Fethullah Gülen ve Kur'an'ı İdrake Açtığı Ufuk
Fethullah Gülen, Kur'ân'ı daha çok hayatıyla tefsir eden biri olarak müstakillen tefsirle uğraşmamış olsa da, tefsir takrir ettiği zamanlarda tutulan notlardan oluşan 'Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar' ve Fatiha üzerine yaptığı derslerden müteşekkil 'Fatiha Üzerine Mülahazalar' isimli iki kitabı, Kur'ân'ı idrak adına onun ufkuna bakmamızda yardımcı olabilir. Onun, ayrıca diğer kitaplarında da Kur'ân ve tefsir ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Bu makalemizde, onun bütün eserlerini tarayarak, Kur'ân ve tefsir adına orijinal görüşlerini kısaca vermek istiyoruz. En azından doktora tezi seviyesinde araştırılması gereken böyle bir konuyu, bir makale çerçevesi içinde bütünüyle ele almak mümkün olamayacağından, ancak aşağıdaki başlıklar altında genel bilgiler vermekle ve Gülen'in yayımlanmış eserlerinde Kur'ân ve tefsirle ilgili yerlere işaret etmekle yetineceğiz:
1. Gülen'in Kur'ân-ı Kerim'i tarifi,
2. Kur'ân'ı okuma ve ondan istifade etme ile ilgili tavsiyeleri,
3. Tefsirle ilgili tavsiyeleri,
4. Kur'ân'ın i'cazı ile ilgili görüşleri,
5. Kur'ân'ın fennî tefsiri ve usûlü ile ilgili görüşleri,
6. Tefsirle ilgili eserlerindeki tefsir metodu,
7. Tefsir usulüne dair bazı meseleler hakkındaki görüşleri.
{mospagebreak title=1-Fethullah Gülen`in Kur`ân-ı Kerim`i Tarifi}1- Fethullah Gülen'in Kur'ân-ı Kerim'i Tarifi
Fethullah Gülen'in eserlerinde Kur'ân-ı Kerim'in değişik açılardan tarifleri yapılmıştır. Burada onlardan sadece birisini alacak ve onun Kur'ân'ı nasıl tarif ettiğini göreceğiz:
Kur'ân, kelime olarak, cem etme, tefakkuh etme, dağınık parçaları bir araya getirip bir bütün hasıl etme gibi manâlara gelir (Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 52)
Kur'ân-ı Kerim, 'Allah'ın Kelâm sıfatından gelmiş olup, O'nun Tekvin sıfatından gelen şu kâinat kitabının bir tercümesidir. Evet, kâinat bir kitaptır. Satırlarıyla, sayfalarıyla, muntazam olarak dizilen bu kitabı okuyacak bir mütalâacı gerekmektedir. O mütalâacı ise insandır ve bu kitabın tefsiri de Kur'ân'dır... Kâinat Kâinatullah, Kur'ân Kelâmullah, insan da Abdullah'tır. Bu üçünün birbiriyle münasebetini tesis eden de ALLAH'tır.' (Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 23-25) '...Kur'ân, bir Şeriat kitabıdır... Kur'ân, bir Hikmet kitabıdır... O, bir kitab-ı ubudiyettir... Kur'ân, bir dua kitabıdır... Kur'ân, Arş-ı A'zam'dan gelmiştir: Bütün Esmâ-i Hüsnâ'nın a'zam mertebesinden gelen Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, Allah'ın en üstün kelâmı (diğer bütün İlâhî kelâmların - kitaplar - üstünde) olup, en mükemmel topluluğa, en mükemmel insanın şahsında tebliğ edilmiştir...' (Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 47-48)
{mospagebreak title=2-Gülen`in Kur`ân`ı Okuma ve Ondan İstifade Etme İle İlgili Görüş ve Tavsiyeleri}2- Gülen'in Kur'ân'ı Okuma ve Ondan İstifade Etme İle İlgili Görüş ve Tavsiyeleri:
Müslüman'ın, Kur'ân'dan en iyi şekilde istifade edebilmesi için O'nu nasıl okuması gerektiği üzerinde düşünmesi gerekir. Bunun üzerinde düşünen az olduğu gibi, tavsiye edileni tatbik edenler ise daha da azdır. Bu hususu vurgulama ihtiyacını duyan Fethullah Gülen, eserlerinde değişik vesilelerle Kur'ân'ı nasıl okuyup anlamak gerektiğine dair metotlar sunmaktadır:
A. Kur'ân-ı Kerîm'i Okumak
İç dinamikleri itibarıyla Kur'ân: 1- Allah'tan dinleme seviyesinde 2- Elçisinden dinleme seviyesinde, 3- Allah ve Resûlü'ne arz etme seviyesinde, 4- Kadirşinas bir kalbin dikkati seviyesinde edâ edildiği zaman, insan duyguları üzerinde beklenen tesiri göstermesi söz konusu olabilir.
Bir de içle alâkalı olsun-olmasın bir kısım dış esaslar vardır ki, bunlar da Kur'ân'ın anlaşılıp hissedilmesinde önemli vazîfeler yüklenirler. Bu meyanda: 1. Okumayı, dilin hususiyetlerine riâyet çerçevesinde edâ etmek. 2- Bu hususları zedelemeden, O'nu kendi mûsikîsiyle tilâvet etmek. 3- Muhtevâ ve iç mûsikîye göre seslendirmek. 4- Yerinde tekrarlarla konsantrasyonun sağlanması gibi hususları sıralayabiliriz. Birinci husus, mutlaka lâzım ve bileni bir hayli çok.. ikincisi, oldukça önemli ama, içi boş birkaç ses sanatkârıyla icrâ edilmekte.. üçüncüsü, bileni ve anlayanı yok gibi.. dördüncüsü ise, fantezi meraklılarının elinde gösteri mevzûu...
'İyi bir eda, tatlı bir sada ve halis bir niyetle okunan Kur'an-ı Kerim, başkalarının da Kur'ân'ı sevmesine vesile olacağı için Allah Resûlü tarafından teşvik görmüştür... Kur'ân, hüzünle nazil oldu. O, mahzun ve münkesir bir kalple okunmalıdır...'(Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 13)
Kur'ân'ın eda olarak okunuşu:...Kur'ân'ın muhtevasını kavrayabilme ve O'nu seslendirebilme önemlidir. Zaten Kur'ân bütünüyle müzikaldir. Önemli olan, muhtevadan hareketle O'ndaki her bir kelimenin istediği seslendirmeyi, konumuna uygun olarak verebilmektir. Meselâ, Kur'ân'da kâfirin konuşması, mağrur, mütekebbir, mütecebbir bir eda ile ve elini kalçasının üzerine koyarak, caka satan bir insan imasıyla verilir. Buna karşılık, meselâ, Zeliha karşısında konuşan Hz. Yusuf olabildiğine kararlı, ürperti içinde ve tok sesli birisi olarak karşımıza çıkar. Ve daha yüzlerce misal... İşte âyet-i kerimeleri okurken, sesiyle bu muhtevaları aksettirebilme önemli bir esastır. (Fasıldan Fasıla, 3/177)
Kur'ân'ın dümdüz okunmasından daha çok muhtevanın seslendirilmesi önemlidir. Bu da musikinin notalarıyla değil, mevzunun akışına tâbi olarak, hâdise ve konuşmaların bizzat içine girerek ve yaşayarak onu okumak demektir. Bu husus, Kur'ân'ın anlaşılmasında en az esbab-ı nüzul kadar önemlidir. (Fasıldan Fasıla 1/195)
B. Kur'ân'ı anlamak
Kur'ân'ı, bugün insanımız gerektiği gibi bilemiyor, hattâ bilme gayreti de göstermiyor. O'nu, sadece namazda ve namaz sûreleri olarak okunan kadarıyla biliyor. Halbuki Kur'ân, okunurken insanın içine sinmeli, okuyan O'nu düşünmeli ve O'ndan bir kısım esintiler duymaya çalışmalıdır. Aksi hâlde, O'nu anlamış sayılmayız. Kur'ân-ı Kerim, Efendimiz'in (sav) ifadesiyle, en az ayda bir defa hatim edilmelidir. Evet hatim, 3-5 güne sıkıştırılmamalıdır. Zira o zaman, düşünmeden okunmuş olur. (Fasıldan Fasıla, 2/170)
Kur'ân, baştan sona mülâhaza edilmeli ve bir bütün olarak ele alınmalıdır. O, bir âyet oradan bir âyet buradan bölük-pörçük anlaşılamaz. (Fasıldan Fasıla 2/170)
Kur'ân'ı anlamak için bir o kadar da Sünnet'in bilinmesi lâzımdır. Yoksa, M. İkbal'in ifadesiyle, çok defa 'Kalpler mümin, kafalar da kâfir' olur. Sünnet, Kur'ân'ın tertibi ve hayata geçirilişini ifade eder. Bu yüzden o bilinmezse, Kur'ân kültürü anlaşılmaz. Anlaşılmadığı için de tabiî olarak hayata geçirilemez. (Fasıldan Fasıla 2 /170)
Kur'ân'ı tebliğ ve temsille mükellef insanların, her âyetten mesajlar çıkartıp, onu hayatlarına tatbik etmeleri gerekmektedir. Bu da, her şeyden önce Kur'ân'ı, kendine nâzil oluyormuşçasına okumakla mümkündür ki, böyle bir okuyuş Kur'ân'ı anlamada merdivenin ilk basamağı sayılır. (Prizma 3/96-98)
Tebliğ insanının gönlü Kur'ân'a göre ayarlanmalıdır. Kur'ân, bu hususu ifade ederken şöyle buyurur: 'Bu Kur'ân, kalbi ona açık olanlar ve gözünü Kur'ân'a dikip ona kulak verenler için bir öğüttür' (50:37). Evet, Kur'ân bir nasihat, bir hatırlatma, bir zikir ve bir uyarıcıdır. Ne var ki, Kur'ân'ın bu yönlerinden istifade edebilmek için, gönüllerin ona karşı açık olması şarttır. Gönlün açık olabilmesi için de, her insanın gözünü Kur'ân'a dikmesi ve kulağını Kur'ân'a vermesi gerekir. İşte bu, bütünüyle Kur'ân'a yönelmek demektir ki, başka türlü de istenen ölçüde Kur'ân'dan istifade edilmesi imkânsızdır... (İrşad Ekseni s. 102-104)
'O ettiklerine sevinen, yapmadıkları şeylerle övülmeyi sevenlerin, azaptan kurtulacaklarını sanma. Onlar için acı bir azap vardır' (3:188). Bu ve benzeri bazı âyetler, her ne kadar Ehl-i Kitap hakkında inmiş ise de, bizim de onlardan alacağımız dersler vardır. Ömer İbn Abdülaziz, bazı ibret âyetlerini sabahlara kadar okuyup ağlardı. O, Kur'ân'ın her âyetine kendini muhatap görüyor ve kendine hitap ediyormuş gibi değerlendiriyordu. Bu âyetlerin bizlere de anlatacağı birtakım hususlar vardır. Bizler peygamber olmadığımız hâlde, ayrıca Kur'ân'ı sanki bize nazil oluyormuş gibi okuyup anlamaya çalışırsak, Kur'ân'ı anlamanın ilk basamağına adım atmış sayılırız... (Fasıldan Fasıla 1/181)
