre, kıyamet günü Allah'ın sonsuz rahmeti öyle bir tecelli edecek ki şeytan bile umuda kapılacak ve bu rahmetten istifade edip edemeyeceğini merak edecek. Böylesine âlicenap bir merhamet karşısında, bizim cimrilik etmemiz ve bu cimriliği temsil etmemiz tasavvur edilemez. Hem sonra bunun bizimle alâkası ne? Hükümranlık O'nun, hazine O'nun, hepsi O'nun kulları... Öyleyse herkes haddi aşmaktan sakınmalıdır."
Fethullah Gülen'in bir kitabından (Fasıldan Fasıla) alınmış olan bu paragraf, bir Katolik din adamı tarafından fotokopi ile çoğaltılarak, Müslüman dostlarına -tıpkı kendi cemaatinden kimselere dinî resimler dağıtır gibi- dağıtılmıştır. Bu paragraf, dinlerarası diyalog konusunda en aktif rol oynayan Fethullahcı hareketin kalkış noktasını özetlemektedir.
Fethullah Gülen, IV. Vatikan konsilinden çok daha önce bir diyalog başlatmış bulunan Said Nursi'nin bir tilmizidir. Gerçekten de 1940'lı yıllardan itibaren Said Nursi Müslümanları, tanrıtanımazların (atelerin)... saldırısına karşı mücadele etmek için dindar (samimi) Hıristiyanlarla ittifak kurmaya teşvik ediyordu.[1]
Kaleme aldıklarını Papa XII. Pie'ye gönderdi ve Papa da kendisine cevap verdi. 1950'li yıllarda Said Nursi Fener semtinde ikamet etti ve bu durum Rum Patrik Atenagoras ile görüşmelerini kolaylaştırdı.
Fethullah Gülen'in Türkiye'nin siyasi ve sosyal hayatında ortaya çıkışı ve hareketinin neleri gerçekleştirdiği konusu üzerinde durmayacağız. Yazdıklarında, konuşmalarında ve eylemlerinde her ne kadar tedbirli davransa da, Gülen'in dinlerarası diyalogdan yana peşinen tavır aldığını belirtelim. Vatikan'ın Türkiye'deki Büyükelçisi, Fener Rum ve Ermeni Patrikleri ve Türkiye'deki Musevilerin Başhahamı ile sık sık ve değişik münasebetlerle buluşuyor; ayrıca Fethullahcılar, çok çeşitli (entellektüel, eğitim gibi) düzeylerde gayrimüslimlerle işbirliği yapmakta tereddüt etmiyorlar.
Şimdiki Fener Patriği I. Bartholomeos, Müslümanlarla diyalog kurma arzusunu daha önce dile getirmişti: "Hıristiyanlar, özellikle de Ortodoks Hıristiyanlar..." diyordu Patrik, "yeni bir kültür değişimi ile 'iç' moderniteyi aşabilmek için sahih İslâm ile ittifak kurmalıdırlar. Böylece onlar, Hıristiyanlar açısından 'Allah'ın sureti', Müslümanlar açısından da Allah'ın halifesi niteliğindeki insanın yok edilemez karakterini hatırlayacaklar."[2] Aşırı sağcı medyanın ve İslamcıların, İki Başlı Kartal'ı diriltmek için çalışan fesat yuvası olarak damgaladığı Fener Patrikhanesine verip veriştirmesini; çok enteresandır, bir süreden beri, bir kısım Türk entelektüeli Fener Patrikhanesine karşı yürütülen ananevî Türk siyasetini sorguluyorlar ve bu politikayı gözden geçirmeyi teklif ediyorlar. Bu değişikliğin Türkiye'nin nüfuzunu, bilhassa Balkanlarda ve Ortadoğu'da, büyük ölçüde artıracağını ve Moskova Patrikliğinin nüfuz alanını genişletme peşindeki Rusya'nın emellerine mani olacağını ifade ediyorlar.[3] Gerçekten de I. Bartholomeos'un 1991'de seçilmesinden beri İstanbul Fener Patrikhanesi, geçmiş dönemlerin durgunluğunu kesinlikle kesip atan kültürel ve ilmî (dikkate değer "Din, Bilim ve Çevre" Sempozyumu gibi) olduğu kadar dinî faaliyetlerin de hakiki bir merkezi haline geldi. Bir dönemde Patrik I. Bartholomeos Fethullah Gülen'i diyaloğa davet eder. İlk buluşma, Alevi kökenli ve Gülen'in hemşehrisi, yani Erzurumlu iş adamı Adnan Polat'a ait, son derecede sembolik bir mekânda, Polat Hotel'de 6 Nisan 1996'de gerçekleşir.1994 yılı Ramazan ayında Gülen'in kamuoyuna uzlaşma çağrısında bulunduğu meşhur iftar yemeğinin verildiği yer de aynı oteldir.