Tavırlarla İçtihad ve Tecdid: Gülen ve Gülen Hareketi
Hukuk bir sosyo-kültürel yapı ve yerel bilgidir. Bu nedenle sosyolojik metotlarla incelenebilir. Hukuk ve sosyo-kültürel fenomenlerin birbiriyle bağlantılı olması ve mutlak bağımsızlığa sahip olmamaları nedeniyle, hukuk yada kültürün herhangi birindeki değişim kaçınılmaz olarak diğerini de etkileyecektir. Böylece, normatif heterojenliğin inkar edilmez bir sosyo-hukuksal gerçek olduğu çoğulcu bir toplumda, hukukî çoğulculuk ortaya çıkmaktadır. Böyle bir durumda, farklı normatif düzenlemeler belli toplum yada cemaate uygulanmaları bakımından çakışmaktadır. İslâmî hukuk sistemi de meşru görüşlerin kendi içinde farklılıklar gösterdiği sosyo-hukuksal bir realitedir. İslam hukuku çoğulculuğunun farklı türleri; gelecek on yıllarda İslam'da içtihat ve tecdide ilişkin olarak, hem güçlükler hem de fırsatlar içermektedir. Bu açıdan, karizmatik şahsiyet Fethullah Gülen'in fikirleri etrafında gelişen hareket, İslam dünyasını etkileyecek bir yenilenme örneği sunmaktadır.
Yenilenme (tecdit) savunucuları, İslam mirasının yeniden yorumlanabilmesi için içtihadın kullanımına yeniden dönülmesini savunmaktadırlar. Sorun artık içtihat kapısının açık olup olmadığı değil [1], içtihatların gerekli ve takip edilebilir olup olmadığıdır. Birçok birey ve kurum içtihat yapma hakkı iddia etmekte ve fiilen de bu hakkı kullanmaktadır. Eğer devlet içtihat yaparsa, bu Pakistan'daki gibi sivil itaatsizlikle sonuçlanabilir. [2] Eğer içtihat sivil ise, o zaman bazı insanlar serbestçe onu kabul ederken, diğerleri etmeyebilecektir. Ancak bu noktada post-modern bölünme sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu bölünmeyi önlemek ve aynı zamanda yeni değişimleri ve içtihadı sivil itaatsizlikle karşılaşmadan uygulamak, dinî düşünceyi ve uygulamayı yenilemek ve toplumun dönüşümünü sağlamak için, dine dayalı hareketlerin liderlerinin oynayacağı önemli bir rol vardır. [3]
Bu bağlamda, bu çalışma, Gülen'in İslam anlayışını çağa uygun olarak yeniden yorumladığını ve hem geleneksel olarak hassas olan konularda yeni bir İslâmî söylem geliştirdiğini, hem de bu söylemini uygulamaya koyma açısından yeni olduğunu önermektedir. Onun söylemi ve uygulaması Zeitgeist'e uygun görünmektedir. Bu makalede Gülen'in davasının din, çoğulculuk, hukuk, laiklik, demokrasi, politika ve uluslar arası ilişkiler konularındaki yenilenmiş İslâmî söylemler ve uygulamalardan oluştuğu belirtilmektedir. Gülen hareketi, dünyanın her yerinde Müslüman olan ve olmayan, gittikçe artan sayıda insana hitap ederek, kaynağını modernite ile geleneksel İslam arasındaki zıtlaşmanın en derin yaşandığı Türkiye'den alan, başarılı bir yeni içtihat ve tecdit örneği oluşturmaktadır.
Bu makalede temel olarak Gülen'in söyleminin dönüştürücü (transformative) etkisinin ilk ve esas olarak ilhamını Gülen'den alan harekette gözlemlenebileceği ileri sürülmektedir. İkincil düzeyde bu dönüşüm, etrafındaki daha geniş toplumu etkileyecektir. Bu açıdan, Gülen'in içtihat, yeni içtihat, farklılık, çoğulculuk, laiklik, demokrasi, siyaset, uluslar arası ilişkiler ve diyalog hakkındaki görüşleri kısaca ele alınacak ve Gülen'in bu konulara ilişkin ne yaptığı ve neleri başardığı değerlendirilecektir.
[2] İhsan Yılmaz, 'Limits of Law: Reform in Muslim Family Law and Civil Disobedience in Pakistan', Die Welt des Islams, c. 42, İlkbahar 2002, s. 15-16 ve 'Is Having a Personal Law System a Solution? Towards a Supra-Modern Law'. İçinde yer aldığı eser: Journal for Islamic Studies, , c. 20, s. 98-122, s. 113-118, 2001.
[3] Yılmaz, 'Muslim Legal Pluralism in Asr Al Darura, Surfers on the Inter-Madhhab-Net and Neo-Ijtihad.' İçinde yer aldığı eser: Frank Vogel, Peri Bearman and Ruud Peters (editörler), The Islamic School of Law: Evolution, Devolution and Progress, s. 8-9, MA: Harvard University Press, Cambridge 2002.
İçtihat ve Tecdit
Normatif heterojenliğin mevcut olduğu çoğulcu bir toplumda siyasal, kültürel, dinsel ve yapısal çoğulculuktan çok hukuksal çoğulculuk sorunu ortaya çıkmaktadır. Hukuksal çoğulculuk, az gelişmiş yönetimlerde olduğu gibi, en sofistike yönetimlerde bile görülebilir; bu küresel bir fenomendir. Hukuksal çoğulculuk teorisi; hukuksal çoğulculuğu devlet bağlamında değil, otorite ve kurumlar bağlamında tanımlamaya çalışmaktadır. Bu teori, resmî hukuk dışındaki rakip, yarışan ve bazen çelişen kurallar ve bunların resmî hukukla ortak olan yapıcı ilişkilerini öngörmektedir. İslam'ın bireyin yaşamını etik ve yasal normatif kurallarla çevreleyen doğası, devlet tanımasına ihtiyaç duymaksızın, modern ve seküler çevrelerde İslâmî hukuksal çoğulculuğun yolunu açmaktadır.
İslam, onu kucaklamayı bir kez seçen kişiden tam bir bağlılık istemektedir. Hukuk, İslam dininin hayatî ve merkezî kısmıdır. Bu nedenle İslâmî ve İslâmî olmayan yönetimlerdeki birçok Müslüman, kendilerini o ülkelerin mevzuatından çok şeriatla ilişkilendirmektedir. Şeriat çağımızda, bir hukuksal çoğulculuk kaynağıdır.
Üstelik İslam'ın özünde mündemiç hukuksal çoğulculuk, İslâmî bir ortamda bile hukuksal bakımdan çoğulcu bir toplum yapısı sağlamaktadır. İslâmî anlayışa göre hukuk, dünyayı yorumlamak için bir anlamlar sistemi ve kültürel şifredir. Hukuk 'bütün yaşam alanlarını yöneten, içinde protokol kuralları ve görgü kurallarının hukuksal biçim kazandığı, bir düzeni temsil etmektedir.' [1] Bu nedenle Lawrence Rosen gibi düşünürler İslam hukukunu bir kültür olarak algılamaktadırlar. [2] İslâmî hukuksal çoğulculuk, İslâmî olmayan alanlarda bile kaçınılmaz olduğu ve resmî tanımanın olmaması İslam hukukunu ortadan kaldırmadığı için resmen tanınmamış olsa dahi, içtihat ve tecdide ilişkin tartışmalar Müslümanların yaşadığı her yerde geçerliliğini sürdürmeye devam edecektir.
içtihat bir hukuk kaynağı değildir. Bu bir aktivite, bir müdahale, metinlerdeki hukuku keşfetme ve bunu, karar vermeyi bekleyen olaylar dizinine uygulama sürecidir. Metinlerdeki kesin kurallarda içtihat olmaz. İslâmî hukuk teorisinde, içtihat 'Müslümanların eylemlerinin hangi dereceye kadar Allah tarafından kabul edileceğini belirleyebilecekleri tek araç' [3] olması nedeniyle, vazgeçilmez olarak görülmüştür.