Meselâ, Hz. Musa'yı (as) Kur'ân sayfaları arasında sadece geçmişte yaşamış büyük bir peygamber olarak görür ve öyle takdim ederseniz, ondan fazla istifade edemezsiniz. Yapılması gereken, Hz. Musa'yı (as) kendi devrimize getirmek ve onu aramızda hissetmektir. Evet; Kur'ân'ı mütalâa ederken, her bir kelimesinin kendimize ve kendi devrimize baktığını düşünmeli, sürekli büyüyen dalgalar gibi her an inkılâplar yapacak olan Kur'ân ile aramızdaki yabancılığı mutlaka atmalıyız. Evet, Kur'ân okurken, Kur'ân'da anlatılan vakaların cereyan ettiği devirle, kendi devrimiz arasında münasebetler kuramazsak, Kur'ân'ı kendi derinlikleri ölçüsünde anlayamayız. (Fasıldan Fasıla 1/188)
Allah (cc), Kur'ân'da kıssaları bize anlatmakla, kıyamete kadar devam edecek olan küllî bir kısım kanunların ucunu göstermektedir. Yani böylesi hâdiseler, Hz. Âdem ile başlamış ve dünyada insanoğlu adına tek bir fert kalıncaya kadar devam edecektir. Zaten Kur'ân'ın kullanmış olduğu malzemeye bakarsak, bunların hiç bir zaman ve mekâna tahsis edilmediğini görürüz. Zaten evrensel bir kitaptan beklenen de budur. Yalnız Kur'ân'a bu gözle bakabilmek için âyetleri hususi bir çerçevede izleyebilmeye ihtiyaç vardır. Kur'ân'ın evrenselliği ve zaman üstü olması açısından da bu yaklaşım çok önemlidir. Aksi hâlde fert, Kur'ân'da zikri geçen bu olaylara olup bitmiş kıssalar nazarıyla bakar, öyle okur ve geçerse, ondan istifade de o nispette olur. (Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar,. 2/331-332)
Kur'ân-ı Kerim'in manâsını tam anlayabilmek için kelimelerin manâlarını, onlara dayalı yan manâları, mâsadak oldukları hususları ve delâlet ettikleri cihetleri anlamak şarttır. Bunlar bilindiği zaman Kelâmullah'ın her bir âyeti, gökteki bir sistem veya bir yıldız gibi uzaktan uzağa bize göz kırpmaya başlayacaktır. (Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 200)
Mealler Okunmalı mı?...Her insanın Kur'ân'dan istifadesi, biraz da O'ndan istifade tekniğini bilmesine bağlıdır. Başta, Kur'ân'dan tam istifade edebilme tekniği ile alâkalı şu husus zikredilebilir. İyi Arapça bilenler yılda en az birkaç kere Kur'ân'ı iyi hazırlanmış meallerden takip etmeli ve eski malûmatlarını taze tutmaya çalışmalıdırlar. Arapça bilmeyenlere gelince, şahsen onların meal okumalarını tavsiye etmem. Onlar, Kur'ân'ı mutlaka tefsirlerden öğrenmeye çalışmalıdırlar. Günümüzde yazılan Türkçe birçok tefsir var. Bunlardan akide bakımından sağlam ve Ehl-i Sünnet görüşünü tam aksettiren herhangi bir tefsiri okumakla, zannederim Kur'ân'ın muhtevası hakkında, belli ölçüde de olsa, bilgi edinmek ve malûmat sahibi olmak mümkün olur. Eğer, Arapça bilmeyenler, tefsir okuyacak kadar vakitleri yoksa, en azından Hasan Basri Çantay'ın meali gibi açıklamalı bir meal okumalıdırlar. Aksi hâlde, eldeki meallerle yetinmeleri onları aç-susuz bırakacağı gibi, bir kısım şüphelere de atabilir. Hele, Kur'ân'ı okudukları meallerden ibaret zannedenler için, böyle bir meal okuma, Kur'ân'la hiç ilgilenmemeden daha tehlikelidir... (Fasıldan Fasıla 2/117)
Kur'ân'dan mükemmel olarak istifade edebilmek, O'nunla tam konsantrasyona bağlıdır.. evet O mükemmel vericiye karşı, elde bir almacın olmasına bağlıdır. O'nunla frekans paylaşımı şarttır... İçimizde onun hafızları olabilir. Fakat bütün bu okuyup ezberlediklerimiz, bizde, hayatımızı yeniden gözden geçirme fikrini uyarmıyorsa, O'ndan istifade edememişiz demektir. Allah Resûlü'nün beyan buyurduğu gibi: 'İnsanlar öyle bir dönemi idrak edecekler ki, Kur'ân bir vadide, onlar da bir vadide bulunacaklar.' Evet, Kur'ân'ın bize bir şeyler ifade edebilmesi, O'nu Sahabe anlayışı, Sahabe felsefesi ve idraki ile algılamaya bağlıdır... (Fasıldan Fasıla 3/155)
Kur'ân'ı anlamak için: ...İnsan, her zaman kendisini dinlemeli, günde birkaç defa kendi içine yönelerek nefis muhasebesinde bulunarak, ruhunun feryatlarına kulak vererek, nefsinin elinde, bütün bütün zebun olmadan kurtulmalıdır ki, Kur'ân'ı anlayabilsin. Zira kendini anlamayan insan, Kur'ân'ı da anlayamaz.. evet içte derinleşme, Kur'ân'ı anlamaya bir ihzariye (hazırlık) nevindendir. (Zaman, Akademi sayfası, 25.06.97)
İnsan, kalb ve kafasını Kur'ân'dan uzak tuttuğu için Kur'ân müessir olmamaktadır. Hislerini Kur'ân'a karşı yabanileştiren, his, fikir ve kalb âleminde o İlâhî Hitaba yer ayırmayan insan elbette Kur'ân'dan nasipsizdir. Kur'ân-ı Kerim'in ucundan ucundan tuttuğumuz müddetçe Kur'ân bize sırlarını açmayacaktır. Zira bu Kelâm-ı İlâhî, kendisine bütün benliğiyle teveccüh eden âşık gönüllere nur ve feyiz aksettirir. O'nu okumaz, manâsını tedebbür etmezsek, O'nun feyzinden mahrum kalırız...'(Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 1-4)
Kur'ân'ı bütün derinlikleriyle kavrama, aslında her mü'minin vazifesi cümlesindendir. Ancak, buna muvaffak olan insan sayısı bugün oldukça azdır zannediyorum. Kur'ân'ı, bahsi geçtiği şekilde kavrayabilmek için birçok dinamiğe ihtiyaç vardır. Bunlar arasında Kur'ân diline yani Arapça'ya vâkıf olmayı ilk sıraya koymalıyız. Ne var ki, tek başına Arapça bilmek de yeterli değil ve olamaz da. Kur'ân'ı sürekli kendine nâzil oluyor gibi okumak.. Hz. Muhammed'i (sav) tanımak.. Kur'ân'ı tanımak uğrunda ısrarla çalışmalara devam etmek.. saffet, samimiyet ve ihlâsı hiç elden bırakmamak, esbâb-ı nüzûl, usûl-i tefsir gibi ilimleri bilmek.. İlâhî vâridata açık bir sineye sahip olmak.. bilinmesi gerekli şeyler arasında sayılabilir.
Bu arada Seyyid Kutup, Elmalılı, Râzî, Bediüzzaman ve benzeri devâsâ şahsiyetlerin Kur'ân'ı kavramada bizler için çok önemli olduğuna inanıyorum. Bunlar, bizim için düşünme ufkumuzu açacak, yaklaşım metodolojisi gösterecek ve böylece yola başından değil de belki de ortadan girmemizi sağlayacak, zaman kaybımızı önleyecektir.' (Fasıldan Fasıla 4/82-83)
{mospagebreak title=3-Fethullah Gülen`in Tefsirle İlgili Tavsiyeleri}3- Fwthullah Gülen'in Tefsirle İlgili Tavsiyeleri
Gülen, Kur'ân tefsiri yapan kimselerin dikkat etmesi gereken hususları değişik vesilelerle dile getirmiştir. Bu hususları özet olarak şöyle zikredebiliriz:
Kur'ân-ı Kerim'in sûre ve âyetleri arasında çok ciddî bir münasebet ve alâka vardır. Sanki Kur'ân, bir anda ve tek bir mesele için inmiş gibi bir tenasüp arz etmektedir.' (Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 96) Bundan dolayı, tefsir yaparken, 'Kur'ân âyetleri, siyak ve sibaklarına dikkat edilmeden ele alınıp değerlendirilirse hata edilir. Çünkü Kur'ân'da ele alınan bir konu, her defasında çok değişik buudlarıyla anlatılır. Aynı konunun anlatıldığı farklı farklı yerlerde meseleye hep değişik perspektiflerden yaklaşılmıştır. Bu sebepledir ki, Kur'ân-ı Kerim'in konularına göre yapılan fihristlerden istifade ederek varılacak hükümler eksik ve hatadan hâli olamaz. (Fasıldan Fasıla 1/185)
Kur'ân, Sahabe'den bu yana büyük ölçüde usûl-i tefsir çerçevesinde yorum ve tefsire tâbi tutulmuştur. Tabiî, tefsir derken onun da bir sürü şartı ve usûlü vardır. Bu arada, re'y ile tefsiri küfür sayanlar olmuştur. Tefsirde ilk misal Efendimiz'dir (sav). Bu itibarla, önce O'nun hayatına bakılıp, model çıkarılmalı, sonra Sahabe'ye müracaat edilmeli, sonra da, insan aklı, insan düşüncesi ve insan muhakemesinin bir hikmet-i vücûdu olabileceği mülâhazasıyla Kitap ve Sünnet atkıları arasında re'y örgülerine gidilmelidir. (Fasıldan Fasıla 2/169)
Mev'ize, makam-ı hitapdır; orada çok ince tahliller yapılabilir. Meselâ, Neml Sûresi ele alınırken, karınca ile alâkalı son ilmî tespitler anlatılabilir. Sûrenin mukattaa harfleri ile başlamasının nükteleri dile getirilebilir. Fakat, asıl maksad-ı İlâhî unutulup da sarı karınca veya kızıl karıncaya girilerek teferruata dalınırsa, âyetler arada kaynayıp gider. Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerini zaaflarımıza âlet etmemeliyiz. (Fasıldan Fasıla 1/188)
Kur'ân tefsirinde bir ölçü: Yaş ve kuru her şey, Kitab-ı Mübin'de vardır (6:59). Zerreden kürreye her şeyi birbiriyle münasebet ve âhenk içinde yaratan Cenab-ı Hakk'ın muhit İlmi'nden gelen Kur'ân'da her şeyin bulunması gayet tabiî ve normaldir. Ancak Kur'ân-ı Kerim'i tefsir ederken her zaman dengeli olunmalıdır. Meselâ, insan anatomisinin ortaya koyduğu en son buluşlarla Kur'ân'ın bir âyeti omuz omuza verse, bu âyet, o ilmî hakikatle telif edilirken ve bu telif ışığında tefsir yapılırken mutlaka çok dikkatli ve ihtiyatlı olunmalıdır. Değişik ihtimalleri hesaba katmadan kesinlik kazanmamış bir meselede, 'bunun manâsı sadece budur' dediğimizde, pek çok yanılma noktasının ortaya çıkması mukadderdir. Tefsir kitaplarına bakıldığında bunun bir hayli örneği görülebilir. Hangi devirde yazılırsa yazılsın, en büyük hataya düşen müfessir, devamlı gelişen ilimler karşısında 'bu âyetin manâsı kesinlikle budur' diyen tefsirci olmuştur. Bu sebeple, âyetleri muhtemel bulundukları değişik ihtimaller içinde ele alıp 'böyle bir manâ da olabilir, şöyle bir manâ da olabilir' şeklinde tefsir etmek daha doğru olsa gerek.