[4] Bartholomeos, 29 senedir kapalı bulunan ve Ortodoks din adamlarını bir eğitim kurumundan mahrum eden Heybeliada Ruhban Okulu'nun yeniden açılması konusunda ısrar ediyor ve medyanın kamuoyuna yansıttığı, Fener Patrikhanesinin olumsuz imajına dikkat çekiyor. Gülen'e gelince, o ise kendisinin okullar zincirine Selânik'te açılacak bir Türk lisesi ilâve etmek istiyor.[5] Kendisiyle yapılan bir görüşmede Fethullah Gülen, karşılıklı okul açma projesini şöyle anlatıyor: "Şimdiki (1998) Hava Kuvvetleri Komutanı ve Millî Güvenlik Konseyi Genel sekreteri İlhan Kılıç, o zamanlar bu projeden haberdardı. Patrikle bir randevum vardı ve onun benden Heybeliada Ruhban Okulunun yeniden açılması için siyasiler nezdinde teşebbüslerde bulunmamı isteyeceğini biliyordum. Kanaatimce, Ortodoks âleminden gelen din adamlarının Türkiye'de eğitim görmeleri yerinde olur; vicdanın olduğu kadar siyasetin de gereği budur. Buna karşılık, ben de Patrik'ten Selânik'te Atatürk'ün adını taşıyacak bir lisenin açılması için girişimlerde bulunmasını istemeyi düşündüm. Bu düşüncelerimi General Kılıç'a açtım; onun tasvibiyle bu düşüncelerimi Patrik'e ilettim. Mamafih hiç bir netice hasıl olmadı."[6] "Bu okul, hiçbir dinî yayıcılık gayesi gütmeyen, bir Şark araştırmaları koleji, "ahlâkımızı, kültürümüzü ve mazimizi" tanıyan kimselerin bir buluşma mekânı olacaktı. (Zira) Bizler komşuyuz, birbirimize yakınız... Yanyana yaşayacağız, aynı kaderi paylaşacağız." Medya, bu buluşmaya büyük önem atfeder, hatta İslâmcı ve milliyetçi basın bile bunu genellikle olumlu olarak yorumlar. Fethullahçı Aksiyon dergisi tarafından görüşü alınan Dokuz Eylül İlâhiyat Fakültesi Dekanı Mehmet Aydın, Gülen'in ve Bartholemeos'nun girişimini bütün kalbiyle tasvip ediyor ve diyaloğu ilk başlatanların Müslümanlar olması gerektiğini söylüyor: "Din barış için müdahale etmelidir."
Bu karşılaşma yalnızca bir başlangıç oldu. Gülen ile Bartholomeos defalarca karşılaştılar ve Patrik, Fethullahçılar tarafından düzenlenen faaliyetlere hep şeref misafiri olarak davet edildi. Göğsü ikonolı siyah, zarif Bizans raso'u içinde gösterişli Patrik ile mütevazice bir takım elbise ve bir kazak giyinmiş haldeki Gülen'in resimlerini çekmek için medya hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Siyasî bir hareket görüntüsü vermekten kaçınmak için büyük bir itina ile kurumsal işbirliği de sürdürülüyor. Çünkü tedbirlilik, Hıristiyanlıkta olduğu kadar Müslümanlıkta da bir fazilettir.
Son zamanlarda, Bartholomeos Türk kamuoyunun sempatisini toplamaya devam ediyor. Müslüman dostlarına iftarlar veriyor, din ayırımı yapmadan hayır kurumlarını ziyaret ediyor. 17 Ağustos 1999'deki korkunç deprem sonrasında, Ermeni Patriği Mesrob Mutafyan ile birlikte depremzedelerle görüşmek ve onları teselli etmek için deprem bölgesine gitti. Daha yakın zamanda ise Bartholomeos, Osmanlı döneminde kurulmuş ve içinde bir cami, bir kilise ve bir sinagog bulunan, yaşlıların kaldığı bir huzurevi olan "Dârülaceze"de bir bayram yemeği verdi.