İslam anlayışı ve yaşamında kültürün mutlaka hukuk olarak algılanması gerektiğinden, herhangi bir değişim, dönüşüm yada yenilenme tartışması kaçınılmaz olarak içtihat etrafındaki tartışmalarla birleşecektir. Bu nedenle herhangi bir yeni söylem, doğrudan yada dolaylı olarak, yeni bir içtihadın sonucudur ve bunun mutlaka, hukuksal modernite tarafından katı biçimde tanımlandığı ve anlaşıldığı şekliyle 'hukuk' alanında olması gerekmez. Bu nedenle özellikle İslâmî gücün gerilemesi ve Batının ve Batı hegemonyasının ilerlemesinden sonra, İslâmî yenilenme savunucuları ve reformcular İslam mirasının yenilenmesi ve yeniden yorumlanmasını sağlamak için içtihad [4] hakkının kullanılmasına dönülmesini savundular. [5]
19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başlarında gelen tepkilerin büyük bir kısmı, Batının Müslüman toplumlar üzerindeki etkisine bir cevaptır ve İslâmî yaşamın değişen şartlarını karşılamak için, İslam'ı yeniden yorumlamak amacıyla yapılan girişimler sonuç vermiştir. Hukukun İslam'ın merkezi olması nedeniyle, İslamcı modernistler sıklıkla enerjilerini bu alanlarda yoğunlaştırdılar. İçtihadın amacı arınmış bir İslam'a dönmekti. [6] Modernistler, yenilikçiler ve Müslüman aktivistler İslam'ın erken dönem kalkınmasını karakterize eden dinamizm, esneklik ve adapte edilebilirliği vurgulamaktadırlar. içtihat yoluyla dahilî bir yenilenme ve Batılı fikirlerin ve teknolojinin seçici biçimde adaptasyonunu (İslamîleştirilmesi=Islamization) savunuyorlardı. Bazı Müslüman düşünürler şeriatın kaynakları ve gelişimine ilişkin olarak, değişen Müslüman toplumların ihtiyaçlarını karşılamak için, devam eden yeniden yorumlama ve yenilenme için zemin oluşturmak üzere daha açık bir anlayış sergilemeyi amaçladılar. Esposito, yeni içtihadın erken dönem reformcuları ve savunucularının 'bir takipçiler çevresini cezbettiklerini, ancak karizmatik şahsiyetlerle kıyaslanabilecek derecede başarı elde edemedikleri gibi, fikirlerini sürdürecek ve uygulayacak etkili örgütlenmeler de oluşturmadıklarını' ileri sürmektedir. [7] Bu nedenledir ki, aydın liderler, özellikle dine dayalı hareketlerin liderleri önem kazanmaktadır.
[2] Lawrence Rosen, Bargaining for Reality: The Construction of Social Relations in a Muslim Community, Chicago: University of Chicago Press, 1984; Rosen, The Anthropology of Justice: Law as Culture in Islamic Society, Cambridge University Press, Cambridge 1989.
[3] Hallaq, 'Was the Gate of Ijtihad Closed?', s. 33.
[4]Bkz., John L. Esposito, Islam: The Straight Path, 3. baskı, Oxford University Press, Oxford 1998.; z. 84; aynı yazar, 'Perspectives on Islamic Law Reform: The Case of Pakistan', içinde yer aldığı eser: Journal of International Law and Politics, c.13, no.2 (1980): 240; Hussain Hamid Hassan, An Introduction to the Study of the Islamic Law, s. 120, Uluslar arası İslam Üniversitesi, İslamabad 1997; ve Hayrettin Karaman, İslam'ın Işığında Günümüzün Meseleleri, s. 536, Yeni Şafak Yay., İstanbul 1996. Menski içtihad kapısının kapandığı iddialarının kısa bir özetini vermekte ve ustalıkla şunu belirlemektedir: 'Burada verilen izlenim, artık İslam hukukunda daha fazla hukuksal gelişme olmayacağıdır. Batılı gözlemciler bu anlayışı çok sevmişlerdir, zira bu anlayış Müslümanların kendilerini bilgi ve kalkınmanın orta çağdaki düzeyine hapsettiklerini göstermektedir. Modernistler de çok mutlu olmaktadır: İslam modern dünya ile başa çıkamayacaktır, bu nedenle küresel geleceğin bir parçası olmayacaktır. Bütün bu düşüncelere son zamanlarda yalnızca zekice araştırma argümanlarıyla değil, aynı zamanda İslam hukukunun kendisinde meydana gelen çok sayıda yeni gelişmeyle meydan okunmuştur.' Werner F. Menski, Comparative Law in a Global Context: The Legal Systems of Asia and Africa, s. 283, Platinium, Londra 2000.
[5] Bakınız Dale F. Eickelman, 'Inside the Islamic Reformation', Wilson Quarterly, c. 22, no.1, s. 89, 1998.
[6] Esposito, Islam, s. 125.
[7] Esposito, İslam, s. 145.
Aydın Liderler, Yeni İçtihat ve Tecdit
Sünen-i Ebu Davud'da yer alan; 'Her yüzyılın başında Allah bu cemaate dini Tecdit edecek birisini gönderecektir' hadisi genel olarak sahih hadis olduğu kabul edilen bir hadistir. [1] Bu hadise göre Allah tarafından her yüzyılda bir, ümmetin din anlayışı ve uygulamasını yenilemek için birisi gönderilecektir. [2] Tecdit misyonuyla görevli bu kişi müceddid olarak adlandırılmaktadır. Algar'ın deyişiyle; 'müceddidin işlevi; hem doğru dinî bilgiyi hem de uygulamayı restore etmek, hem de hatanın çürütülmesi ve ortadan kaldırması için faaliyet göstermektir.' [3] Geleneksel anlayışta tecdidin özü; 'Sünnetin yeniden canlandırılması ve bid'anın ortadan kaldırılmasıdır, siyasal alanda kapsamlı değişim gerçekleştirme, müceddidin sorumluluğunun bir parçası değildir.' Bediüzzaman Said Nursi'nin görüşüne göre müceddidler 'kendi vazifelerini yeni açıklama metotları, çağa uygun yeni ikna araçları ve yeni detaylı talimat biçimleri kullanarak yerine getirirler.' [4] Her asırda en az bir müceddid bulunur ve birden fazla olması da muhtemeldir. Ayrıca 'müceddidin kimliğine ilişkin meşru görüş farklılıkları ihtimali de vardır.' [5] Suyutî 'müceddidin tanımlanmasındaki kilit unsurun, kişinin çağdaşları tarafından kabul edilen somut ve geniş tesiri olduğunu' [6] söylemektedir.
Müslüman düşünürlerin bu hadise olan ilgisi neredeyse tamamen kişiliklere, yani müceddidin kimliğine odaklanmıştır. [7] Seyyid Rıza Vali Nasr, İslam düşüncesindeki çağdaş gelişmelerde bireysel lider-entelektüellerin rolünün analizinde şu muhakemeyi önermektedir: Gelişmeci fikirleri ileri süren, çeşitli sosyal grupların kaygılarını dile getiren, kamuoyu tartışmalarını kendilerini içerecek ve içermeyecek fikirleri seçerek yönlendiren ve bireyi ve sosyal deneyimleri özgürlük, adalet, iyilik, kötülük ve kurtuluş hakkında süregelen sorular ve kaygılarla ilişkilendirenler bu aydınlardır. İslam inancının, Batı düşüncesiyle mücadelesini sürdürmesi amacıyla, yorumlayarak okunması sürecini başlatan ve bu inancın, Müslümanların hızla değişen sosyal yaşamında bir rol almasına yardım eden bu aydınlardır. Kısacası; yeni bir söylemi mümkün kılacak sosyal güdüleri kullanan çağdaş İslâmî düşünceyle ilişkilendirilen temel fikirleri ifade edenler, bu aydınlardır. [8]
Kişilikler üzerine aşırı yoğunlaşma nedeniyle, Tecdit kavramı, bu kavramın yapısı ve gerekliliği, nadiren tartışılmış, hatta hiç tartışılmamıştır. [9] Colin Turner'in görüşüne göre; tecdidin gerçek anlamı ne zaman ihtiyaç zorunlu kılarsa, Allah, yaşamları ve çalışmaları yoluyla imanın ve İslam'ın realitelerini insanlara sunulması gerektiği şekilde sunan kişi yada kişilere ilham eder. Böylece müceddid Kur'an'ı kendi çağının insanlarına, o çağa hitap ettiği şekliyle ve aslında Hazreti Peygamber (sav) tarafından 14 asır önce açıklandığı şekliyle açıklar. Ve bunları zamanının insanlarının düşünce düzeyine uygun bir yolla yapar. [10] Daha önce belirtildiği gibi, İslâmî Tecdit savunucuları, İslam mirasının yeniden yorumlanabilmesi için içtihadın kullanımına yeniden dönülmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Yine de burada şimdiki sorun; içtihat kapısının açık olup olmadığı değil, içtihatların gerekli olup olmadığı ve hangilerinin takip edileceğidir.