Kur'ân'ın psikolojik tefsiri: Kur'ân-ı Kerîm'in pisikolojik tefsiri bugüne kadar hiç yapılmamış bir tefsir çeşididir. Merhum Seyyid Kutub, tefsirinde nispeten psikolojik tahlillere yer vermiş ama, Kur'ân-ı Kerîm'in bir bütün olarak psikolojik tefsiri henüz gerçekleştirilememiştir. Bu, çok önemli bir meseledir ve Kur'ân'ın ayrı bir mu'cizesi olarak da değerlendirilebilir. Zira, Kur'ân-ı Kerîm'de bir mesele değişik yerlerde tekrar tekrar ele alınır ve farklı malzemelerle ifade edilir. Bu ilk etapta basit bir tekrar gibi gözükebilir ama, mevzuu tahlil edince, her tekerrürde bir makam ve malzeme farklılığının olduğu görülür. Tabiî buna bağlı olarak da O'nun farklı farklı mesajlar ihtiva ettiği müşahede edilir. Evet, Kur'ân-ı Kerîm âdetâ değişik kavimlerin seslerini, soluklarını, feryatlarını, çığlıklarını, davranışlarını ve değişik devirlere ait farklı cemaatlerin hususiyetlerini bir aynada aksettiriyor gibidir. Anlatılan olayların tarihî sebeplerini ve tarih felsefesini bilmek, milletleri karakterleriyle tanımak, kavimlerin bedeviyetten medeniyete ulaşma yolculuğunda hangi peygamberlerle hangi devreyi yaşadıklarını görmek ve netice olarak da Hz. Muhammed'e (sav) kadar geçen devreleri bir bir gözden geçirmek suretiyle Kur'ân'da anlatılan hâdiselerin kahramanlarını tahlil etmek, insanın önünde çok farklı ufuklar açacaktır. (Fasıldan Fasıla 1/195)
İnsan Eksenli Kur'ân Tefsiri: İnsanlar, insanı bütün hususiyetleriyle izah ve şerh edemez. Onu, sadece ve sadece Allah (cc) şerh edebilir. Onun mahiyetine bir kısım his ve letaif, Cenâb-ı Hak tarafından şifrelenmiştir. Kur'ân, kâinat gibi insanın da biricik yorumcusudur. Bu itibarla da insanin içi ve dışı, bütünüyle Kur'ân'da mevcuttur denebilir. Onun her dakika geçirdiği ruhî tavırlar, uğradığı psikolojik tezahürler, bütünüyle Kur'ân'da şifrelidir. Neslimizin yeniden Kur'ân'a dönmesine, aslına yönelmesine -Allah (cc) yümün ve bereket versin- ve umumi gelişmelere baktıkça, Kur'ân'ın bir küllî tefsirinin bugün olmasa da, yarın muhakkak yazılacağı günlerin yakın olduğuna inanıyoruz.
{mospagebreak title=4-Gülen`in Kur`ân`ın İ`cazı İle İlgili Görüşleri}4- Gülen'in Kur'ân'ın İ'cazı İle İlgili Görüşleri
Kur'ân-ı Kerim mu'cizedir. Mu'cize: Peygamberlerin eliyle, peygamberlik davasını ispat etmek için, Allah'ın yarattığı harikulâde hâllerdir. Mu'cizenin benzerini hiçbir beşer getiremez. Kur'ân, 15 asırdır beşere meydan okumakta ve: 'Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur'ân-ı Kerim'de) az bir şüpheniz varsa, O'nun suresi gibi bir sure getiriniz.' (2:44) demektedir. Fakat beşer hiçbir zaman bunu yapamadı ve yapamayacaktır da. Zira Kur'ân, mu'cizedir.
Fethullah Gülen, eserlerinde değişik münasebetlerle Kur'ân'ın i'caz yönleri üzerinde durmakta ve bunu değişik yönlerden ele almaktadır. Bunları, onun Kur'ân-ı Kerim'in Allah (cc) Kelâmı ve Efendimiz'in (sav) Risâletine En Büyük Şâhid Olduğunun Delilleri' isimli yazısından takip edebiliriz. Burada, Kur'ân'ın Allah Kelâmı olduğunun delilleri zikrediliyor olsa da, bu delillerin her biri, O'nun i'cazının, yani mu'cizeliğinin aynı bir hususiyetidir.
Basit bir tetkik, Kur'ân'ın dil ve ifâde yönünden hiç bir kitaba benzemediğini ortaya koymaya yetecektir. Ayrıca, üslûp, manâ ve muhtevâ bakımından da Kur'ân, eşsiz ve emsalsizdir...
Bizzat Kur'ân-ı Kerîm'de Efendimiz'e (sav) hitaben meal olarak: 'Sen bundan önce ne bir kitap (yazı) okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, şüphe duyarlardı.' (29:48) buyurulmaktadır. Evet, o gün bugündür hâlâ okuyup-yazmışlara, en büyük bilgin ve ediplere, aynı anda tüm insanlığa yönelik olarak meydan okumada bulunan, Kur'ân'ın kendisine indiği okuma-yazması olmayan O Zât'tır. İlimlerin bir bakıma zirveye ulaştığı kabul edilen şu zamanda, fizikçisi, kimyacısı, astronomu, tabibi, sosyologu, edebiyatçısı ile bütün ilim ve edebiyat ehline O Zât, 'Haydi, el ele verin de, fazla değil, Kur'ân'ın sûrelerinden tek bir sûrenin mislini getirin.' diyor. Bu bile, Kur'ân'ın O ümmî Zât'ın (sav) değil de, Allah'ın kelâmı olduğuna kâfî bir delil ve şahit değil midir?
Hangi beşerin sözünde eksik, hata, yanlış, ihtilâf ve tenakuz bulunmaz? Kur'ân ise, bu gerçeğe ve kendisinde en ufak bir ihtilâf ve tenâkuzun olmadığına '(Durup) Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Eğer O, Allah'tan başkasından gelseydi, O'nda çok ayrılıklar bulurlardı.' (4:82) âyetiyle parmak basmaktadır. Allah Kelâmı'nda tenâkuz, ihtilâf, eksiklik ve yanlışlık bulmak isteyen bir takım kendini bilmezlerin yapıp ortaya koydukları şeylere, zannediyorum onların kendileri de inanmamaktadır.
Kur'ân'ın ifade ve beyan tarzı ile, tamamen O'nunla 'boyanmış' bulunan Efendimiz'in (sav) bile ifade ve beyan tarzı arasındaki fark kolayca sezilebilmektedir. Demek oluyor ki, Kur'ân'ın belâgat ve fesahatına ve üstün ifade gücüne hiç bir beşerin ulaşması mümkün değildir...
Kur'ân'ın esrarlı ve i'cazkâr ifadeleri, ne Hz. Peygamberin, ne de başkasının ifadelerine benziyor; ne şiirin, ne seci'in, ne de nesrin sahasına giriyordu ama, kendine has orijinalliği ile herkesi büyülüyordu...
Sadece çöl bedevisinin duygu ve düşüncelerini, onun dar hayatını ifade etmeğe yarayan Arapça, Kur'ân'la birdenbire öyle bir değer ve zenginlik kazandı ki, ilmî, iktisadî, hukukî, içtimaî, siyasî, idarî ve metafizik bütün mevzû ve meseleleri ifade edebilecek bir seviyeye ulaştı. Lisan tarihinde böyle bir hâdiseye rastlamak mümkün değildir...
Acaba şimdiye kadar okumuşu-okumamışı, ilk mekteplisi, üniversitelisi, mütefekkiri, avamı, fizikçisi, kimyacısı ve sokaktaki insanı ile her tabaka, her yaş ve her seviyedeki insanın kapasitesi ölçüsünde anlayıp, hissesini alacağı bir kitap yazılmış mıdır? Ulaşımın bile güçlükle yapılabildiği en ücra köylere ve köşelere kadar her yerde arz-ı endâm edip, güneş gibi herkese ışık saçan tek kitap sadece Kur'ân'dır.
Kur'ân'ın dışında usanmadan birkaç defa okunabilen kitap belki hiç yoktur; fakat Kur'ân'dır ki, namaz içinde ve dışında defalarca okunur, hem de ömür boyu okunur, devamlı hatmedilir; ama hiç bir zaman usanç ve bıkkınlık vermez.
İnsanı maddî-manevî bütün yönleriyle anlatması, hayatın her saha ve safhasına ait bahisler açması, içtimaî, iktisadî, hukukî, siyasî ve idarî bütün problemleri halledici düsturlar getirmesi ve Dünya saadeti yanında Âhiret saadetini, aklın itminanı yanında rûhun da tatminini ihtivâ eden prensipler koyması yönüyle de Kur'ân'ın bir benzeri yoktur.