Bütün odaları ziyaret edip laleler dağıttı ve kendisine üzerinde Hz. İsa'nın tasviri yapılmış porselen bir tabak ile huzurevi sakinleri tarafından örülmüş çoraplar hediye edildi.[7]
Fethullah Gülen'in dinlerarası münasebetleri Doğu Kilisesi ile sınırlı kalmıyor. Mart 1997'de, Gülen Papa'ya bir mektup gönderir ve Jean-Paul bu mektuba hediyelerle cevap verir. Bu arada, Türkiye Piskoposluk Konferansı Genel Sekreteri ve Papalık Büyükelçiliği "Ataşesi" Mgr. Maroviç, Ankara'daki Papalık Büyükelçiliğini Papa ile Gülen'in buluşmasının önemi ve uygunluğu konusunda ikna eder. Çok yüklü programına rağmen Papa 1998'in şubat ayında görüşmeyi kabul eder. Vatikan Radyosu o sıralar bu buluşmayı ana haber saatinde "ilk" haber olarak verir. Gülen, Fiumicino Havaalanında Türkiye Büyükelçisi Altan Güven tarafından karşılanır.[8] Papa ile buluşmadan önce Gülen, Papalık Dinlerarası Diyalog Meclisi Başkanı Kardinal Arinze ile bir görüşme yapar. "Gülen tarafından verilen hizmetler ve kendisinin bilimsel İslâmî bakış açısı, yerli ve yabancı çok sayıda siyaset bilimci, sosyal bilimler uzmanı ve basının gündeminde yer alır" diyen Nijeryalı bu Kardinal ile Gülen arasında bir dostluk ortamı teşekkül eder.[9] Papa ile buluşması sırasında Gülen, açık ve son derece saygılı bir üslûpla kaleme alınmış bir konuşma yapar ve bu kısa konuşmasında, şayet İslâm yanlış anlaşılmış bir dinse bunun sorumlusunun Müslümanlar olduğunu belirtir ve yanılgıları ortadan kaldırmak için diyalog fırsatı elde eder. Ayrıca konuşmasında Türkiye'deki diğer Hıristiyan mezheplerinin temsilcileriyle buluşmalarından bahseder ve yaptığı kültür faaliyetlerini de anlatır. Gülen Papa'yı Samuel Huntington'un, önemli ifadesi olan bir "medeniyetler çatışması"nın çıkmasına karşı işbirliğine davet eder. Hıristiyanlığın yaklaşan ikinci bin yılsonu kutlamaları münasebetiyle Ortadoğu'nun önemli kutsal mekânlarını, yani Antakya, Tarsus, Efes ve Kudüs'ü birlikte ziyaret etmeyi Papa'ya teklif eder. Kudüs'ün ortaklaşa ziyareti, bu şehrin durumunun acıklı halinin çözümüne katkıda bulunabilecektir. Gülen'in bir başka teklifi, bir Müslüman ve Hıristiyan öğrenci mübadelesi tertip etmek ve son olarak da Hz. İbrahim'in doğduğu şehir olan Harran'da bir İslâm-Hıristiyan ilahiyat okulu kurmaktır.[10]
Papa-Gülen buluşmasının, Papa'nın, Müslüman fakat laik Ortadoğu'dan Endonezya'ya kadar esen fundamantalizm rüzgârlarına kapılmayacak kadar da hakikî bir tarafsız bölge olan Türkiye'ye olan özel ilgisine dikkat çeken basın tarafından geniş bir şekilde yorumlandığını söylemeye hacet yok. Katoliklik ile İslâm arasında çatışma çıkmasını önlemenin en iyi yolu, iki din arasında ortak bir payda bulmaktır. Bu ortak paydayı bulmaya imkân verecek şey dinlerarası diyalog ve hoşgörüden başka ne olabilir ve en iyi uzlaşma yeri de Türkiye'den gayrı neresi olabilir.[11] Türk aydınlarına gelince, bazıları bu karşılaşmayı 20. yüzyılın en mühim hadiselerinden biri olarak görmekte tereddüt etmez: "Dün ferdî olan diyalog bundan böyle kurumsal hale gelecek ve İslâm Batı tarafından "ciddiye" alınacak."[12]
Gülen'in dinlerarası diyalogla ilgili bir diğer projesi, Erivan'da bir lise açmaktır. Gülen İstanbul Ermeni Patriği Karekin ile çok güzel ilişkiler kurdu ve teşebbüslerini kolaylaştırmak için Gregoryan Kilisesinin aracı olmasını istedi. Proje Ermeni hükümetince hoş karşılandı ve Trabzonlu bir grup iş adamı bunu finanse etmeyi teklif etti. Gerçekten de, ülkenin doğusundaki pek çok Türk iş adamı, sınırların açılmasıyla birlikte Ermenistan ile Türkiye arasında düzenli ticarî münasebetler kurulması arzusunu taşıyor. Fethullahcı Aksiyon dergisinin İstanbul'daki Ermeni cemaati üyeleriyle ve Türkiye'nin ileri gelen iş çevreleriyle gerçekleştirdiği görüşmeler de böyle bir projenin iktisadi bakımdan yararlı olduğu kadar karşılıklı anlayış ve bilgilenme bakımından da çok yararlı olacağını gözler önüne seriyor. Günümüzde, Ermeni-Azeri çatışmasından dolayı engellenen bu proje askıda. Azerbaycan'da çok sayıda Fethullahçı eğitim kurumunun ve bir üniversitenin varlığı, Erivan'da açılacak bir lise yüzünden tehlikeye düşebilirdi.[13]
Son olarak, Gülen'in dinî temaslarının çeşitlilik yelpazesini taçlandırmak üzere, Kudüs Sefarad Başhahamı Eliyahu Bakşi Doron ile yaptığı görüşmeyi de zikretmeliyiz.[14] Gülen Yahudilerin de, tıpkı Türkiye'de veya ABD'de karşılaştığı Hıristiyanlar gibi, diyaloğa ve birbirini anlamaya hazır olduklarını açıklar.[15]
Dinler Arası Diyalogun Uhreviyatı. Müslümanlar İle Hıristiyanlar Kardeş Oluyor: "Kıyamet" Yakın!