Ebu Yusuf hariç, büyük imamların hiç birisi devlet aygıtının resmî görevlisi değildi. Aksine, onları devletin resmî görevlisi haline getirmek için yapılan her türlü teklifi, emri ve baskıyı reddettiler. Bu müçtehitler (içtihat yapmaya ehil şeriat uzmanları) tamamen bağımsızdı ve hiç kimsenin onları mutlaka izlemesi gerekmiyordu. Soru sormaya gelen insanlar birkaç müçtehide birden gidiyorlardı. 'Bir serbest pazar ekonomisi vardı' ve bu ortamda, insanların 'kullanacağı' bir dizi 'birbiriyle rekabet eden' fetvalar ve içtihatlar vardı. [11] Zaman sınavına dayanabilen yorumlar, kural ve uygulama haline geldiler.
Post-modern çağda, insanlar daha fazla bağımsız olmaya, kendi yargıçlıklarını kendileri yapmaya ve çeşitli görüşler arasından seçmeye daha eğilimli hale geldiler. Böylece sosyolojik bakış açısından, gelecekte 'piyasa'da bir dizi 'birbiriyle rekabet eden' fetvalar ve içtihatlar olacak ve insanlar bunların arasından seçecekler. Şimdiden birçok kişi ve kurumun içtihat yapma hakkına sahip olduğunu iddia ettiğini görüyoruz. Bunların insanların gözünde meşru olup olmadıklarının teste tâbi tutulması gerekir. Eğer bir devlet içtihat yaparsa, Pakistan örneğinde olduğu gibi bu uygulama sivil itaatsizlikle sonuçlanabilir. [12] Eğer içtihat sivil ise, o zaman bazı insanlar serbestçe onu kabul ederken, diğerleri etmeyebilecektir. Ancak bu noktada, bu faaliyetlerin sonucu olarak post-modern Müslümanlar inter-madhab (? Anlamı çözülemedi. Çev.Notu)-net ve mikro müçtehitler arasında sörf yapmaktadırlar. Ancak burada post-modern bölünme sorunu ortaya çıkmaktadır. [13] İlave olarak Esposito'nun daha önce sözü edilen görüşleri ışığında, yeni söylemler ve içtihatlar üretmekten daha önemlisi, bunları etkili organizasyonlar ve takipçilerle uygulayabilmektir. [14]
Herhangi bir post-modern bölünmeden kaçınmak, ama aynı zamanda yeni değişimleri ve içtihatları sivil itaatsizlikle karşılaşmadan uygulayabilmek için; hükümet dışı sivil örgütler (NGO'lar) yada sivil hareket liderleri veya fikirlerini uygulayacak etkili örgütlenmelere sahip dine dayalı hareketlerin liderlerinin oynayacakları önemli bir rol vardır. [15] Dine dayalı hareketlerin liderlerinin içtihat yapmaları yada içtihadı savunmaları ve en önemlisi, her ne kadar bunu değişik nedenlerle içtihat yada Tecdit olarak isimlendirmeseler yada bayraklandırmasalar bile, fikirlerini sivil alanda uygulamak için, araçlara sahip olmaları gereklidir. İnsanlar dine dayalı hareket liderlerini kendi iradeleriyle izlediklerinden, devlet ve onun kanunları dahil hiç kimse, insanları dine dayalı hareket liderini izlemek için zorlamadıklarından dolayı, dinî liderin içtihat faaliyeti, sivil içtihat alanındadır. [16] İnsanlar bu içtihadı kabul ederler yada etmezler. Ancak çoğunlukla kabul ettikleri görülmektedir. Bunun nedeni basittir: Bireyler dine dayalı bir lideri takip etmeye zorlanmazlar. Belli bir dine dayalı hareket liderini izlemeye başlamadan önce, lideri kişiden kişiye değişen, iman, görünüş, dürüstlük, bilgi, samimiyet ve benzeri kriterlerle az yada çok sınamaya tâbi tutarlar. Bu kriterlerin ilgili, bilimsel yada doğru olup olmadığı, bireyin inancı ve bilinci için bir dine dayalı lideri ve onun söylem ve uygulamasını meşrulaştırmaya yetmeleri gibi basit bir nedenden dolayı önemsizdir. Birey; belli bir dine dayalı hareket liderinin inanılır olduğu kanısına varırsa, o zaman yeni bir takipçi daha lidere inanmış olacak ve onu bütün yollarda izlemeye başlayacaktır; liderin içtihatları yada liderin yeni içtihatlara bakışı bundan istisna değildir.
İmana dayalı hareket liderinin üç işlevi vardır. Birincisi, liderin kendisi bir müçtehiddir ve içtihat yapar. İkincisi belli bireyler ve kurumların bazı içtihatlarını takip eder. Sonra takipçilerinin gözünde bu içtihatlar meşru hale gelir ve izlenebilir. Üçüncüsü, lider bazı takipçilerden ve/veya başkalarından oluşan bir içtihat komitesi kurabilir. O zaman bu komitenin içtihatlarına ilk olarak lider tarafından sonra takipçileri tarafından uyulacaktır. Böylece İslâmî sosyo-hukuksal alanda post-modern bölünmeden, bir yandan İslâmî çoğulculuk ve farklılıkların korunmasına rağmen, kaçınılabilir. Buna örnek Gülen olayıdır.
[2] Algar, a.g.e., s.297.
[3] Algar, a.g.e., s. 295.
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, s.670. Algar tarafından tercüme edilmiş ve alıntı yapılmıştır, 'The Centennial Renewer', s. 304.
[5] Algar, a.g.e., s. 296.
[6] Algar tarafından nakledilmektedir. A.g.e., s. 310.
[7] Colin Turner, 'Renewal in Islam and Bediüzzaman', Dördüncü Uluslararası Bediüzzaman Said Nursi Sempozyumu, 20-22 Eylül 1998, İstanbul, s. 1; ayrıca bkz. Hamid Algar, 'The Cenetnnial Renewer: Bediüzzaman Said Nursi and the Tradition of Tajdid', Journal of Islamic Studies (Oxford), c. 12, no: 3, s. 291-311-292.
[8] Seyyid Vali Rıza Nasr, 'Qur'anic Commentary and Social Change: Modern South Asian Tafsir and Risale-i Nur in Comparative Perspective', Dördüncü Uluslar arası Bediüzzaman Said Nursi Sempozyumuna sunulan tebliğ, 20-22 Eylül 1998, İstanbul, s. 1.
[9] Turner, 'Renewal', a.g.e, s. 1; tecdid hakkındaki kısa bir tartışma için ayrıca bkz; Hallaq, Was the Gate of Ijtihad Closed?, s. 27-28.
[10] Turner, 'Renewal', a.g.e, s. 2.
[11] Karaman, Yeni Gelişmeler Karşısında İslam Hukuku, s. 80, Nesil Yay., İstanbul 1992.
[12] Yılmaz, 'Limits of Law', a.g.e., s. 15-16; Yılmaz, The Dynamic Legal Pluralism and the Reconstruction of Unofficial Muslim Laws in England, Turkey and Pakistan. SOAS, s. 239-272, Londra 1999.
[13] Detayları için bkz. Yılmaz, 'Surfers on the Inter-Madhhab-net', a.g.e.
[14] Esposito, a.g.e., s. 145.
[15] Bunu başka bir yerde detaylı olarak tartıştım. Yılmaz, 'Surfers on the Inter-Madhhab-net', a.g.e.
[16] Türkiye olayında, Türkiye Cumhuriyeti İslam Hukukunu terk etmeye 1926 yılında karar verdiği için sivil içtihad kesinlikle gayrı resmîdir. Zira Türkiye Cumhuriyeti, 1926 yılında İslam Hukukunu terk etmeye karar vermiş ve sosyal- hukuksal işlerde İslam'a herhangi bir atıfta bulunmayı illegal hale getirmiştir. Yine de birçok Müslüman Türk, Kemalist elitin, İslam'ı özel bir konu haline getirme ve gayrı resmî Türk-İslam Hukukunu yeniden yapılandırma (jakobence) arzularına ısrarla karşı koymuştur. Ayrıntılar Yılmaz, 'Legal Pluralism in Turkey: Persistence of Muslim Laws', International Journal of Turkish Studies, c. 7, no: 1-2, s.110-124; ayrıca bkz: Yılmaz, 'Secular Law and the Emergence of Unofficial Islamic Law in Turkey', The Middle East Journal, c. 56, no.1, s. 113-131. Kış 2002.