Kur'ân'a baktığımızda, O'nun nasıl kâinatın başlangıcına ve sonuna, insanın yaratılışına ve gelecekteki hayatına dair kat'i ifadeler kullandığını görür ve ister istemez, 'Bu, bir beşer sözü olamaz.' demek zorunda kalırız...
Bir yazar, daha çok kendi sahasında eserler verir; bilhassa, uzmanlıkların alabildiğine çoğaldığı günümüzde, herkes kendi dar sahasının adamıdır. Halbuki, Kur'ân tarihî, edebî, içtimaî, iktisadî, hukukî, psikolojik, siyasî, askerî, tıbbî, fizikî, biyolojik... kısaca, her sahada prensipler ortaya koymakta, bütün bu sahalardaki temel hakikatleri dile getirmekte, geçmişten ve gelecekten bahsetmektedir. Böyle bir Kitab'ın ümmî ve bugünkü teknik-ilmî imkânların hiçbirine sahip bulunmayan bir Zât tarafından yazılmasını hangi akıl kabul edebilir?
İnsanın kaleminden çıkan her eser, hatta muharref şekilleri ve yönleriyle Tevrat ve İncil bile zamanın aşındırmasından kendilerini kurtaramamış ve değerlerinden çok şey kaybetmişlerdir. Yalnızca Kur'ân'dır ki, her türlü aleyhte çalışmaya, iftiralara, kendinde tenakuz ve yanlışlıklar bulma gayretlerine, tekrarları, ifadeleri ve yazısıyla uğraşılmasına ve ihtiva ettiği hakikatlere zaman zaman dil uzatılmasına rağmen, her geçen gün daha bir taze, daha bir derin ve daha bir anlaşılır olarak zihinlere ve kalblere girmekte ve mutlak hakimiyetini devam ettirmektedir...
Fem-i güher-i Nebevî'den (sav) şeref-südûr olan beyanlara, Kur'ân'ın ifadelerine bakın: Ancak, kâinatın idaresini elinde tutan Zât'a yakışan ifadeleri, peygamber bile olsa bir beşerin beyan edip söylemesi, O Mukaddes Makam adına -hâşâ- uydurması hiç düşünülebilir mi?
Kur'ân'da geçen bazı hitap şekilleri, Allah'tan Resûlü'ne tebliğatta bulunulduğunun bariz misalleridir: 'Ey Nebî, de ki!..' gibi hitaplar sıkça tekrarlanmakta, hattâ 332 yerde (Mu'cem) 'kûl=de!' emri geçmektedir. Dünya çapında en büyük bir mürşid bile irşad ve tebliğ sadedinde, Allah'a ait olan bu kabil tebliğ fermanlarını tayin ve tesbit edemez.
Hangi yazar, başkası adına bile olsa eserinde kendini tehdit eder veya başkasının ağzıyla tehdit ettirir? Bunun da ötesinde, Allah adına söz söylediğini iddia ederken, hiç bu iddiasına halel getirecek bir beyanda bulunur mu? Yine, kendini ithama varacak ifadeleri kitabına alır mı? Halbuki, Kur'ân'da bir insanın kendi yazdığı kitaba alması mümkün görünmeyen beyan ve ifadeler bulunulmaktadır. Demek oluyor ki, Kur'ân hiç bir zaman Efendimiz'in (sav) değil, mutlak surette Allah'ın (cc) kelâmıdır ve eşsizdir. O'nun Allah Kelâmı olduğunu gösteren her bir hususiyeti, aynı zamanda bir mu'cizesidir.
Okuma-yazması olmayan, eline önceden kitap almayan, tabiî ki geçmiş hâdiselerin içinde bulunmayan, kimseden dinlemeyen ve öğrenmeyen bir Zâtın her sahada çok kesin bilgiler vermesi, o Zâtın Allâmü'l-Guyûb olan Allah'ın (cc) Resûlü olduğunu ve O'nun tarafından öğretildiğini göstermez mi?
Kur'ân'da, 'Allah seni insanlardan koruyacaktır' (5:67) ve 'Kur'ân'ı Biz indirdik ve onun koruyucuları da Biziz' (15:9) denilerek, Peygamberimiz'in de, Kur'ân'ın da her türlü tehlike, yıpranma, sû-i kasd ve akla gelebilecek maddî-manevî taarruz ve tuzaklardan mâsun ve mahfûz olduğu açıkça ilân edilmekte ve bu ilân geçerliliğini hâlâ muhafaza etmektedir, Kıyamet'e kadar da edecektir.
Kur'ân'da 15 kadar âyette 'Yes'elûneke= Sana soruyorlar' şeklinde Peygamberimiz'e sorulan sorular bahis konusu edilmekte ve bunlara 'kûl=de' şeklinde başlayan cevaplar verilmektedir. Her birine bir beşerin gerekli cevabı vermesinin mümkün olmadığı çok çeşitli konularda gelen bu soruları cevaplayanın Allah (cc) olduğu gayet açıktır. Çünkü, her soruya en uygun cevabı vermek ve her hâdise münasebetiyle en müsait ve elverişli çözümü muhtevî bir âyet göndermek, hiç bir zaman bir beşerin tâkati dahilinde olamaz. (İnancın Gölgesinde 2/99-115)
Kur'ân'ın mu'cize oluşuyla ilgili özet olarak verdiğimiz bu görüşlerin dışında, Gülen'in, diğer eserlerinde ve kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplar sadedinde de Kur'ân'ın i'cazından bahsettiğini görmekteyiz. Yer darlığından dolayı biz sadece bu yazıların başlıklarına ve sorulara işaretle iktifa edeceğiz:
Kur'ân-ı Kerim ve İlmi Hakikatler (İnancın Gölgesinde 2/116-142)
'Zaman ihtiyarladıkça Kur'ân gençleşiyor' deniliyor, izah eder misiniz?' ve 'Kur'ân, Peygamberimiz'in (sav) beyanı olamaz mı? Değilse nasıl ispat edilir?' sorularına verilen cevaplar (Asrın Getirdiği Tereddütler 2/1-8, 9-25)
'Kur'ân olmuş ve olacak her şeyden bahsediyor diyorlar. Bu, doğru mudur? Doğru ise, günümüzdeki bir kısım fen ve tekniğe ait meseleleri de bunun içinde mütalaa edebilir miyiz?' (Asrın Getirdiği Tereddütler 1/7-16)
'Kur'ân-ı Kerim'de Güneş ve Ay' (Zaman, Akademi sayfası 28 Ağustos 2000)
'Uzayda hayat var mı?' (Zaman, Akademi sayfası 4 Ekim 1999)
'Kur'ân Mu'cizedir' (Fasıldan Fasıla 2/173-175)
5- Fennî Tefsir ve Fethullah Gülen
Günümüzde fazla uygulanan tefsir çeşitlerinden biri de fennî tefsirdir. Fennî Tefsir, Kur'ân ibarelerindeki ilmî meseleleri açıklamaya, onlardan çeşitli ilimleri çıkarmaya çalışan bir tefsir nevidir.
Kur'ân'ın fennî tefsirinde, Kur'ân'ın bütün ilimleri ihtiva ettiği esası ağırlık noktasını teşkil eder. Bu yolu benimseyen kimselerin nazarında Kur'ân, dinî itikadî ilimleri hâvi olmakla beraber, O'nun diğer çeşitli ilimleri de kapsadığı fikri revaç bulur. Bunun neticesi olarak da, Kur'ân'da yer alan Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf ve Tarih'le ilgili bilgilerin yanında Tıp, Astronomi, Jeoleji, Fizik ve Psikoloji gibi ilim dallarına ait bilgilerin yer alması, bir çok ilim adamını, bu açıdan da Kur'ân'a yönelmeye ve yorum yapmaya sevk etmiştir.
Kur'ân'ın dinî ilimler dışındaki tecrübî ilimlerle olan münasebeti, onlara olan tesiri, insanları onları öğrenmeye teşviki günümüzde yeni ortaya çıkmış değildir. İslâm'ın ilk devirlerinden beri bu fikirleri savunanlar olmuş ve bu konuda, risâle, kitap ve tefsirler yazılmıştır.
İslâm'ın daha ilk asırlarından itibaren özellikle tercümeler vasıtasıyla İslâm Âlemine giren ve Müslümanlar arasında yayılarak bir canlılık ve yenilik kazanan Astronomi, Matematik, Tıp, Fizik ve Kimya gibi ilimleri, Kur'ân'daki ilmî, fennî ve kevnî âyetlerin daha iyi anlaşılması için kullanma ve bu ilimler yardımı ile Allah'ın kudretini daha iyi gösterebilme arzusu ve gayreti, fennî tefsir hareketini doğuran sebeplerden birisi ve belki de en önemlisi olmuştur.
19'uncu asırda Avrupa'nın hücumları İslâm âleminde uyanış hareketlerine yol açmış, bunun neticesinde, Kur'ân'dan istihraç edilebilecek ilimler müstakil eserlerde toplanmaya başlamış, Kur'ân-ı Kerim'deki çeşitli ilimlere âit âyetler bir araya getirilerek, yeni ilmî görüşlerle karşılaştırılmışlardır. Bu şekildeki tefsir tarzı günümüzde pek revaç bulmuş ve bu alanda pek çok eserler meydana getirilmiştir. Bunun sebebi de, asrımızda, fennî tefsir yapan müfessirler, bir yandan modern ilmin ortaya koyduğu bilgilerin dinin hakikatini ve gereğini ispat etmesi dolayısı ile, eski müfessirlere nazaran Kur'ân âyetlerini daha geniş ve şümullü ele alarak tefsir ederken, diğer taraftan da yeni keşiflerin ve icatların ortaya çıkarttığı bir takım ilmî hakikatlerin ışığında, eskiden iyi anlaşılmayan bazı Kur'ân âyetlerinin daha iyi anlaşılmasını sağlamışlardır.
Her zaman ve her yerde, meydana gelen bir hareketin tasvipkârları bulunduğu gibi, o hareketi benimsemeyen hattâ ona muhalefet eden cereyanlar da meydana gelir. Fennî tefsir hareketi bazı mütekaddimîn ve müteahhirîn tarafından makbul görülmemiş ve tenkide uğramıştır. Bu hareketin leh ve aleyhinde bulunanlar, görüşlerini desteklemek için Kur'ân âyetlerine dayanmışlar ve herkes aradığını orada bulmaya çalışmıştır.
Bugün Türkiye'de de fennî tefsirin hem lehinde, hem de aleyhinde yazanlar bulunmaktadır. Fennî tefsiri tenkit edenlerin içinde, tenkitlerinde kendilerini haklı çıkaracak şekilde yazanlar bulunduğu gibi, fennî tefsirin her türlüsünün tamamen aleyhinde olanlar da bulunmaktadır. Bazıları her ilmî gelişmenin kaynağını Kur'ân'dan göstermeye çalışırlarken, diğerleri ise makûl ölçülerde, ifrat ve tefritten uzak olarak yapılan fennî tefsirler de dahil olmak üzere hepsini birden reddetmektedirler.