Türkiye'deki dinler arası diyalogun yeni gelişmelerini herkes istediği gibi yorumluyor. Bazıları bunu bir kıyamet alameti olarak görüyorlar, zira Said Nursi'ye göre, "Sahih bir hadis ile de sabittir ki Âhir Zaman'a doğru, hakikî Hıristiyan din adamları Kur'ân'ın sâlikleriyle ittifakat edecekler ve müşterek düşmanları olan kâfirlere karşı duracaklar..."[16] ve "Bu hareketin (ateizmin) çok kuvvetli göründüğü o zamanda hakikî Hıristiyanlık ortaya çıkacak, yani semadan ilâhî rahmet inecek; hali hazırdaki Hıristiyanlık dini böyle bir hakikat karşısında arınacak, batıl itikatlardan ve tahriflerden uzaklaşarak, İslâm'a doğru manevî bir inkılâb geçirecek..."[17]
Said Nursi bu satırları yazdığı sırada, dinler arası basit bir diyalogdan da öte hiç şüphesiz bir ihtida hareketini hedefliyordu.[18] Günümüzdeki dinler arası diyalog henüz bu durumda değil, fakat bunun genel bir şaşkınlık doğurduğu açıktır. 9 Şubat 1994'teki Milletlerarası Barış ve Hoşgörü Konferansı münasebetiyle Fener patriği tarafından verilen resepsiyon konusunda Papalık Naibi Monsenyör Pelâtre şunları yazıyordu: "Patrikliğin salonlarında sarıklı Müslümanların Ortodoks Metropolitlerinin başlıkları ile, yeşiller giyinmiş Arnavutluk Bektaşi din adamlarını Katolik Kilisesinin bir Kardinali yanında kardeşler hâline geldiğini görmek, hiç görülmüş şey değildi. Bu yerde Ekümenik Patriğin hemen yanı başındaki Müslümanlara Ramazan dolayısıyla tebrikini sunduğunu duymak alışılmadık bir şeydi. Konferansın Genel Asamblesi boyunca, Türkiye Diyanet İşleri Başkanı ile Fener Patriğinin ve diğer Yahudi delegelerle birlikte Baş Haham Şeneier'in yan yana oturdukları görülüyordu."[19]
Bu söz konusu hadis tarafından işaret edilmiş olan kıyamet alâmeti midir? Bir başka deyişle "Kıyamet" yaklaşıyor mu? Bu hususta herhangi bir dinî otorite tarafından hiçbir beyanatta bulunulmadı. Kıyamet, İslâm âleminde, değişik şekilleri altında Hıristiyanlık ve Yahudilikte görmüş olduğu özel ilgi ve kabulü nadiren bulur. Bununla beraber oldukça yakın bir zamanda, dindar Müslümanların bu meseleyi ciddi ciddi düşünmeleri beklenebilir. Müslüman dindarlığı kıyamet söylemine pek eğilimli değilse de, esrarlı söyleme meyyaldir. Onun için Gülen'in Papa ile buluşmasının ardından basında -İslâmcı olduğu kadar solcu basında da! -Gülen'in gizli -in pectore- bir kardinal olduğunu zımnen ima eden makalelerin çıktığı görüldü.[20]
Bir Tahlil Denemesi
Türkiye, tarihindeki dinler arası buluşmalarda zengin bir tecrübeye sahip olmakla haklı olarak övünebilirse de, çağdaş manada kurumlaşmış dinler arası diyalog bakımından henüz emekleme devresindedir. Cumhuriyetin ilk on yıllarında, dinler arası diyalogdan ziyade devletler-arası münasebetler söz konusuydu: Genç Cumhuriyet, büyük ihtimalle, hoşgörülü olduğunun işaretini vermek ve böylece Batılılaşma iradesini göstermek istiyordu. 1967'de bile, Papa ile siyasî sorumluların temasa geçmesi bahis mevzuuydu, İstanbul Müftüsü ise tokalaşmakla yetinmek mecburiyetindeydi. Siyaset, dinî olandan önce geliyordu. Bugünün diyalogunun Müslüman muhatapları çok farklı: Zaman zaman devlet yetkililerinin tasvibiyle hareket eden, konuşmaları meşhur "Türk-İslâm" sentezi ile dopdolu din adamları var artık. Acaba bu belli bir gelişmenin sessizce kabulü mü?