Gülen`in Söylemi ve Bu Söylemin Kamusal Alanlardaki Etkisi
Bu araştırma, bazı düşünürlerin 'Gülen'in Türkiye'de 'yeni' İslam'ın yapılanmasının ardındaki motor' olduğu [1] ve onun söyleminin Türkiye'nin ve bölgesinin gelecekteki yapısı üzerinde büyük etkilere sahip olacağı görüşlerini doğrulamaktadır. Onun söyleminin dönüştürücü etkisi ilk ve esas olarak kendi hareketinde gözlemlenebilir. İkinci düzeyde, bu dönüşüm uzun vadede etrafındaki geniş toplumu etkileyecektir. Onun, söyleminin takipçilerini doğrudan etkilediği ve bu etkinin onun hareketinin doğmasını sağladığı açıksa da, onun söylemiyle geniş ölçekte Türk toplumu arasında doğrudan paralellik kurmak oldukça güçtür. Benim aşağıda kısaca özetleyeceğim gözlemlerime göre, onun söylemi Türk toplumunu da dönüştürmektedir ve ayrıca gelecekte daha küresel düzeyde de daha derin etkiler yapma potansiyeline sahiptir. Ancak, birçok karmaşık, birbiriyle bağlantılı ve birbirine karışmış etkiler altında olan sosyal fenomenlerde, doğrudan korelasyon kurmak neredeyse imkânsız olduğundan; kanıtlar ne ampirik ne de zorlayıcı değil, yalnızca önerme niteliğindedir. Burada vurgulanması gereken nokta; Türk toplumunda belli konularda değişim olmaktadır ve bu değişim Gülen'in son 30 yıldır savunduğu söylem doğrultusundadır.
Değişen Zaman ve İçtihat
Gülen'in İslam'ı yeniden yorumu, diğer yorumları dışlayan soyut bir modele dayalı olmayıp, bu dünyanın deneyimlerine ve kültürel birikimlerine açıktır. Gülen, çağımızda içtihada ihtiyaç bulunduğuna inanmaktadır. Geçmişin düşünürlerine saygı duyduğunu söylemekte, ancak içtihadın bir gereklilik olduğuna, zira içtihadın dondurulmasının İslam'ın dondurulması, verili zaman ve alanda hapsedilmesi anlamına geldiğine inanmaktadır. [2] İslam'ın dinamik, evrensel, zaman ve mekânı aşan bir din olduğunu, gerçek yaşam şartlarına göre kendisini yenilediğini, belli bir konteksten diğerine değiştiğini ve bu amaçla içtihadın temel araç olduğunu ileri sürmektedir. [3]
Kur'an ve sünneti ana kaynaklarımız kabul ederek ve geçmişin büyük insanlarına, hepimizin zamanın çocukları olduğumuz bilinci içinde saygı göstererek, geçmişi ve bugünü mutlaka sorgulamalıyız. İslam'ın daimî ve değişen yönleri arasında gerekli dengeyi kuracak iptal, özelleştirme, genelleştirme ve sınırlama gibi muhakeme kurallarını dikkate alan, İslam'ı modern anlayışa sunabilen düşünce işçileri ve araştırmacılar arıyorum. İslam'ın ilk 5 asrı boyunca, düşünce hürriyetinin çok geniş olduğu bir dönemde, böyle bir vazifeyi üstlenen çok sayıda araştırmacı ve düşünür vardı. [4]
Gülen ayrıca şunları söylemektedir: 'Zamanın ve değişen şartların getirdiği sorunlara ikincil muhakeme meseleleri (füruat) olarak bakılmıştır. Örneğin; deniz ticareti çok karmaşık değildi, bu nedenle İslam, Hıristiyanlık ve Musevilik deniz ticaretine ilişkin özel kurallar içermez. Bu gibi konular, temel İslam inancı, ahlâk ve yaşam tarzı prensiplerinin ışığında içtihada bırakılmaktadır. Zaman ve şartlar Kur'an'ı yorumlayan önemli araçlardır. Kur'an her geçen gün yeni bir yaprağı açılan ve açılmaya devam eden bir gül gibidir. Derinliğini keşfetmek ve daha derin katmanlarındaki mücevherlerini alabilmek için, en azından her 25 yılda bir, yeni bir yorum yapılmalıdır.'
Ayrıca Gülen, bazen içtihadı tartışmanın lüks olduğunun, zira Müslümanların karşısında daha ciddi problemler bulunduğunun ve bugünün şartlarında herkesin müçtehit olduğunu iddia edebileceğinin altını çizmektedir. Bu nedenle güçlü inananlar yetiştirme ve eğitmenin önemini kuvvetle vurgulamaktadır. Gülen, her zaman insanların maslahat ve zaruret adı altında en kolay seçeneği izleme temayülünde olduğunu vurgulamaktadır; [5] 'Eğer her şeye zaruret adı altında izin verilirse o zaman dinin özü kalmayacaktır ve eğer önceki nesiller her şeye izin vermiş olsalardı, bugün bize hiçbir şey kalmazdı' demektedir. [6] Bu nedenle müçtehitlik kriterlerine uyan bireyler yetiştirmenin önemli olduğu kanısındadır.
Uzmanlaşma asrında, bir müçtehidin bütün niteliklerini taşıyan tek bir bireyin bulunmasının oldukça kuşkulu olduğu, bu nedenle gerekli alanlardan uzmanların kolektif bir müçtehitler grubu oluşturması gerektiği ileri sürülmektedir. [7] Bu açıdan Gülen de, prensip olarak içtihat komitelerini şiddetle savunmaktadır. O, artık bireylerin müçtehit-i mutlak olmalarının imkânsız olduğu görüşündedir; bunun yerine bu görevi içtihat komiteleri görecektir. Gülen'in görüşüne göre gelecekte bütün değişik disiplinlerden kişilerin araştırma merkezlerinde bir araya gelerek içtihat komiteleri oluşturmaları gayet mümkündür. Bu komitelerin değişik bilimlerden gelen düşünürlerden oluşmasını ve özel konularda onlara danışılması gerektiğini düşünmektedir. Bunlar ayrıca, bilgisayar, internet, CD-ROM ve benzerleri dahil, çağın bütün teknolojik ilerlemelerini kullanmalıdırlar. [8]
Gülen'in görüşüne göre bugün bile düşünürler, karşılarına çıkan çağdaş sorulara cevap bulabilmek için bir araya gelmeyi deneyebilirler. Gülen, gelecekteki müçtehitlerin kendi çözümleri ve içtihatlarıyla ortaya çıkabileceklerini söylemektedir. içtihat komiteleri için İlahiyat Fakülteleri uygun zeminler olabilir, Diyanet İşleri Başkanlığı böyle bir komite oluşturabilir yada zaten mevcut olan fetva komitesini içtihat komitesi haline getirebilir. Devlet bu içtihatlardan birini destekleyebilir ve uygulayabilir. O zaman Müslümanlar Ulü'l Emr'e, Ulü'l Emrin şeriat dairesinde hareket etmesi ve şeriatın ruhuna aykırı davranmaması kaydıyla, uymaları emredildiği için bu resmî mevzuata uyacaklardır. Gülen, normalde devletlerin bu komiteleri bir kamu hizmeti olarak kurması gerektiğini düşünmekte, böyle bir komiteye örnek olarak Türkiye'deki Diyanet İşleri Başkanlığını göstermektedir. Yine de eğer devlet bunu yapmazsa, Müslümanların sivil içtihada başvurması gereklidir. Bu açıdan Gülen, talebelerini genetik mühendisliği, organ nakli, müzik, sanat, laiklik, modern hukuk vs. konularında çalışmaya ve çağımız bu konular hakkında mümkün olan İslâmî cevapları formüle etmeye teşvik etmektedir. [9]
[2] Yazar'ın Gülen'le mülakatı, ABD, 27 Mart 2000.
[3] A.g.e. Bunu söylerken Gülen açıkça belirtmektedir ki; 'Allah'a, ahirete, peygamberlere, kutsal kitaplara, meleklere ve kadere imanın, zamanın değişmesiyle bir ilgisi yoktur. Aynı şekilde ibadet ve ahlak, evrensel ve değişmez standartlar olup dünya yaşamı ve zamanla pek ilgisi yoktur', Fethullah Gülen (2001), 'A Comparative approach to Islam and democracy', SAIS Review, c. XXI, no.2, s. 133-138, S.133.
[4] Ali Ünal ve Alphonse Williams (editörler), The Advocate of Dialogue: Fethullah Gülen, Fairfax, VA: 2000, s.53.
[5] A.g.e. Ayrıca bkz: Gülen, Fasıldan Fasıla I, s.285-286, Nil Yay., İzmir 1995.
[6] Yazarın Gülen ile mülakatı, ABD, 27 Mart 2000.
[7] Esposito, 'Perspectives', a.g.e., s. 243.
[8] Yazar'ın Gülen ile mülakatı, ABD, 27 Mart 2000.
[9] Yazarın Gülen'le mülakatı, ABD, 27 Mart 2000.