Diğer bazıları ise, fennî tefsirin kaynağının helenizm olduğunu, bu akımın ondan ciddî bir şekilde etkilendiğini iddia etmektedirler. Yani Kur'ân tefsiriyle ilgili böyle ciddî bir konuda ifrât ve tefritler yapılmaktadır.
Fethullah Gülen'in Fennî Tefsir hakkındaki görüşleri
Şimdi de, 'İlimleri Kur'ân'dan, Din'den ve imandan ayrı ve müstakil görmek bir tefrit, Kur'ân'ı müsbet ilimlerin peşinden koşturmak ve onu âdeta bir fizik, kimya, tıb, matematik, astronomi kitabı saymak da bir ifrattır.' diyerek fennî tefsir hususunda mutedil bir yol ile bu iki görüşü uzlaştıran Fethullah Gülen Hocaefendi'nin değişik yerlerdeki yazılarına dayanarak, fennî tefsir hususundaki görüşlerini aktarmak istiyoruz.
Kâinatı ve insanı anlatan bir kitap olarak her şeyi beyan eden Kur'ân'da hiç bir şey eksik bırakılmamış, yaş, kuru her şey, münderecatına dâhil edilmiştir.
Kur'ân'da mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymetine göre her şey vardır:
1- Evet, Kur'ân'da her şey vardır; fakat çapına, azametine, önemine, mâhiyet ve kıymetine göre vardır. Nedir en önemli mes'ele? Tevhid, Nübüvvet, Haşir, kulluk ve ebedî saadeti kazanma, azaptan korunma. Bunlardan başka, Allah'ın kâinattaki icraatı, sanatlarının teşhiri, sıfât ve esmâsının tecellileri, sistem ve kürelerin muhteşem bir nizam ve âhenk içinde bunları ifade etmesi. Bütün bunlar, en ince ayrıntılarına kadar açık seçik anlatılmış; ayrıca, belli devrelerde ortaya çıkacak ilmî gelişmeler ve teknik buluşlar da, ehemmiyet ve kıymetine göre açıkça olmasa da, ya işareten veya remzen Kur'ân'da yerlerini almışlardır.
2- Kur'ân'da her şey vardır fakat, çok defa muhtelif derecelerde ve çeşitli hüviyetlerde içtimaî düsturlar ve içtimaî ve kevnî kanunlar hâlinde vardır. Çok şey de, insanların çalışmasına ve gayretine terettüp eden nüve, çekirdek ve tohumlar hâlinde bulunur.
3- Kur'ân'da her şey vardır ama, herkes her şeyi onda olduğu gibi göremez. Ancak çalışma, tefekkür ve ilhamla erbabının anlayabileceği nişanlar, işaretler, alâmetler ve ipuçları hâlinde bulunmaktadır.
4- Kur'ân'da her şey vardır ama, kendi zâtında gaye ve hedef olarak değil, Sâni'in mârifet ve azameti namına vardır. Zira, Kur'ân'ın asıl ve en birinci vazifesi, insana hem kendi, hem de kâinatın Sahibi olan Zât'ı tanıtmak, kulluk dairesindeki vazifelerini ta'lim etmek, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatını tanzim etmek, ebedî saadeti kazanmasına vesile olmak ve topyekün bir hayatı ve insanlığı kucaklamaktır...
Kur'ân bir fizik, astronomi veya tıb kitabı olmamakla birlikte, bu ilimlere ait meseleler ve kıyamete kadar ilimler adına yapılacak tesbit, teşhis ve keşifler ve insan hayatıyla çok yakın münasebeti bulunan teknik vasıtalar da çaplarına göre çeşitli hüviyet ve mahiyetlerde, bazen bir çekirdek, bazen işaret, bazen fezleke, bazen remz, bazen de formüle edilmiş kanun ve prensipler hâlinde O'nun sayfaları arasında kendilerine yer bulacaklardır...
Kur'ân-ı Kerim'in bütün ilimlerden açıkça bahsetmemesinin sebepleri nelerdir?
1- Eğer Kur'ân-ı Kerim bütün ilimlerden açıkça bahsetmiş olsaydı, bu, O'nun Allah Kelâmı olduğuna daha açık bir delil teşkil ederdi diye düşünülüyorsa, bu yanlıştır. Çünkü, her şeyden önce Kur'ân, modern ilimler kitabı olmadığı gibi, yukarıda temas ettiğimiz üzere takip ettiği esas mevzû da, Dünya ve bilhassa Âhiret saadetini kazandıracak şekilde top yekûn insan hayatıdır...
2- İlimler, tıpkı insanlar gibi doğuş, bebeklik, emekleme, çocukluk, delikanlılık ve olgunluk devirlerini yaşarlar. Önce nazariyeler ortaya atılır, sonra da üzerlerinde yapılan deney, tecrübe ve gözlemlere dayalı çalışmalardan ve muhakemelerden sonra bu nazariyeler, ya çürütülür, ya da o zamanki bilgi ve gelişmeler çerçevesinde doğru kabul edilirler. Çoğu zaman bu doğru kabul ediş bile, belli bir zaman dilimiyle sınırlı kalmaya mahkûm olup, daha sonraki araştırma ve gelişmeler, o doğruları da yalanlar ve neticede ortaya yeni doğrular çıkar. Bu doğruların da zamanla yalanlandığı ve yerlerini yeni doğruların aldığı çok zaman vâkidir... Bu durumda Kur'ân'dan ilimlerin hangi devrinden bahsetmesini isteyeceğiz?
3- 'Herhangi bir asrın, diyelim ki 20'nci asrın insanına o asırdaki gelişmelerden bahsetseydi' denilecek olursa, o zaman da şu mes'eleler ortaya çıkacaktır:
* Kur'ân, belli bir devrin değil, bütün zaman ve mekânların ve bütün insanlığın Kitabıdır; hattâ, insanlarla beraber cinlerin de Kitabıdır.
* Sadece belli bir asrın insanını memnun etmek, Kur'ân'ın cihanşümullüğününe ve ana maksatlarına ters düşer.
* İlimlerin bu asırda ulaştığı noktadan bahsedildiğinde, dünün insanı bundan ne anlayacaktır? Yalnızca bugüne hitap eden bir Kitab, önceki asırlar için nasıl muğlâklık, müphemlik ve anlaşılmazlıktan kurtulabilir?
* 21. ve 22. asırların yepyeni ilmî ve teknik gelişmeleri karşısında, o asırların insanları, Kur'ân'a '20'nci asrın modası geçmiş kitabı' gözüyle bakmayacaklar mıdır?
* Bugün doğru kabul edilen pek çok ilmî faraziyenin bir gün gelip de yanlış tarafları ortaya çıktığında Kur'ân, yanlışlar ihtiva eden bir kitap durumuna düşmüş olmaz mı? Yanlışlarla dolu bir kitabın İlahî Kitap olduğunu kim kabûl eder?
Kısaca, Kur'ân, bütün zaman ve mekânlara ve her seviye ve şarttaki bütün insanlara hitab etmektedir; dolayısıyla dili, üslûbu ve ele alıp, ihtiva ettiği mesele ve mevzûlar da şüphesiz buna göre olacaktır.
4- Kur'ân, ilimlerden mufassalan bahsetmiş olsaydı, acaba ortaya kaç kütüphaneyi dolduracak kadar kitap çıkar, çokları için sıkıcı gelecek bunca kitabı kim usanmadan okur ve bu kadar kitap, ya da bu kadar ciltlik bir kitap, insanlar için nasıl hidâyet ve Dünya-Âhiret saadeti kaynağı olabilirdi?
5- Kendisine akıl, idrak, düşünme, muhakeme, araştırma istek ve kabiliyeti, merak ve ihtiyaç duygusu gibi alabildiğine kompleks ve kullanılmak ve geliştirilmek isteyen nice meleke ve duygular verilen ve Dünya hayatında imtihana tâbi tutulan insana ilimler adına her şey teferruatıyla takdim edilseydi, bu takdirde bunca istidat ve kabiliyetler donatılan bir insan oluşun ne hikmeti kalırdı?...
6- Kur'ân'dan, ruhu, kalbi, aklı, kompleks duyguları, arzu ve istekleri, gayesi, Dünya ve Âhiret hayatı, çok çeşitli problemleri, kulluğu, çok yönlü münasebetleri ve ihtiyaçlarıyla insanı bırakıp da, bir devirde ortaya çıkmış ve her zaman için değişmeye mahkûm bir kısım ilmî meselelerden açıkça ve teferruatıyla bahsetmesini istemek, hem Kur'ân'ı tanımamış olmanın ifadesidir; hem de insanı, insan hayatını ve kâinatı bilmemenin tezahürüdür. İlimlerin ne hakkı var ki, Kelâm-ı İlâhî olan Kur'ân'ın bütününde kendilerine yer verilsin?
Kur'ân ilmî gelişmelerden teferruatıyla neden bahsetmiyor diyenlere kısaca bu cevabı verdikten sonra, şimdi de; Kur'ân hidâyet kitabıdır, fizik, kimya, biyoloji veya tıp kitabı değildir, diyenlere karşı Hocaefendi'nin ne dediğine bakalım:
Kur'ân, insanın yaratılış gayesi ve kendisinin taşıdığı ana maksatlar istikametinde her şeyden kadri, kıymeti, değeri ve manâsı ölçüsünde bahseder. Kâinat kitabının başlıca manâ hüzmeleri olarak ilmî hakikatlere temas eder ve inkâra, bıkkınlığa ve söz israfına yol açmayacak biçimde mecaz, teşbih, temsil ve istiarelerle her devrin, her mekânın, her tabakanın ve her seviyenin insanına -tabir caizse- en hazmedilir komprimeler hâlinde meseleleri takdim eder. Güneş gibidir Kur'ân; mağarada büyüyenle üniversitede yetişene farklı ışık göndermez ama, herkes de ondan aynı derecede ışık alamaz. Ekvatordaki insanla, kutuplardaki insan O'ndan farklı farklı istifade eder..
Kur'ân ve ilimler münasebeti mevzuunda düşülen vahim hatalardan birisi de, Kur'ân'ı mevcut ilimlerin peşinden koşturmak ve onlara tâbi kılmaktır. İlimleri Kur'ân'dan, dinden ve imandan ayrı ve müstakil görmek bir tefrit, Kur'ân'ı müspet ilimlerin peşinden koşturmak ve O'nu âdeta bir fizik, kimya, tıp, matematik, astronomi kitabı saymak da bir ifrattır.