Said Nursi tarafından öngörülen safhaya ulaşmaktan çok uzak olan dinler arası diyalogun hedefleri ve müstakbel süreci henüz belirsizliğini koruyor. Diğer taraftan, dinler arası diyalogdan her birinin beklediği şeyi açık bir şekilde belirleyebilmek de zor. Barışa hizmet için karşılıklı en iyi anlaşma arayışı ortak ideal olarak öngörülüyor, fakat cemaatlerin farklı beklentileri de var: Türk ilâhiyatçılar Hıristiyanlık konusunda bilgilenmeye çalışıyorlar, hâlbuki pek çoğu üstün derecede İslâm uzmanı olan Katolik ilâhiyatçılar "Türk" İslâm'ını tanımak arzusundalar. Doğu kiliseleri için diyalog, basit bir fikrî çabanın ötesinde, tarihî sebeplerden ötürü tanınmamış olan kimliklerini kabul ettirmenin ve yakın komşuları Müslümanlarla ilişkilerini düzeltmenin bir aracı olabilir. Fethullahçı Müslüman hareketi açısından dinler arası diyalog, dünya çapında yürüttükleri faaliyetlerin olmazsa olmaz bir şartıdır. Diğer Müslüman Türk hareket ve grupları açısındansa, dinler arası diyalog 24 Temmuz 1923 Lozan Anlaşması'nın III. Paragrafı gereğince, Türkiye'deki gayrimüslim azınlıkların faydalandıkları hukukî statüye benzer bir duruma fiilen erişmenin yolları arasında yer alabilir.[21]
Gerek iç ve gerekse dış siyasetin gelgitleri bu münasebetleri etkilemekten geri kalmıyor: Fener ve Ermeni patrikhanelerinin durumları bu konuda tipik örneklerdir.[22] Misyonerlik yapmakla veya ortadaki çatışmaları ve şimdiki gerginlikleri fitillemekle itham edilmek endişesinden ötürü diyalogun tarafları tedbirli, hatta korkak davranmaya devam ediyorlar.
Şimdiye kadar dinler arası diyalog iradesi, kendi cemaatlerince izlenen Monsenyör Dubois, Patrik Bartholomeos, Fethullah Gülen gibi karizmatik şahsiyetler tarafından yürütülen daha ziyade ferdî bir tavır alış olarak gözüküyor. Gelecek bize Müslüman Türk toplumunun bütünü itibariyle dinler arası diyalogdan yana olup olmadığını söyleyecek. Resmî teşebbüslere gelince, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın faaliyetleri biraz gecikmiş ve oldukça çekingen gözüküyor. Gerçekten de, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana başkanlık dini konularda inisiyatifi tekelinde tutuyor ve hükümete doğrudan bağlı bulunuyor: Başkanlığın açıklamaları, siyasî nüfuzun çok güçlü etkisinde bulunuyor. Hâlbuki dinler arası diyalogun çağdaş aktörleri, ilâhiyat düzeyinde kalmayı ve politik müdahalelerden uzak olmayı tercih ediyorlar. Bir faaliyet teklifi söz konusu olduğunda Hıristiyan Kiliseleri, çabuk karar alma mekânizmaları bulunan sivil toplum kuruluşlarına müracaat ediyorlar oysa Başkanlığın faaliyetleri için hükümetin oluru gerekiyor. Öte yandan- Avrupa'da idarî birimler, çoğu zaman tarikat veya benzeri diğer gruplara sıkı sıkıya bağlı, bağımsız Müslüman teşekkülleri muhatap almaya ve böylece de Başkanlığın müdahalesinden kaçmaya başladılar. Bazı Avrupa devletleri, Başkanlık tarafından kendi vatandaşlarına rehberlik için gönderilen din adamları, Türklerin içinde yaşadıkları toplumla bütünleşmesine mâni oldukları ve tıpkı millî Kiliseler gibi, millî Müslüman teşkilâtlarla teşriki mesai etmeyi tercih ettikleri kanaatindeler. Hollanda, Müslüman din adamları kadrosunu hazırlamak gayesiyle, Erasmus projesi çerçevesi içinde, bir imam-hatip okulu açmış bulunuyor.[23]