Türk Müslümanlığının Dinsel ve Hukuksal Çoğulculuğu ve Laiklik
Gülen, farklılık ve çoğulculuğu doğal bir gerçek olarak görmektedir. Bu farklılıkların kabul edilmesi ve açıkça ifade edilmesini istemektedir. Dinin ikna yoluyla yayılmasının, medenî dünyadaki tek metot olduğuna inanmaktadır. Hoşgörü ise sihirli sözcük ve uygulamadır. [1]
Gülen; Türklerin İslam'ı belli bir tarzda yorumladığı ve uyguladığına, bu nedenle bunun adına Türk Müslümanlığı denilebileceğine kuvvetle inanmaktadır. [2] Bu konuda şunları söylemektedir: Hanefî anlayışı ve Türk usulü yorum, İslam dünyasının dörtte üçüne hakimdir. Bu anlayış benim için çok değerlidir. Eğer siz isterseniz bunu Türk Müslümanlığı olarak adlandırabilirsiniz. Bunun ciddi bir yan anlamı olmadığını gördüğüm için, bunun kimseyi üzeceğini sanmıyorum. [3] Türk Milleti İslam'ı yoruma açık alanlarda yorumlamıştır... İslam, çok geniş bir spektrum kazanmış ve büyük devletlerin dini haline gelmiştir. Bu nedenle Türk Müslümanlığı'nın uygun olacağını düşünüyorum. Bunun bir başka yönü de Kur'an ve sünnete köklü sadakatlerinin yanı sıra Türkler daima tasavvufa, İslam'ın ruhsal yönüne açıktı. Türk Müslümanlığı esasta, İslam'ın Kur'an'da ve sünnette bulunan değişmez prensiplerinden ve aynı zamanda Türk tarihi boyunca, tasavvufla birlikte kazanılan yorumlardan oluşmaktadır... Bu nedenle Türk İslam'ı daima daha geniş, daha derin, daha hoşgörülü, daha kapsayıcıdır ve sevgi üzerine kuruludur.
Selçuklular ve Osmanlıların Türk Müslümanlığına ve onların dinsel çoğulculuk uygulamalarına atıf yaparak, Gülen şunların altını çizmektedir:
İslam dünyası, Yahudilerle ilişkiler konusunda çok iyi bir geçmişe sahiptir. Neredeyse hiçbir ayrımcılık, soykırım, temel insan haklarının inkarı yada imha hareketi olmamıştır. Aksine Yahudiler, Endülüs'ten çıkarıldıklarında zamanında Osmanlı Devletinin onları kucaklaması gibi, zor zamanlarında da memnuniyetle kucaklanmıştır. Aynı zamanda daima hukuksal bakımdan çoğulcu bir sistem İslam dünyasına hakim olmuştur. Gülen ayrıca, dahilde İslâmî hukuksal ve kültürel çoğulculuğa hoşgörüyle yaklaşmaktadır. Bu bağlamda, örneğin 'Aleviler kesinlikle Türk kültürünü zenginleştirmektedir' demekte ve Alevileri kendi kimliklerini korumak için sözlü kültürlerini yazılı kültüre dönüştürmeye teşvik etmektedir. Bunu şu sözlerle vurgulamaktadır: 'Alevi toplantı yada ibadethaneleri desteklenmelidir. Tarihimizde birçok yerde sinagog, kilise ve cami yan yana var olmuştur.'
Gülen'in felsefesinde laiklik, İslam dışı bir yaşam tarzı olarak anlaşılmamaktadır. Din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması ve bunun sosyal yaşama yansıtılması kabul edilmektedir. Dinin reddi ise kabul edilmemektedir. Gülen böyle bir laiklik anlayışının Selçuklularda ve Osmanlılarda zaten mevcut olduğunu ileri sürmektedir. Batı tipi laikliğe atıfta bulunmakta ve bu tip laiklik sınırları içinde İslam ve devletin laikliliğinin birbiriyle uyuşabileceğini ileri sürmektedir. Böyle bir laiklik anlayışının Selçuklular ve Osmanlılarda mevcut olduğunu şu sözlerle vurgulamaktadır: Onlar dünyevi konularda içtihadı kullandılar, devirlerinin ihtiyaçlarına cevap vermek için kanunlar ve emirler yayınladılar. [4]
[2] Gülen'in Türk Müslümanlığı hakkındaki düşüncelerinin ayrıntıları için bkz, a.g.e., s. 54-58.
[3] Ünal ve Williams, The Advocate of Dialogue, a.g.e., s. 52.
[4] Gülen ile mülakat, Haber Kritik, Osman Özsoy, STV, 29 Mart 1997.
Politika
Gülen, -bütün kusurlarına rağmen- demokrasinin bugün için tek uygulanabilir siyasal sistem olduğunu ve insanların; bireysel haklara ve özgürlüklere saygı duyulan ve korunan, herkes için fırsat eşitliğinin hayal olmadığı bir toplum inşa etmek üzere, demokratik kurumlarını modernize etmek ve pekiştirmek için çaba göstermeleri gerektiğini ileri sürmektedir. Gülen'e göre, insanoğlu henüz demokrasiden daha iyi bir yönetim sistemi geliştirmemiştir.
Gülen ayrıca siyasal sistem ve yönetim sistemi olarak demokrasinin, halen dünyada varlığını sürdüren tek alternatif olduğu görüşünü desteklemektedir. Onun anlayışına göre mevcut şekliyle demokrasi ulaşılan ideal bir sistem değil, 'sürekli geliştirilen ve revize edilen' bir metot ve süreçtir. [1] Şunları iddia etmektedir: 'Demokrasi geri dönüşü olmayan, mutlaka geliştirilmesi ve olgunlaştırılması gereken bir süreçtir... Günün birinde demokrasi çok yüksek bir düzeye ulaşacaktır. Ancak bu konuda zamanın yorumunu beklemek zorundayız.' [2] Gülen güçlü bir biçimde vurgulamaktadır ki, demokrasi zaman içinde gelişmiştir. Şimdiye kadar çok çeşitli aşamalardan geçtiği gibi, kendisini geliştirmek için gelecekte de başka aşamalardan geçmeye devam edecektir. Yol boyunca, doğruluk ve realiteye dayalı, daha insani ve daha adil bir sistem haline gelecektir. Eğer insanlar, varoluşlarının manevi boyutu ve manevi ihtiyaçları gözden uzak tutulmadan, bir bütün olarak değerlendirilirse, insan yaşamının yalnızca bu fani hayatla sınırlı olmadığı ve bütün insanların büyük bir ebediyet arzusu duyduğu unutulmazsa, demokrasi, mükemmelliğinin zirvesine çıkacak ve insanlığa daha fazla mutluluk getirecektir. İslâmî eşitlik, hoşgörü ve adalet prensipleri demokrasinin bunu gerçekleştirmesine yardım edebilir.