Kur'ân'ı, değişip duran ilimlerin bugünkü seviyesiyle bir görmek, hattâ henüz ispatlanamamış ilimleri Kur'ân'a şahit yapmak ve Kur'ân âyetlerini bu ilmî buluş ve nazariyelere tatbik etmek aynı derecede, hattâ daha büyük bir yanlıştır. Kur'ân âyetleri, yeni ilmî gelişme ve nazariyelerle te'life çalışılmamalıdır. Evet, Kur'ân'ın hakkaniyeti için hemen ilmî mesned ve takviyeler, payanda ve koltuk değnekleri aramaya kalkışmak, O'nu küçültmek olur. Yine, 20'nci asrın, herhangi bir diliminde tespit edilen ilmî bir meseleye, 'Kur'ân bunu anlatıyordu' deyip Kur'ân'dan delil bulmaya çalışmak, ille de pozitif ilimlere Kur'ân'ı teyid ettirmek ve her yeni tespit karşısında 'Kur'ân'da bu da vardı; şu âyet bununla ilgiliydi' gibi iddialarda bulunmak, ilimler karşısında içine düşülen bir kompleksin ve Kur'ân'ı ikinci derecede görmenin ifadesidir...
Evet, sürekli sarsılan ve değişen müspet ilimlerin arkasından, sarsıntı ve değişme nedir bilmeyen o Muallâ Beyan'ı koşturmamalı ve O'nu ilimlere uydurmaya çalışmamalıyız. Nedir öyleyse yapılması gereken?
1- Kur'ân'ın ilmî gelişmelere değil, ilmî gelişmelerin Kur'ân'a tevfîkini takip etmeliyiz.
2- İlmî gelişme ve buluşları Kur'ân'ın arkasından koşturmalıyız.
3- İlmî gelişme ve buluşların karşısına Kur'ân'ı bir endam aynası olarak koymalıyız, yani: 'Ey ilimler, işte bakın, siz esas ve özünüzü bu Kur'ân'da bulacaksınız. Zira, Kur'ân sizin nihaî şeklinizi ve varacağınız hakikati haber vermekte ve kaderinizi çizmektedir. Bakın da, gerçek şekil ve mahiyetinizle bu Kur'ân'da kendinizi görün. Eğer, daha henüz bu seviyeye gelememişseniz, haydi çalışıp-çabalayın ve Kur'ân'daki nihaî şeklinizi ve gerçek mahiyetinizi kazanmaya bakın.' demeliyiz.
Âyet ve hadisleri ilimlere göre açıklamaya çalışırken, daima 'fîhi nazar' deyip, daha başka ihtimalleri nazara alarak ihtiyatı elden bırakmamak lâzımdır. Pozitivizm ve rasyonalizmin bir çok tenkide maruz kalıp eski güvenirliliğini kaybettiği günümüzde, âyet ve hadisleri pozitif ilimlere tatbik etmek ve onların ardı sıra koşturmak, bırakın âyet ve hadise parlaklık kazandırmayı, tam tersine âyet ve hadise karşı bir cinayettir.
Kur'ân'ın hakikat adına söyleyip de, geri çark ettiği hiç bir mesele yoktur ve olamaz da. Eğer, ilmî bir meseleyi Kur'ân'la tenakuz hâlinde görüyorsak, bu demektir ki, ya biz Kur'ân'ı yanlış anlıyoruz, ya da ilim o meselede yanılmaktadır.
'Onlara âyetlerimizi dış âlemlerde ve kendi içlerinde göstereceğiz ki, O (Kur'ân)'ın hak olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabb'inin her şeye şahit olması yetmez mi?' (41:53). Evet, âyette 'Senürî' kullanılmakla, Sahabe'ye: 'pek çok âyetlerimizi siz henüz bilmiyorsunuz, onları ileride göstereceğiz', 'hüm' kullanılmakla: 'size değil, onlara, başkalarına, sonra geleceklere göstereceğiz' ve 'yetebeyyene' kullanılmakla da, 'belki hemen değil, peş peşe gelen ve birbirini tamamlayan araştırmalar ve telâhük-ü efkâr neticesinde Kur'ân'ın hak olduğu ortaya çıkacak.' denmektedir.
İlimler, şimdilerde henüz emeklemekten kurtulup ayakta durmaya çalışmaktadır. Şimdiye kadar ileri sürülen onca nazariyeden belki pek azı hakikat olarak ortaya çıkmış ve Kur'ân'la tetabuk edebilmiştir. İleride her sahada alınacak mesafelerle Kur'ân'ın daha pek çok hakikatlerine yaklaşılacak ve ilimlerin ortaya koyacağı gerçekler, Kur'ân'da ifadesini bulup, artık değişmez gerçekler olarak kalacaklardır.
l- 'Fennî tefsir ezilmişliğe, geri kalmışlığa bir reaksiyon ve halkın bu husustaki beklentilerinin bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır.', diyenlere karşılık Hocaefendi, fennî tefsirin veya Allah ve Kur'ân'ı anlatırken ilimlerden istifadenin ezilmişlikten, geri kalmışlıktan veya halkın beklentilerinin neticesi olarak değil, bir ihtiyaçtan kaynaklandığını söylüyor. Fakat bununla beraber, tenkit edenlerle bir noktada da birleşiyor ve bu işi yaparken aşağılık kompleksine girilmemesi gerektiğini özellikle vurguluyor. 'Rabbimizi, dinimizi anlatmak için ilimlerden istifade lüzumlu mudur? Lüzumluysa, mahzurlu tarafları var mıdır? Bu mevzuda istikâmet ne olmalıdır?' (Asrın Getirdiği Tereddütler 3/128-129) şeklinde kendisine sorulan bir soruya verdiği cevabı bu hususta örnek gösterebiliriz.
Kur'ân'ı anlama ve yorumlamada ilimleri kullanmanın yol açabileceği önemli muhataralar:
1- İlimler, ilim adına ilim yapmak için ve çalım satarak anlatılmaz. Evet, orijinalite yapma hava ve edası içinde Kur'ân ve iman adına ilmî hakikatlerden bahsedilmez.
2- İslâm Dünyası'nın son yüzyılda maruz kaldığı yıkımın ve çok mühim şahısların bile içine yuvarlandığı fikrî, ruhî krizin temelinde bir bakıma, pozitif ilimler karşısında aşağılık kompleksine kapılma yatmaktadır. Evet, 'şu ilmî hakikat Kur'ân'da da geçiyor; İslâm bunu 14 asır önce ortaya koymuş' gibi aşağılık kompleksinden kaynaklanan tavır ve davranışlar içine girmek, Kur'ân ve iman adına büyük bir hatadır.
3- Herkes ilim ve teknikten bahsediyor diye, herhangi bir komplekse kapılıp, bu duygunun sevkiyle İslamî mevzûları anlatma gayretine girmek katiyyen doğru değildir. (Asrın Getirdiği Tereddütler 3/130-131)
Her şeyi açık ve seçik, ayan beyan anlatan bu Kitab-ı Mübîn'de her şey vardır. Nasıl vardır? Ezelden ebede kadar, her şeyi bir sistem içinde yapan, sisteme koyan, âhenk içinde işleten, zerreden küreye, insanlık âleminden kâinatlara kadar her şeyi ciddi münasebet içinde, fakat çarpıştırmadan, vuruşturmadan, müsademe ettirmeden, âhenk içinde yaratan, âhenk içinde sürdüren Allah'ın Muhît isminden gelen Kur'ân'da, her şeyin bulunması kadar tabiî bir şey tasavvur edilemez.
Fennî tefsiri tenkit edenler, 'bu hareketi bir zaaf olarak ve Kur'ân'ı kendi dönemlerinin yönlendirmelerine/değişkenlerine tâbi kılmak' olarak görüyorlar. Hocaefendi de, böyle fennî tefsir yapanları tenkit ediyor ve şöyle diyor: '...Devrin fen ve kültürünün tesirinde kalınarak kaleme alınan eserler ihtivâ ettikleri tekellüflü te'villerden ötürü, okuyucu tarafından hep kuşkuyla karşılanmıştır. Hele, sübût bulmamış nazariyeleri birer ilmî gerçek zannederek, Kur'ân'ın hakikatlerini onlara uydurmaya çalışmalar, Kur'ân'ı tahrif ve küçük düşürücü mahiyette olmuştur. (Asrın Getirdiği Tereddütler 1/9-10)
'Fennî tefsirde muvazeneyi elden kaçırmamak lâzımdır. Bizden evvelki tefsirciler de, zamanımızdaki bazı tefsirciler de, günümüzde ortaya çıkan bir kısım yeni buluş, tespit ve ilim adına bir kısım hakikatlerin tesirinde kalarak, Kur'ân'ın âyetlerini tefsir ederken umumiyetle, kendi devirlerinde tesirinde kaldıkları ilmin verilerine göre tefsir ediyorlar ve böylece yanılmalar oluyor... Hangi devirde yazılırsa yazılsın, en yanlış tefsir yazan 'katiyyen bu, budur' diyendir. Bu arada âsâr-ı bergüzîdesiyle kendini gösteren zat (Bedîüzzaman), Kur'ân'ın beyânâtını ele aldığı zaman, lâfzın muhtemel bulunduğu ihtimaller içinde ele almış, bazen 7-8 yorum ortaya koymuş, belli ilimlere ve anlayış seviyelerine göre bu da olur, bu da olur, bu da olur diyerek, bugün kurgu bilim hâlinde bizlere takdim ettikleri şeyin sınırına kadar meseleyi götürmüştür. Onun için böyle kesin konuşmayan müfessirlerin eserlerini ele aldığımız zaman, fevkalâde taze, fevkalâde yeni, cedid ve tatmin edici buluyoruz...
Kur'ân-ı Kerim'in yeni bir tefsiri yapılacaksa, bunda şu iki nokta gözden uzak tutulmamalıdır:
1- 'Yaş ve kuru her şey, Kitab-ı Mübîn'de vardır.' hakikati.
2- İlmî hakikatleri, ilgili Kur'ân âyetleriyle telifte muvâzeneyi koruma. (Fasıldan Fasıla 1/189)
Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerini zaafımıza alet etmemeliyiz.