Dinler arası diyalogun şimdiki hâli sanırım bizim iyimser olmamıza imkân tanıyor. Diyaloga girme konusunda Müslüman Türkler tarafından esaslı bir irade var, hâlbuki geçmişte İslâm-Hıristiyan diyalogu umumiyetle tek yanlı bir Hıristiyan teşebbüsü olarak görünüyordu.[24] Gün yüzüne çıkan birkaç çekingen girişim, insanlık için ancak yararlı olabilecek bir yaklaşımın nüvelerini taşıyor: Milletlerarası Barış ve Hoşgörü Konferansı'na (bkz. Yukarıda sözünü ettik) iştirak edenlerin hepsi, öz itibariyle, Allah adına savaşı haklı göremeyeceklerini ve din adına işlenen bir cinayetin dine karşı bir cinayet olduğunu açıklamada ittifak ediyorlardı.[25] Bu umutlara rağmen, dinler arası diyalogun hâlâ art niyetler, entrika girişimleri saklamasından ve komplo teorilerine dayanan sert ret tepkiler görmesinden korkulmalıdır. Papa VI. Paul'un ziyaretiyle ilgili basında çıkan yorumların o sıralar bundan Türk turizminin ne gibi yararlar sağlayabileceği üzerine odaklanmış olduğunu burada hatırlatalım. Aynı şekilde bugün, Denizli şehrinin yetkilileri 2000 yılında "inanç turizmi" düzenlenmesi için Hıristiyan din otoriteleriyle temasa geçmek istediklerinde, (Fethullahçı) Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'na müracaat ediyorlar. Vakıf da fırsatçı davranışlarından dolayı onları kınamakla birlikte kendilerine yardımcı oluyor. Din ayırımı yapmaksızın söyleyelim ki Müslüman tarafında olduğu kadar Hıristiyan tarafında da bazen suya sabuna dokunmaz görünen bir konuşmanın bile zaman zaman apaçık bir din yayıcılık gayreti taşıdığı oluyor. Öbür taraftan, aşırı solcu (maoist) bir fraksiyonun haftalık propaganda dergisinde, gelişen dinler arası diyalogun gerisinde Vatikan'ın gizli emperyalizminin yattığı iddia ediliyor ve çok sert bir üslûp ve ifadelerle Amerikan oyunlarından dem vuruluyor.[26]
Bundan böyle "küresel köy" demek âdet haline gelmiş olan şu dünyada temas her hâlükârda kaçınılmazdır. Yabancı şirketlerin ve yatırımların sayısı günden güne artıyor: İstanbul'un ve daha bir çok şehrin sokaklarında rastlanılan bütün bu yabancıların sadece bir kültürleri, bir dilleri, bir yemek alışkanlıkları... değil, aynı zamanda ve çocuklukla bizimkinden farklı bir dinleri bulunduğunu da bilip anlamanın zamanıdır.[27] "Başkası"nı tanımanın dayanılmaz eğilimi, zengin bir ortak değerler ve de kavramlar mirasının keşfine götürebilir, bu da ön yargıya dayalı farklılıkları ve başkalıkları gölgede bırakır. Büyük batılılaşma çabası ve Avrupa Birliği'ne alınma arzusu içindeki Türkiye Batı medeniyetinin Yahudi-Hıristiyan veçhesi karşısında lâkayt kalamaz. Büyük çoğunluğu itibariyle Müslüman olan ve siyasî-hukukî laik bir yapıya sahip bulunan Türkiye, Batı medeniyetinin Yahudi-Hıristiyan veçhesi karşısında lâkayt kalamaz. Büyük çoğunluğu itibariyle Müslüman olan ve siyasi-hukuki laik bir yapıya Batının toplumla ve politikayla münasebetleri bakımından dinini -dinlerini- tanımaya ve böylece de Batının geçmişinin tecrübesini göz önünde bulundurmaya davet ediliyor, üstelik belki başka bir Müslüman ülkeden çok daha fazla.[28] Belki de burada söz konusu olan, "din, mezhep ve kültür çoğulculuğunu insanın vazgeçemeyeceği bir zenginlik kaynağı şeklinde, dış dünyaya açılan bir pencere niteliğinde ve insan deneyimini zenginleştirmenin bir aracı tarzında yada demokratik bir toplumun esası ve laik devletin temeli olarak kabul etmeye karşı bir meydan okumadır...."[29] Bu sorgulamalar diyalogun bütün tarafları için ancak yarar sağlayabilir: "Hıristiyanlar ile Müslümanlar birbirlerinden pek çok şey öğrenebilirler. Birbirlerine karşı bir dosdoğru yaşama meydana okuma yapabilir ve durmadan öğütleye geldikleri büyük maneviyat âlemlerini ve ahlâkı fiiliyatta da gerçekleştirebilirler."[30]
[2] Clément, Olivier, La vérité vous rendra libre. Entretiens avec le Patriarche œcuménik Bartholomé l er (Hakikat Sizi Hürriyete Erdirecek, Ekümenik Patrik I. Bartholomeo ile Görüşmeler, J.-C. Lattés, Desclée de Brouwer, 1996, s. 281.