Gülen, 'İslâmî yönetim' ile demokrasi arasında bir çelişki görmemektedir. İslam, bireyleri ve toplumları kendi kaderinden sorumlu tuttuğu için, insanların mutlaka kendilerini yönetmekten sorumlu olması gerekir. Kur'an topluma şu gibi deyimlerle hitap etmektedir: 'Ey insanlar!' ve 'Ey inananlar!' Modern demokratik sistemlere yüklenen görevler İslam'ın önem sırasına göre 'mutlaka gerekli, oldukça gerekli ve yapılması isteğe bağlı' olarak sıralanan toplumlara ve sınıflara yüklediği görevlerdir. İnsanlar bu görevlerin paylaşılmasında ve bunları gerçekleştirmek için zaruri temellerin kurulmasında birbirleriyle işbirliği yaparlar. Hükümet bütün bu temellerden oluşmaktadır. Bu nedenle İslam, yönetimin sosyal sözleşmeye dayalı olmasını tavsiye etmektedir. İnsanlar yöneticileri seçerler ve ortak sorunları tartışmak için bir meclis oluştururlar. Ayrıca bir bütün olarak toplum, yönetimin denetlenmesine katılır. [3]
Gülen'e göre İslam, uygulanacak bir siyasal proje değil, daha çok adil ve etik bir toplum geliştirilmesi için gerekli bilgi ve uygulama ambarıdır. [4] Gülen kuvvetle vurgulamaktadır ki, İslam belli bir değişmez hükümet biçimi önermez yada hükümet biçimini şekillendirmeye teşebbüs etmez. Bunun yerine İslam, hükümet tipi ve biçimini zamana ve şartlara göre seçmeyi insanlara bırakarak, hükümetin genel karakterini belirleyen temel prensipleri oluşturur. [5]
Gülen sürekli 'İslam'ın milletin dini olduğunu ve bir partinin kimliği konumuna indirgenmemesi gerektiğini' tekrarlamaktadır. [6] Ona göre; 'din, temelde bir siyasal mesele yada devlet meselesi değil, özel yada toplumsal meseledir.' Gülen 'dinin politikaya alet edilmesini' eleştirdiği için sürekli olarak ve açıkça Türkiye'deki 'siyasal İslam' söylemlerini, uygulamalarını ve politikalarını eleştirmektedir. [7]
Böylece Gülen, bir yandan herkesin seçimlere katılmasını ve oy vermesini teşvik ederken, diğer yandan asla spesifik bir parti yada aday ismi telaffuz etmemektedir. Dürüstlük, gerçek anlamda demokrat olma, işe uygun olma, sosyo-politik şartlar ve benzerleri gibi kılavuzlar vermektedir. Bu özelliklere sahip adaylar her partide bulunabilir. Günün sonunda, eğer her seçmen bu ölçülere uygun davranırsa, seçilenlerin hepsi, parti etiketleri ne olursa olsun, Gülen'in ideallerine uygun olacaktır. En önemlisi partilerden herhangi birisi ile kategorik olarak ilişkilendirilemediği için, partiler daima bir ümit taşıyacak ve onun sempatisini kazanmaya çalışacaklardır. Üstelik, onun partiler üstü söylemi, yaşamın bütün kesimlerinden herkesi kolaylıkla cezbedebilir. İslam devletine ilişkin olarak, onun tabandan tavana doğru bir yaklaşımı desteklediği ve onun arzusunun bireyleri dönüştürmek (transformasyon) olduğu ve bu idealin güç kullanılarak yada yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilemeyeceği açıktır. [8] Yukarıda dikkat çekildiği gibi, Gülen, hoşgörüye dayanan bir Türk Müslümanlığını yada bir Anadolu tasavvufunu savunmakta; Suudi yada İran versiyonlarına, imajlarına karşı Türk modernitesini öne çıkarmakta ve bu İslam söyleminin modern dünya ile çelişmeyeceğini vurgulamaktadır. Onun görüşüne göre her ne kadar İslam zaten ılımlı olduğu için böyle bir tanımlamayı kendisi reddetse de, Gülen'in söylemi bir tür 'ılımlı İslam' tipini temsil etmektedir. Bu söylem 'İslam ile bilimin sentezine; demokrasinin, hukukun hakimiyeti dahilinde en iyi yönetim biçimi olduğunun kabulüne; akılla nakil arasındaki bağlantıyı göstererek İslâmî bilinçlenme düzeyini artırmaya; bu fani ve ebedi kurtuluşu serbest piyasa içinde ve nitelikli eğitim yoluyla gerçekleştirmeye dayanmaktadır.' [9]
The New York Times'ın sorularına verdiği yazılı cevapta Gülen; ' İslamî bir rejim kurma amacı takip etmediğini, ancak hükümetin etnik ve ideolojik farklılıkları, ayrımcılık nedeni değil, bir kültürel mozaik olarak ele almasını sağlamaya yönelik çabaları desteklediğini söylemiştir.' [10] Gülen, 'Mustafa Kemal'in mirasını yok etmeyi amaçlamamakta, daha çok bu mirası sosyal tabanın genişleterek, Mustafa Kemal'in gazi yönünü vurgulayarak ve Türk millîyetçiliğini İslâmîleştirerek, yeniden tanımlamayı amaçlamaktadır.' [11] Aslında Gülen'in söylemi, Mustafa Kemal'den ortaklaşa takdir edilen bir Türk değeri olarak yararlanmakta ve Mustafa Kemal'in, Gülen'in altın nesil idealiyle uyumlu yönlerini öne çıkarmaktadır.
Bu hareket; yaşamın bütün kesimlerinden insanlara hitap etmekte ve her ne kadar merkez sağ partiler daima Gülen'e ve hareketine yakın oldularsa da, herhangi bir siyasal partiye bağlanmamaktadır. Eski Başbakan ve Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz, Eski Başbakan ve Doğru Yol Partisi lideri Tansu Çiller, Gülen'i birkaç kez ziyaret etmiş, onu ve hareketini kamuoyu önünde takdir etmişlerdir. Eski Cumhurbaşkanı Özal ve Eski Cumhurbaşkanı Demirel de, diğer ülkelerdeki okullara mesajlar göndererek, bu okulları ziyaret ederek, açılış törenlerine katılarak ve benzeri şekillerde bu okulları kamuoyu önünde desteklemişlerdir. Büyük Birlik Partisi lideri Muhsin Yazıcıoğlu da hareketi tam olarak desteklemektedir.
Millî Görüş Hareketi, Türkiye'deki 'siyasal İslam'ın önemli temsilcilerinden olmuştur. 1998 yılına kadar bu hareket, Ortadoğu Siyasal İslam'ının bir ölçüde etkisindeydi ve ideolojisi Doğu Batıya karşı ikili muhalefeti üzerine bina edilmişti. [12] Şimdi ise bazı Millî Görüş üyeleri (yenilikçiler) AK Partiyi kurdular, siyasal İslam'ın Türkiye şartlarını Ortadoğu deneyimleri ile karıştırması nedeniyle siyasal İslam'ın başarısız olduğunu ilan ettiler ve siyasal İslam'ın yerel Müslüman aydınların değil Ortadoğulu siyasal İslamcıların etkisinde kaldığını söylediler. Bu genç yenilikçiler, yaşlılarından daha fazla liberaldirler. Söylemleri daha seviyelidir ve tartışmalı retorikten kaçınmayı, bunun yerine demokrasi ve insan hakları mesajı vermeyi öğrenmişlerdir. Yenilikçiler ve AK Partinin doğuşu Türkiye'deki Müslüman politikacıların, İslam'ı araç olarak kullanmaktan, günlük politikayla uğraşan Müslümanlar biçiminde yeni bir anlayışa yükselmekte olduklarını göstermektedir. [13] Bu hususun Gülen tarafından son 30 yılı aşkın süredir savunulan bir görüş olduğu açıktır.
Ayrıca siyasal yelpazenin sol tarafında da bir değişim söz konusudur. Demokratik Solcu Başbakan Bülent Ecevit, Gülen'in ve onun faaliyetlerinin destekçisi olmuştur. Çeşitli ortamlarda bu faaliyetleri takdir etmiştir. Geçen yıl Davos'taki Dünya Ekonomik Forumuna katıldığı zaman, konuşmasında, Gülen'in dünyanın her yerindeki okullarının önemini vurgulamıştır ve bu okulların Türk kültürüne nasıl katkı yaptığını açıklamıştır. [14] Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı temsilcilerini makamında kabul ettiğinde, bu okulları desteklediğini, çünkü bu okulların Türk kültürünü, 600 yıllık Osmanlı Devletinin bile başaramadığı ölçüde yaydıklarını tekrarlamıştır.