Meselâ, Neml Sûresi ele alınırken, karınca ile alâkalı son ilmî tespitler anlatılabilir. Sûrenin mukattaa harfleri ile başlamasının nükteleri dile getirilebilir. Fakat, asıl maksad-ı ilâhî unutulup da sarı karınca veya kızıl karıncaya girilerek teferruata dalınırsa, âyetler arada kaynayıp gider. Kısaca, Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerini zaafımıza alet etmemeliyiz. (Fasıldan Fasıla 1/188)
Bu zikrettiğimiz görüşlerinden hareketle, Fethullah Gülen'in fennî tefsir hususunda ifrat-tefrit arası mutedil bir yol tuttuğunu görüyoruz. Zira onun, va'z ve nasihatlarında, kitaplarında ve makalelerinde fennî tefsiri çokça kullandığını müşahede ediyoruz. Fakat bununla beraber -aktarmaya çalıştığımız görüşlerinde de gördüğümüz gibi- fennî tefsir için verdiği ölçülere baktığımızda, onun fennî tefsirin aleyhinde olduğu zannedilebilir. Halbuki o, fennî tefsiri tenkit edenlerin tenkitlerinde haklı oldukları noktalarda tenkitlerini yapıyor, ama önemli bazı prensipler çerçevesinde fennî tefsirin yapılması gerektiğini vurguluyor. Böylece fennî tefsiri kabul etmeyenlere de belli ölçüler içinde yapılabileceğini gösteriyor. Kendisi de, zikrettiği ölçüler çerçevesinde münasebet geldiğinde fennî tefsir yapıyor.
Gülen'in Fenni tefsir ile ilgili görüşleri elbette sadece bunlardan ibaret değil. Fakat bir makale çerçevesi içerisinde ancak bu kadarından bahsedebildik. Daha fazla istifade etmek isteyenler, onun ilgili linklerdeki yazılarına başvurabilirler.
{mospagebreak title=6-Gülen`in Tefsirle İlgili Eserlerindeki Tefsir Metodu}6- Gülen'in Tefsirle İlgili Eserlerindeki Tefsir Metodu
Gülen'in 'Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar' isimli iki ciltlik kitabı ve 'Fatiha Üzerine Mülâhazalar' tefsire dairdir. Müellif, 'Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar' kitabının giriş kısmında kitabın nasıl yazıldığı hususunda şöyle diyor: 'Kur'ân'ı örneklerle anlatmak, müşahhaslaştırmak ciltler ister. Halbuki, bizim sunmaya çalıştığımız bu kitapçık, değişik sohbetlerde ve münasebet geldikçe, hem de irticalî ifadenin darlığı, sığlığı içinde sadece birkaç soluktur... Aslında böyle, hiç de seviyeli sayılmayacak bir çalışma, damla ile deryayı gösterme, zerre ile güneşe göndermelerde bulunma gibi bir olmazı ifadeye yeltense de, bazen, mûsıkî adına bir çoban kavalının da değer ifade ettiği düşünülünce, bu tasdi'atın da hoş görüleceği ümit edilebilir.'
Yine müellifin ifadesine göre, 'Fatiha Üzerine Mülâhazalar' isimli kitap da, camilerde halka hitaben yapılan konuşmalardan derlenmiştir.
Müellifin mütevazi bir şekilde bahsettiği 'Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar' ve 'Fatiha Üzerine Mülâhazalar' isimli kitaplarında tefsire dair dikkat çeken hususlar şunlardır:
Müellif, Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar isimli eserde; sure ve âyet sırası gözeterek, Kur'ân-ı Kerim'in bazı âyetlerinin ilham ettiği nükteleri, incelikleri ortaya koyuyor. Fatiha Üzerine Mülâhazalar isimli kitabında ise, Kur'ân ile ilgili bilgileri ihtiva eden uzun bir girişten sonra Fatiha sûresinin tefsirine geçiliyor. Daha ilk nazarda, muhterem müellifin klâsik tefsir kitaplarına vukufu, onlara istinad ettiği belli oluyor. Fakat kendisini gösteren hemen bir başka özelliği de, tefsir ilminin ölçülerine aykırı olmaksızın yeni açılımlar, sızıntılar ve pırıltılar ihtiva etmesidir. Zaten 'idrake yansıyanlar' vasfı ile müellif adeta bu hususiyetleri kast etmiş olmalıdır.
Müellifin, Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar'da daha çok orta seviyede bir okuyucuya hitap sezilirken, Fatiha Üzerine Mülâhazalar'da, en azından belli seviyedeki tefsir talebelerine hitap edildiği görülmektedir. Fakat her iki kitapta, zaman zaman teknik terimler kullanma ihtiyacı kaçınılmaz olmaktadır..
Müellif dil, belâgat ve semantik yönden nüktelere dikkat çekmekle beraber, daha ziyade bunlardan gaye olan manâlara yönelip, pek güzel tespit ve yorumlar getirmektedir. (bkz. Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 57-58, 75-85, 95-99, 107-113, 171-173, 200-201; Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar 1/116)
Müellif, Kur'ânı anlamada önemli bir kaynak olan Risale-i Nur Külliyatına sık sık açıkça, bazen de zımni olarak atıfta bulunmaktadır. (bkz. Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar 1/44, 69, 83, 2/223, 242, 249, 268)
Klâsik tefsirlerden istifadesinin yanında yeni açılımlar göstermesine, Vâkıa sûresi'nde (âyet 75) yer alan mevakiu'n-nücûm'a ayırdığı uzun pasajı (2/363-372) örnek verebiliriz.
Bu eserler, mü'minlerin hayatlarını faaliyetlerle dolduracak yönlendirmeler ihtiva etmektedir. Zaten Kur'ân-ı Kerim'in tefsirinde önemli esaslardan biri de 'dinamik tefsir' anlayışı diyebileceğimiz bir anlayıştır ki, Seyyid Kutub ve Mevdudî gibi zatlar, tefsirlerinde bu hususa vazgeçilmez bir şart nazarıyla bakarlar. Zira Kur'ân, hayattan ve faaliyetten uzak bir dinî inceleme kitabı değildir. Aksine tatbikat isteyen bir hitaptır; hayat ve hâdiselerle karşılıklı tecavüb hâlinde, hâdiseleri yönlendirerek tedricî tarzda nazil olmuş bir kitaptır. (bkz. Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar, 1/135, 2/219-228, 252-253, 397-399)
Müellifin tefsirinin önemli bir özelliği de, psikolojik ve sosyolojik tefsir tahlillerinde bulunmasıdır. (bkz. Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 141, 174, 188, 204; Kur'ân'dan İ. Y. 1/60, 74, 100, 142-147, 2/219-224, 393; Fasıldan Fasıla 2/176-179) Başka eserlerinde de temas ettiği gibi (Fasıldan Fasıla, 1/195) Gülen'e göre psikolojik tefsir, önemli olmasına rağmen, ihmal edilmiş bir tefsir şeklidir.
Gülen, tefsirinde, rivayet tefsirlerinin özelliklerinden olan, Kur'ân'ın Sünnet'e, Sahabe ve Tabiîn kavline göre tefsirine, yani rivayet tefsirine sık sık müracaat eder. Fakat bununla beraber, onun tefsir şekli daha çok dirayet tefsirine yakındır. Çünkü o, rivayetleri yorumlayarak orijinal manâlar ortaya koymaktadır.
Gülen'e göre Kur'ân-ı Kerim'in sûre ve âyetleri arasında çok ciddi bir münasebet ve alâka vardır. Konunun önemine binaen yer yer bunlardan bahseder. (bkz. Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 98, 107, 160, 232; Fasıldan Fasıla 2/185-187)
Az da olsa kıraattan ve bunun tefsire yaptığı tesirden de bahseder. (bkz. Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 166, 200)
Fıkhî ahkâma nadiren temas etmektedir. (Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 74, 97, 192; Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar 1/177)
Tasavvufi ve işarî tefsir diyebileceğimiz meselelere sıkça temasta bulunur. (bkz. Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 103, 123, 129, 139; Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar 1/54, 95-99, 148-151, 2/341-344)
Kelâmî konulara, az da olsa münasebet geldikçe temas eder. (bkz. Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 124-125, 128; Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar 1/192, 2/317)
Fennî tefsiri kabul eden, fakat ona ihtiyatlı bir şekilde yaklaşan Gülen, gerek âyetlerin tefsirinde, gerekse münasebet geldikçe fennî tefsir yapmaktadır.
Müellif, her ne kadar geniş kitlenin anlayabileceği tarzda sade yazmaya veya konuşmaya çalışsa ve tefsir ilminin teknik terimlerini pek kullanmasa da, yine de bir kısım okuyucular bazı yerleri anlamakta zorluk duyacaklardır. Çünkü kendi ifadesine göre de, yorumlarında teknik ağırlık vardır: 'Kur'ân-ı Kerim'in yüksek üslûbunu bazen, sarf, nahiv, maan, beyan prensiplerine göre göstermek gerektiğinden bazı yerlerde, oldukça teknik ağırlıklı oldu.' (Fatiha Üzerine Mülahazalar, Mukaddime)
{mospagebreak title=7-Gülen`in Tefsir Usulüne Dair Bazı Meseleler Hakkındaki Görüşleri}7- Gülen'in Tefsir Usulüne Dair Bazı Meseleler Hakkındaki Görüşleri
Tefsir usulü kaidelerini bilmeyen bir kimsenin Kur'ân'ı tefsir edemeyeceği herkesçe bilinen bir mevzudur. Kur'ân tefsiri hususunda orijinal görüş ve tefsirlerine muttali olduğumuz Gülen, eserlerinde tefsir usulü kaidelerinden istifade edip onları tatbik ettiği gibi, münasebet geldikçe müstakil olarak tefsir usulü kaidelerinden de bahsetmiştir:
Esbab-ı Nüzûl (yani âyetlerin inişine sebep teşkil eden hâdiseler) hakkında kısa bir değerlendirme:
Bazı Kur'ân âyetlerinin belli sebeplere iktiran ederek nazil olduğu bir gerçektir. Ancak bu, o sebepler olmasaydı bu âyetler nazil olmayacaktı manâsına da gelmez. Kelimeleri bizzat seçerek kullanmaya çalıştığımız bu tespitten sonra meseleyi biraz daha açmaya çalışalım:
Bütün tefsirciler 'esbab-ı nüzûl' tabirini kullanmayı tercih etmişlerdir. Ancak, temel esaslar açısından bu tabirde bazı eksik yönler olduğu da bir gerçek. Bir kere, eğer meseleyi sebep-müsebbep çerçevesinde değerlendirecek olursak, sebep olmadığında müsebbebin de olamayacağı tabiidir. Bu da, 'o sebepler olmasaydı bu âyetler nazil olmazdı' manâsına gelir ki, böyle bir hükmü kabul etmek de doğru değildir. Dolayısıyla, meseleye 'iktiran' kelimesiyle yaklaşmak daha yerinde olur. Böyle bir yaklaşım üzerinde az duralım: Herhangi bir sebeple alâkalı âyeti, Allah (cc) ezelî hikmetiyle inzâl edecekti ama, bu âyet belli bir hikmete mebni, herhangi bir sebeple irtibatlandırılmış ve öyle nazil olmuştur. Evet, meseleyi bu şekilde yorumlamak da kabildir.