[3] Bkz., Hasan Ünal, "Komplo Teorilerinin Dışına Çıkmak", Radikal, 18 Kasım 1997; Cengiz Aktar, "Türkiye'nin Uluslararası Politikada Söz Sahibi Olması İçin Önemli Bir Etken- Patrikhaneye Tavır Değişmeli", Milliyet, 24 Ekim 1997; Cengiz Çandar , "Patrik ve Fethullah Hoca", Sabah, 7 Nisan 1996.)
[4] Bkz. Cengiz Çandar, "Patrik ve Fethullah Hoca", Sabah, 7 Nisan 1996.
[5] Bkz. Hadi Uluengin, "Sivil Dinler Buluşurken", Hürriyet, 11 Nisan 1996.
[6] Avni Özgürel ile görüşme, "Mürteci mi, Çağdaş Müslüman mı?", Radikal, 21 Haziran 1998.
[7] "Patrikhaneden Bayram Yemeği", Radikal, 11 Ocak 2000.
[8] Dışişleri Bakanlığı yetkililerine göre, Gülen'in resmî olarak karşılanması hiçbir şekilde olağan değildir ve Bakan'ın bizzat iznini gerektirmiştir. Eski Büyükelçi Şükrü Elekdağ'a göre, Papa Gülen'in şahsıyla ilgili mutlaka araştırmalar yaptırmış ve onun eğitim konusundaki başarılarını, laikler nezdinde bile gördüğü desteği ve uzlaşmacı niyetini öğrenmiştir. Türkiye resmî bir daveti reddetmiş olsaydı Vatikan ile ilişkilerin bozulması tehlikesiyle karşı karşıya kalmış olurdu. Bkz. Özcan Ercan, "Ilımlı İslam'a zeytin Dalı mı", Millîyet, 12 Şubat 1998.
[9] "Medeniyetler Buluşması", Mehmet Kamış, Aksiyon, S. 167 (14-20 Şubat 1998), s. 27.
[10] "Hocaefendinin Papa ile Yaptığı Konuşmanın Metni", Aksiyon, S. 167 (14-20 Şubat 1998), s. 30.
[11] Özcan Ercan, "Ilımlı İslam'a Zeytin Dalı mı?", Millîyet, 12 Şubat 1998.
[12] Niyazi Öktem ile görüşme, Mehmed Gündem, Zaman, 15 Şubat 1998.
[13] Aslında, Ermeni-Azeri çatışması bağlamında dinlerarası diyalog, söz konusu çatışmanın dinî hiçbir yanı olmadığını ifade eden ve Ermeniler ile Azeriler arasında diyalog kurulması için milletlerarası mahfilleri girişimlerde bulunmaya davet eden Eçmiadzin'den Ermeni Patriği 2. Karekin, Moskova'dan Patrik Aleksis ve Azerbeycan'dan Şeyhülislam Paşazade'nin bir araya gelmesiyle daha önce 1995 Haziran ayında başlamıştı. Bkz. "Azerilerle Çatışma Dinsel Değil. 2. Karekin ile Konuşma", Leyla Tavşanoğlu, Cumhuriyet, 16 Mayıs 1996.
[14] Bkz. Harun Tokak, "Fethullah Gülen. His Meeting with the Pope, and the Turkish Media Reaction (Fethullah Gülen. Papa ile Buluşması ve Türk Medyasının Tepkisi), (Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından dağıtılan fotokopi), s. 4. Tokak, Arap-İsrail çatışmasının Batı'nın İslâm'ı siyasî ideoloji olarak görmesine katkıda bulunduğunun ve Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanların Hz. İbrahim'in imanına dayalı müşterek hayli şeyleri olduğunun daha yeni farkına vardıklarının altını çiziyordu (age. s. 13).
[15] "İnsanın Mayasındaki Güzelliğe Güveniyorum", Fethullah Gülen ile konuşma, Aksiyon, S. 167 (14-20 Şubat 1998), s. 29.
[16] Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, s. 141. Bkz. Aksiyon, S. 167 (14-20 Şubat 1998), s. 31.
[17] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 54. Bkz. Köprü, S. 116 (Kasım 1987), s. 11.
[18] Yukarıda zikrettiğimiz birinci paragraf, düşman olarak damgalanmış olan dinsizlere karşı bir İslâm-Hıristiyan ittifakını öngörür. Böyle bir teşebbüs laik bir devlet içinde en azından arzu edilmez gözüküyor, bu da dinlerarası diyalog konusunda Cumhuriyetin çekincelerini izah edebilir. İkinci paragrafa gelince, burada görülen din yayıcı yaklaşımın, diyaloğun Hıristiyan kesimi tarafından hiç tasvip görmeyeceğini söylemeye hacet yok. Bkz. Mesela, Jacob, "Les relations... İlişkiler...", s. 116.
[19] Bkz. Pésence, Mart 1994, (zikreden Jacob, "Les relations..."), s. 111.
[20] Biz bu terimle ilâhiyat doktrini olarak dini değil, bir topluma has dinî zihniyeti kastediyoruz.