Hoşgörü ve ortak anlayış atmosferi Cumhuriyeti kuran partiyi, Cumhuriyet Halk Partisi'ni de aynı şekilde etkilemiştir. Bu parti son birkaç ay içinde bir dönüşümden geçmektedir. Son seçimleri ağır bir şekilde kaybettikten sonra Deniz Baykal, partinin genel başkanlığından ayrılmış ve bir süre sonra kendisinin ve söyleminin değiştiğini söyleyerek politikaya geri dönmüş ve genel başkanlığa yeniden seçilmiştir. Şimdi bir Anadolu hoşgörüsünü savunmakta, Osmanlı'ya, geçmişteki din düşünürlerine saygı göstermekte, dinle ilgili konularda sıcak bir lisan kullanmaktadır. Baykal 'Bu dünyada iktidara gelmek istediğini, ahrette ise cennete gitmek istediğini söylemektedir.' [15] Rumî, Yunus Emre, Hacı Bektaş ve Yesevî'nin düşüncelerine hayran olduğunu dile getirmekte ve onların fikirlerini ilerici ve devrimci bulmaktadır. Baykal, Hürriyet'in liberal köşe yazarı Cüneyt Ülsever ile Gülen hareketinin Samanyolu TV'sindeki programda yaptığı bir mülakatta, bu yeni politikayı 'Anadolu solculuğu' olarak adlandırmaktadır. [16] Bu fikirlerin büyük bir kısmının Gülen'in 30 yılı aşkın bir süredir savunmakta olduğu görüşler olduğu açıktır. Baykal'a bunları daha önce de söyleyip söylemediği sorulduğunda, şu cevabı vermiştir: 'Sosyal demokrasi (ideolojisi) bu noktaya ancak çok yakın zamanda gelmiştir.' Gerçekten de bu dönüşüm süreci yaklaşık 10 yıl önce tabanda başlamıştır. Halk 1980 öncesi ideolojik kamplarını terk etmiş, birbirine karşı daha hoşgörülü olmaya başlamış ve bu durum Baykal'ı yeni düşüncelere açık bir lider olarak değişmeye zorlamıştır. [17]
Düşünürlerin büyük bir kısmı 'Gülen'in insanların manevi ihtiyaçlarını karşılamayı, kitleleri eğitmeyi, kargaşa zamanlarında bir ölçüde istikrar sağlamayı amaçlayan eski bir tasavvuf geleneğini sürdürdüğünde' birleşmektedirler. (13. yüzyılın abide şahsiyeti Celaleddin-i Rumî dahil) Bir çok eski mutasavvıf gibi, Gülen'in de siyasal güç peşinde olduğu sanılmıştır. Ancak bu apolitik duruşunda herhangi bir değişiklik ilk başta onun hareketine zarar verecektir. [18] Her ne kadar Gülen sürekli herhangi bir siyasal iddiası bulunmadığını, dinin siyasete alet edilmesine karşı olduğunu, onun ilgisinin bireyler olduğunu ve buna benzer düşüncelerini tekrarlıyorsa da, kendilerini rejimin sadık bekçileri olarak gören askerî elit, Gülen'i ve hareketini devlete karşı potansiyel bir tehdit olarak görmektedir. Bu korkular bir televizyon kanalının yayınladığı video kasetler, Gülen'in takipçilerine 'sabırlı ve gizlice' devlete sızmalarını öğütlüyor gibi görünmektedir. [19] Türk rejimini eleştiren bazı muğlak sözler de sarf etmiştir, Gülen; 'Bu sözlerinin söylendiği konteksten koparıldığını, bazılarının değiştirildiğini' söylemiş ve 'yozlaşmış memurlara karşı ve çalışan memurlara karşı hoşgörüsüz davranan yöneticilere karşı takipçilerine, sabır tavsiye ettiğini' söylemiştir. Gülen 'İfadeler ve sözcükler cımbızla seçilmiş ve bu işin arkasında kim varsa, onun maksadına hizmet edecek şekilde montajlanmıştır' demektedir. Askerî elit hâlâ kuşkulu tavrını sürdürmekte ve Gülen'in ordu dahil, devlet kurumları üzerinde güç kazanmayı amaçladığını ileri sürmektedir. [20] Gülen'in belli konularda böylesine muğlak bir dil kullanması, Türk sivil toplumunun olgunlaşmamasının ve her şeye gücü yeten devlet karşısında zayıf kalmasının ana nedenlerinden birisi olan, otoriter devletin sosyal alanda rakiplerine hoşgörü göstermemesi nedeniyle anlaşılabilir bir tavırdır.
Askerî elit ve devletin bu yaklaşımı, Gülen ile sınırlı değildir. [21] Radikal gazetesinin liberal solcu aydınları Etyen Mahcupyan ve Murat Belge'nin yazdığı gibi, diğer gelişmemiş ülkelerdeki gibi, Türkiye'de de sivil toplum korkulacak bir şeydir. Sosyal alanda devlet; otorite, birlik, ulusal güvenlik yada laiklik adı altında hiçbir rekabete hoşgörü göstermemektedir. [22] Örneğin 18 Ağustos 1999 depreminden hemen sonra, değişik kesiminden birçok sivil toplum kurumu hızlı bir şekilde krize cevap vermiş ve depremden ağır şekilde etkilenen bölgelere her türlü yardımıyla koşmuştur. Devlet ve ordu, deprem sonrası müdahalede yavaşlıkları nedeniyle ağır biçimde eleştirilmiştir. Hatta, Türkiye için pek olağan olmayan bir şekilde bu eleştiriler medyada da yer almıştır. Mali olarak yardımda bulunmak isteyenler, yozlaşmış politikacılar ve bürokratların bu yardımları ihtiyaç sahiplerine ulaştırmayacaklarını söyleyerek, bu yardımlarını sivil toplum kurumları aracılığıyla yapmışlardır. Devletin saygı ve otoritesini yitireceğinden korkan yöneticiler, sivil toplumun bütün faaliyetlerini yasaklamış ve durdurmuştur. Bazı sivil toplum kuruluşlarının hesaplarına, örneğin çok saygın, ideolojik olmayan AKUT'un (Arama ve Kurtarma Timi) hesaplarına el konularak; devlet, rakiplerinden kurtulmuştur. Bunun üzerine aşırı laiklerden İslamcılara kadar bütün sivil toplum kurumları bir araya gelmiş ve Türk tarihinde ilk kez, günlük gazetelere verdikleri ilanlarla devletin bu hareketini kınamışlardır.
Özetlemek gerekirse; Gülen, devlet gücünden bağımsız kalmayı başarmış ve geniş toplum katmanlarını harekete geçirebilmiştir. Gülen, laik devlet politikalarının daima huzursuz olduğu İslâmî bir temele sahiptir. Bu nedenle bazıları tarafından daima potansiyel tehdit olarak görülmeye devam edilecektir. [23]
[2] Ünal ve Williams, The Advocate of Dialogue, s. 150.
[3] Gülen, 'A comparative', a.g.e., s. 135,136.
[4] Yavuz, 'Searching', a.g.e., s. 126.
[5] Gülen, 'A comparative', a.g.e., s. 134.
[6] Yavuz, 'Searching', a.g.e., s. 126.
[7] Yavuz, 'Searching', a.g.e., s. 121.
[8] Bkz; Ebru Altınoğlu, Fethullah Gülen's Perception of State and Society., s. 102, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul1999.
[9] Hakan Yavuz, 'Cleansing Islam From the Public Sphere', Journal of International Affairs, Sonbahar 2000, ayrıca bkz. Hulusi Turgut, Gülen ile mülakat, Sabah, Ocak 1997; Altınoğlu, Fethullah Gülen's, a.g.e., s. 102.
[10] Douglas Frantz, NewYork Times, 25 Ağustos 2000.
[11] Yavuz, 'Search', a.g.e., s. 121.
[12] Bunu söylemekle birlikte bu hareketin siyasal İslam'ı Türkiye'ye has olduğunun ve Müslüman dünyasındaki diğer siyasal İslam biçimleriyle kıyaslandığında 'ılımlı' olarak nitelendirilebileceğinin de altının çizilmesi gerekir.
[13] Millî Görüş hareketinin değişen söylemini başka bir yerde ayrıntılı olarak ele aldım; Yılmaz, 'Changing Turkish-Muslim Discources on Modernity, West and Dialogue', The Congress of The International Association of Middle East Studies (IAMES), s. 6-7, Freie Universitat Berlin-Almanya, 5-7 Ekim 2000.
[14] Zaman, 23 Şubat 2000.
[15] Zaman, 7 Şubat 2001.
[16] Cüneyt Ülsever, Deniz Baykal ile Mülakat, STV, 24 Nisan 2001.
[17] 1993 yılında Profesör Artun Ünsal tarafından öğretilen Türk Yerel Politikaları dersi için bir anketi uygularken, eski bir Kağıthane Belediye Başkanı şöyle haykırıyordu: 'Benim partim, CHP en iyi parti ve benim Hocam, Fethullah Hoca en iyi hoca!'
[18] Ayrıntı için bkz.; Altınoğlu, Fethullah Gülen, a.g.e.
[19] Douglas Frantz, New York Times, 25 Ağustos 2000.
[20] Türkiye'deki birbirini izleyen iki mali krizden sonraki tartışmalar, Türk toplumunun ordunun modernleşme ve laiklik konusundaki duyarlılığının yozlaşmış 'militarist' politikacılar, işadamları, medya kralları ve bazı üst düzey sivil ve askerî bürokratlar tarafından nasıl kötüye kullanıldığının bilincine varılması bakımından dikkate değerdir. 28 Şubat sonrası sürecin bu talihsiz sonucu, toplumun devlet, devlet kurumları ve uygulamalarına ilgisizleşmesi ve yabancılaşmasından kaynaklanmaktadır.
[21] Bu açıdan, Türkiye'nin önde gelen sosyologlarından Nilüfer Göle şunları yazmaktadır: 'Entelijensiya ve ordunun, sivil toplumun politikada özerkleşmesine -ister İslamcılık, Kürt kimliği, solcu ideoloji yoluyla isterse liberalizm yoluyla olsun- yönelik ortak hoşnutsuzluğu, Türkiye'nin Batılılaşma modelinin altında yatan ideoloji olan Kemalizmi şekillendirmektedir. Cumhuriyetin siyasal tarihi boyunca, bu dört fobi -göreceli önemleri konjonktüre göre değişmek kaydıyla- siyasal otoritecilik için ideolojik rasyoneli oluşturmuştur.' Nilüfer Göle, 'Authoritarian Secularism and Islamist Politics: The Case of Turkey', içinde yer aldığı eser: Augustus Richard Norton (editör), Civil Society in the Middle East, c. 2, Leiden: E. J. Brill, , s. 17-43, S. 20, 1996.