İçlerinde Ahmed İbn Hanbel'in de bulunduğu bazı otoriteler, esbab-ı nüzûl mevzuunda ihtiyatlı davranırlar. Onları böyle bir hükme sevk eden de, bizim sezemediğimiz, onların sezdikleri bir kısım su-i istimalleri önlemek düşüncesi olsa gerektir. Zaten, ciltler dolusu 'esbab-ı nüzûl' nakilleri de konunun ne derece spekülâtif olduğunu açıkça ispat etmektedir. Bu arada, sağlam rivayetlerle bize kadar gelip ulaşan esbab-ı nüzûlü de bütün bütün görmezlikten gelmek de bir ifrattır. Onun için biz, bir taraftan Ahmed İbn Hanbel gibi düşünenlere, meselenin su-i istimalini önlemek açısından hak verirken, diğer taraftan da bir realite olarak, vakayı rapor adına esbab-ı nüzûlün varlığını kabul edenlere de hak veriyor ve her iki grubun buluştukları haklılık çizgisini onlarla paylaşmak istiyoruz.
Konuyu böyle kısa bir tahlille takdimden sonra, bazı âyetlerin, bazı sebeplere iktiran ile inmesinin bazı hikmetlerini arz etmeye çalışalım:
1. Hükümlerin hâdise destekli olmasının, o hükmün kabullenilmesinde tesiri büyüktür. Meselâ, Kur'ân iffetli insanlara iftira atan müfterilere 80 değnek vurulmasını hükme bağlamıştır. Böyle bir hüküm ilk duyulduğunda, biraz ağır gibi mütalâa edilebilir. Halbuki bu hükmü bildiren âyet öyle bir atmosfer içinde nazil olmuştur ki, bu yönüyle onu duyanlar âdeta teskin edilmiş olurlar. Bilindiği gibi, Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl'ün başını çektiği bir grup münafık, Aişe Validemiz'e (ra) iftira atmışlardı. Böyle bir iftira, günlerce hem Efendimiz'in (sav), hem Aişe Validemiz'in (ra), hem de onu uzaktan yakından tanıyan bütün Müslümanların ızdırap içinde kıvranmalarına sebep olmuştu. Bu hususta Aişe Validemiz (ra), o denli ızdırap içindeydi ki, ağlaya ağlaya âdeta göz pınarları kurumuştu. Bu meşum günlerde Mescid hüzünlü, Hane-i Saadet hüzünlü ve Medine'de bu iftirayı duyan her hane hüzünlüydü. Ancak hiç kimse, nasıl bir reaksiyon göstermesi gerektiğini de bilemiyordu. Bu da ayrıca, inanan insanların elini-kolunu bağlayan ve onların hüzünlerine hüzün ekleyen ayrı bir sebepti. İşte bu atmosfer içinde birden Aişe Validemiz'i tebrie eden âyetler nazil oldu ve validemizin pak, nezih oluşu âyetlerle tescil edildi. Ardından da, ona bu iftirayı atanların lâyık oldukları ceza bildirildi. İşte burada hem zamanlama, hem de kullanılan üslûp o kadar birbiriyle irtibatlıdır ki, bu psikolojik hava içinde verilen ceza âdeta alkışlanarak karşılanmış ve böyle bir ceza, o hüzünle kıvrananların yüreğine su serpmişti. Esasen konuyla ilgili misalleri çoğaltmak ve ta başta arz ettiğimiz hususu, pek çok misalleriyle müşahhaslaştırmak mümkündür. Ancak biz sadece bir fikir vermesi bakımından, bu tek misalle iktifa edeceğiz.
2- Meselenin bir diğer yanı da, Efendimiz (sav), tebliğ ettiği her meseleyi aynı zamanda temsil de etmiştir. Yani İslâm, doğrudan doğruya her meselesiyle pratik hayat içinde gelişmiştir. Halbuki diğer dinlerde, aynı ölçüde bu hususiyeti görmek mümkün değildir. Meselâ Tevrat, hayata tatbik edilmek istense pek çok boşluk ve eksiklikle karşılaşılacağı muhakkaktır. İncil'de de hayat adına fazla bir şey bulmak oldukça zordur. O da Hıristiyanlarca, âdeta vicdanlarda mahpus bir kitap hâline getirilmiştir. İslâm ise, hayat içinde yorumlana yorumlana gelişmiştir. Yani nazarî şeyler bir ölçüde pratiğe iktiran etmiş, hayatla içli-dışlı olmuş ve böylece ayrı bir kuvvet kazanmıştır. Zira sistemler, pratiğe dökülebildiği ölçüde oturur ve âdeta yaşantıyla bütünleşir.
3- Esbab-ı nüzûl bir yönüyle vakaları kavramada 'bilgimatik' vazifesi görmüştür. Dikkat edilirse, âyetlerin nüzûlüne sebep olan vakalar ekseriyetle şok tesiri meydana getiren vakalardır. Dolayısıyla bu vakalara bağlı olarak gelen hükümler de aynen hükmün gelmesine iktiran eden vakalar gibi kolay kolay unutulmazlar. Bu da, esbab-ı nüzûlün hikmetlerinden biri olsa gerek. (Fasıldan Fasıla 2/180-182)
4. Esbab-ı nüzûl, çok karakteristiktir ve her devirde benzerleri cereyan eder tipte hadiselerdir. Bundan dolayıdır ki, esbab-ı nüzûl aracılığıyla dünya çapında pek çok düstur ve prensip çıkarılabilir. Bu konuda, tefsircilerin anladığı manâlar dışında daha başka manâlar düşünmek de mümkündür.' (Fasıldan Fasıla 1/183)
Kur'ân Kıssaları:
Kur'ân'da kıssalara bakış açımız nasıl olmalı, onları değerlendirmede nelere dikkat etmeliyiz? Kur'ân, ezelden-ebede insanlığın ışığı, rehberi, ruhu ve destanıdır. Bu itibarla, O'nda yer alan her şey, kıyamete kadar bütün insanlığı ilgilendirir. Kur'ân'daki kıssalara bu açıdan baktığımızda, bizim onlardan aldığımız ve alacağımız derslerin, ibretlerin olduğu ve olacağı da muhakkaktır. İşte bu yönüyle kıssaların anlatılmasının temel sebeplerinden biri daha belirlenmiş olur. Ancak, kıssalar bu açıdan tahlile tabi tutulurken, şu hususun da unutulmaması gereklidir; kıssalar zaman, mekân, şahıs ve toplumlarla mukayyed hâdiselerdir. Bizim onlardan gerekli dersi alabilmemiz, bu üç unsurun gözetilmesi ile mümkündür. Yoksa onları genelleme içinde ele alıp, zamanımıza indirgediğimizde, başka bir tabirle vakaların tarihî, siyasî, askerî, coğrafî, kültürel ve dinî arka plânını gözardı ettiğimizde, ulaşacağımız neticelerin yanlış olacağı da izahtan varestedir. Bu küllî hakikat mahfuz, Kur'ân'a ait bir hususu vurgulamak isterim: Kur'ân, bahsini ettiğimiz kıssaları öyle bir üslûp ve şive ile bize sunar ki, insan hemen ondaki bu zaman-üstü edada kendine hitap edildiğini anlar ve muhatap tavrına girer. Yani zaman, mekân, insan faktörlerine takılmadan, ondan gerekli olan mesajı alabilir. Ne var ki, bunun herkesin yapabileceği çok kolay bir şey olmadığı da açıktır... (Prizma 3/96-98; Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar 2/331-332)
Kur'ân'da Yeminler:
Gülen, Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar isimli eserinde, Kur'ân'daki yeminler hakkında kısaca şöyle der: '...Kur'ân'da bu tür yeminler çoktur. Cenab-ı Hak bazen yıldızlara yemin ettiği gibi, bazen Güneş'e, Ay'a ve bütün bir semâya yemin eder. Hattâ bazen yerdeki nimetlerine de yemin eder; zeytine, incire ve Tûr'a yemin bu türdendir. Bazen olur gündüze bazen de geceye yemin eder. Şüphesiz bu yeminlerin hepsinde onlarca sır ve onlarca hikmet gizlidir...' (2/363-365)
Müteşabih Âyetlerin Tefsiri:
Müteşabih âyetler içinde zikredilen Allah'ın sıfatlarının manâsı hususunda ulema iki mezhebe ayrılmıştır. Birincisi, Selef mezhebi: Allah'ın müteşabih sıfatları malûm gibi görünse de, bu sıfatların Allah'a isnadı muhal olduğundan, bunların medlullerinin tayinini selef uleması Allah'a tefviz ve havale etmişlerdir. Onlara sadece inanmak gerekir. İkincisi ise, Halef mezhebidir: Bunlar, zahiri muhal olan lâfzı, Allah'ın zâtına lâyık olan bir manâya hamlederler. Gülen'in bu husustaki görüşü ise şöyledir: 'Vech, yüz demek. Zât-ı Ulûhiyet hakkında kullanılan Vech (yüz), Yed (el) gibi müteşabihat konusunda şöyle bir anlayışım var: Bunlar, insan için ne ifade ediyorsa, birer sıfat mesabesinde, Kendi Zâtına, Şanına, Münezzehiyet ve Mukaddesiyetine uygun olarak, Cenâb-ı Allah (cc) hakkında da aynı şeyi ifade ederler. El, bir bakıma güç ve kuvvetin sembolü, tezahür vasıtasıdır. Yüz ise, hemen hemen bütün hususiyetleriyle zâtın kendisini gösterir. Kıyafet ilminde yüzün ifade ettiği manâ daima başta gelir. Bu sebeple, Zât-ı Ulûhiyet için Vech deyince, O'nun Zâtını, bütün isim ve sıfatlarının nokta-i mihrakiyesini, Yed deyince de Kudretini anlamak, en doğru bir anlayış şekli olsa gerektir...' (İsmail Ünal, Amerika'da Bir Ay, s. 96-97 ve 130). Görüldüğü gibi Gülen, Halef mezhebinin görüşünü tercih etmektedir.
Kur'ân'ın Tencîmi:
Kur'ân-ı Kerim'in toptan değil de, 23 senede âyet âyet ve sûre sûre nazil olmasının bir çok hikmetleri vardır. Tefsir usûlü kitaplarında anlatılan bu hususu Gülen kendisine sorulan 'Kur'ân-ı Kerim'in 23 senede inmesinin hikmeti nedir?' şeklindeki soruya cevap verirken temas etmiştir. (Asrın Getirdiği Tereddütler 2/115-121)
- tarihinde hazırlandı.