[21] Bkz. Ahmed Réchid, "Türkiye'de Geçmişte ve Hâlihazırda Azınlık Hakları", Revue Générale de Droit International Public, c. 42, 1935; Emre Öktem, "Azınlıklar Meselesinin Tarihî Gelişimi ve Türkiye'de Azınlıklar Konusunda Lozan Anlaşmasıyla Kurulan Rejim", Turkish Revew of Balkan Studies, 1996/97, s. 3.
[22] İlginç olduğu için kaydedelim ki yeni Ermeni patriğinin seçimi ve boş kalan patriklik koltuğunun durumu ile ilgili kriz (yaz 1998) sırasında, (Ekim 1998'de patrik seçilen) Monsenyör Mutafyan, eserleri İslâm-Hıristiyan ilişkileri hakkında teolojik ve felsefî düşünceler bakımından zengin, seçkin hukukçu ve Müslüman düşünür Prof. Hüseyin Hatemi'nin hukukî desteğinden yararlanmıştı. Bkz. Hüseyin Hatemi, Batılılaşma, Bir Yayınları, 1987 İstanbul.
[23] Bkz. Avni Özgürel, "Diyanetin Dünü ve Yarını", Radikal, 22 Haziran 2000; Avni Özgürel, "Diyanet ve Avrasya", Radikal, 1 Ağustos 2000.
[24] Bkz. Etienne Renaud, "Müslümanlar Tarafından Görülen İslâm-Hıristiyan Diyaloğu", Islamochristiana, S. 23, 1997, s. 111.
[25] Jacob, "Les relations...", s. 111.
[26] Erkin Aytunç, "Diyanet'ten İsa Propagandası"; Nail Bulut, "Diyanet'i Diyalog İçin Ecevit ile Özkan Görevlendirdi", Aydınlık, 6 Ağustos 2000, s. 6-7. Diyanet İşleri Başkanlığı, Ekim 2000'de, Efes'te bir oturumu "İsa'nın dili Aramca"ya hasredilecek olan bir diyalog sempozyumu düzenlemeyi tasarlıyor. Aydınlık dergisi şimdiden Başkanlığı "İsa'nın dilinde propaganda yapmak"la itham ediyor!
[27] Basın Ankara'da büyük bir Protestan kilisesinin inşa edileceği haberini verdi. Protestan misyoner faaliyetleri gerçekten de şu son senelerde, bazen başarısız olmakla birlikte, fevkalâde gelişme gösteriyor. 17 Ağustos 1999 depreminden sonra, birçok Protestan teşkilâtı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin içtihadında tarif edildiği şekliyle "suistimale dayalı din yayıcılık" niteliği taşıyabilecek faaliyetleri deprem bölgesinde yürütmüşlerdir. Bkz. Kokkinakis C., Yunanistan, 14307/88, 25 Mayıs 1993 kararı, "....bir dine girmelerini sağlamak gayesiyle, çaresizlik veya ihtiyaç içindeki kişilere maddî ve sosyal avantajlar sunan veya suistimale dayalı bir baskı icra eden faaliyet (şekline bürünebilen, gerçek Hıristiyanlaştırmanın) bozulması veya saptırılması..."
[28] Amerikan siyaset bilimcisi, özellikle Türkiye konusunda uzmanlaşmış, Rand Carporation üyesi Graham Fuller 1995'ten Lan Lesser'le birlikte A sense of Siege: The Geopolitics of Islam and the West (Westview Press, Inc. U.S. 1995) adlı bir kitap neşretti. Kitapta ileri sürdüğü fikirler konusunda Türk gazeteciler tarafından kendisine sorular yöneltilen Fuller, Batılıların "Ilımlı İlâm" ile diyaloğa girmelerinde yarar olduğunu tekrar dile getirdi. Fuller, Huntington'un medeniyetler çatışması tezini reddediyor. Fuller'e göre, askerî, psikolojik, siyasî, ekonomik, sosyal, tarihî mahiyetteki çatışmalar, dinî çatışmalar kılığı içinde kendini gösterir. Hakiki çatışma Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında değildir. Bkz. "Çelişki Muhammed ile İsa arasında değil", Graham Fuller ile görüşme, Şahin Alpay ve Nilüfer Kuyaş, Millîyet, 21 Ağustos 1995.
[29] Saud al Mawla, Etudes arabes, S. 88-89, 1995/1-2, s. 57, zikreden Renaud, "Le dialogue islamo-chrétien...", s. 137.
[30] Aref Ali Nayed, "Dialogical Engagement as Vigilant Remembrence (Dhikr)", Islamochristiana, S. 21, s. 25, 1995. (Biz Etienne Renaud'nun Fransızca tercümesini kullandık, "Le dialogue islamo-chrétien..", s. 128.)
- tarihinde hazırlandı.