[22] Gerçek güce sahip olduklarını ve batılı müttefiklerinin daima antidemokratik Türkiye'ye hoşgörü ile bakacaklarını bilerek ve seçimlerin gerçekte Türkiye'deki güç yapısını değiştirmediğinin bilincinde olarak militarist jakoben elit, sosyologların sivil toplumla kopuk elit arasındaki artan gerilimin sağlıksız sosyolojik sonuçlar doğurabileceği yolundaki sürekli uyarılarına rağmen, toplumu 'modernize' etme ve homojenleştirme yolundaki çalışmalarını hâlâ sürdürmektedir.
[23] Bu konuda Economist şunları yazmaktadır: 'Türkiye'nin, kendilerini ülkelerinin laik geleneğinin bekçileri olarak gören generalleri kuşkulanmaktadırlar. Türkiye'nin seçilmiş politikacılarını sıklıkla ters politikalara çekebildikleri, güçlü Millî Güvenlik Kurulunda, sayın Gülen'in ana hedefinin modern Türkiye'nin kurucusu Kemal Atatürk tarafından 77 yıl önce getirilen laik düzeni yıkmak olduğunu defalarca dile getirmişlerdir. Sayın Gülen'in İslamî rejim istediğini, okullarının onun taraftar bulma yerleri olduğunu söylemektedirler. Generaller, Türkiye'nin orta-solundaki Başbakanı Bülent Ecevit'in bu okullarla mücadele etmeyi reddetmesine çok bozulmuşlardır... ne gariptir ki; son kez 1980 yılında sivil hükümeti deviren generaller, İslamî grupları aşırı solculara karşı direnmeye çağırıyorlardı. Sayın Gülen o zaman ısrarla dinini sağlıklı dozajda Türk Millîyetçiliği ve kapitalizmle birleştiren ılımlı bir şahıs olarak görülüyordu. Okulları aracılığıyla İran'ın etkisi eski komünist Müslüman Cumhuriyetlerde yavaşlatılabilirdi. Hatta Sayın Gülen 1998 yılında Papa John Paul tarafından bile kabul edildi', 'İslamic Evangelists', The Economist, c. 356, S. 8178, s. 52, 7 Ağustos 2000.
Hoşgörü İçin Cihat, Medeniyetler Arasında Diyalog ve İşbirliği
Yukarıda dikkat çekildiği gibi, Gülen, farklılığı ve çoğulculuğu doğal bir realite olarak görmekte; farklılıkların kabul edilmesini ve açıkça ifade edilmesini istemektedir. Gülen bu konuda şunu söylemektedir: 'Hazreti Peygamber (sav) bütün insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduklarını söylemektedir. İslam ırk, renk, yaş, millîyet yada fiziksel özelliklere göre ayrım yapmaz. Hazreti Peygamber (sav) buyurmuştur ki; 'Hepiniz Âdem'den (as) geldiniz, Âdem ise topraktan. Ey Allah'ın kulları, kardeş olunuz.' [1]
Gülen dinler arası diyalogun kararlı bir destekleyicisi ve teşvikçisidir. [2] Gülen şu hususun altını çizmektedir: İslam, kendisinden önceki bütün dinleri, tarihin değişik devirlerinde gönderilen bütün peygamberleri ve kitapları kabul eder. Bunları yalnızca kabul etmekle kalmaz, ayrıca onlara inanmayı, Müslüman olmanın temel prensibi olarak görür. Bunu yapmakla bütün dinlerin temelde bir olduğunu ilan eder. Bir Müslüman aynı zamanda Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. İsa (as) ve diğer bütün İbranî peygamberlerin de gerçek takipçisidir. Bu inanç Hıristiyanların ve Yahudilerin tarih boyunca Türk yönetimi altında iken, dinî haklarını rahatça kullanabilmelerinin sebebini açıklamaktadır. [3]
Kur'an'da kullanılan tarzın (bazı Yahudiler ve Hıristiyanların 'gerçeğe' karşı inatçılığı ve düşmanlığını ifade etmek için kullanılan üslubun) her dönemdeki bütün Yahudiler ve Hıristiyanlar için kullanılacağına ilişkin bir hüküm bulunmadığını savunmaktadır:
'Yahudileri ve Hıristiyanları kınayan ve azarlayan âyetler ya Hazret-i Muhammed (sav) döneminde yaşayan yada kendi Peygamberleri döneminde yaşayan bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır.' [4]
Gülen inanmaktadır ki, İslâmî sosyal sistem; erdemli bir toplum oluşturmayı ve böylece Allah'ın rızasını kazanmayı amaçlar. Gücü değil hakkı sosyal yaşamın temeli olarak kabul eder. Düşmanlık kabul edilmez. İlişkiler mutlaka; çatışma ve kişisel menfaatlerin gerçekleştirilmesi yerine; iman, sevgi, karşılıklı saygı, yardım ve anlayışa dayalı olmalıdır. [5]
Onun görüşüne göre, bir mü'min mutlaka her tür düşünce ve sistemle iletişim kurmalıdır; Mevlanâ'nın pergeli gibi. 'Öyle bir kişi ki, tıpkı bir pergel gibi bir ayağı imanın ve İslam'ın merkezine sağlam basmaktadır ve diğer ayağı ile birçok milletin halkıyla birliktedir.' [6] Bu amaçla, Gülen 1994 yılında, faaliyetleriyle toplumun bütün katmanları arasında diyalog ve hoşgörüyü teşvik eden, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın kurulmasına öncülük etmiştir. [7] Gülen, Vakfın onursal başkanıdır. Vakıf Başkanı Harun Tokak'a göre Vakıf temel prensip olarak; önce gazeteciler ve yazarlar arasında ve sonra toplum ve hatta bütün insanlık arasında sevgi, hoşgörü ve diyalogu geliştirecek ve güçlendirecek faaliyetler gerçekleştirmeyi seçmiştir. [8]
Vakıf 1995 yılı Şubat ayında büyük bir otelde geniş bir iftar daveti vermiştir. [9] Katılımcıların farklılığı bakımından türünün ilk örneğidir. Katılan 1000'i aşkın davetli arasında çeşitli sosyal grupların elit tabakası bulunmaktadır. Vakıf aynı yıl başka bir büyük olay daha organize etmiştir: '1995 Yılı Hoşgörü Ödülleri.' 1997 yılında, Vakıf 'Medeniyetler Arası Diyalog' adıyla bir uluslar arası konferans düzenlemiştir. Bu organizasyonun amacı medeniyetler çatışması tezinin, diyalog yaklaşımıyla değiştirilmesi olarak açıklanmıştır. Ortodoks Patriği Bartholomeos, Vatikan'ın İstanbul Temsilcisi Monsegnor George Marovitch, Katolik Cemaati Lideri, Türk Protestan Presbiteryenleri Cemaatinin temsilcisi ve Yunanistan Genel Konsülü de konferansa katıldı. Vakıf başkanı, geleceğin medeniyetler arası çatışmayla belirleneceği fikrine karşı olduklarının altını çizmektedir. [10]
1997 yılında Vakıf uluslar ve medeniyetler arası bir kongre tertiplemiş, hoşgörü ve kültürler arası işbirliği temalarını işlemiştir. 1998 yılında Fethullah Gülen, Vatikan'da Papa ile ve daha sonra da Kudüs Hahambaşısı ile görüşmüştür. Vakfın Genel Sekreteri Cemal Uşak, 'Radikaller ve fanatiklerden tepkiler geldi, ama ılımlılığı destekleyen çoğunluk Gülen'i tebrik etti' demektedir. [11] 2000 yılı Nisan ayında, Vakfın Kültürler arası Diyalog Platformu Şanlıurfa ve İstanbul'da 'Diyaloglu Bir Ümit Sembolü ve İnanç Bağı: Hz. İbrahim' sempozyumunu düzenlenmiştir. Vakıf ayrıca dolu bir yayın programına sahiptir. Vakıf tarafından yayınlanan bazı kitapların başlıkları şöyledir: 'İslam ve Laiklik', 'Osmanlılarda Bilim ve Teknoloji', 'Medeniyetler Çatışmasından Diyaloga', 'Doğu-Batı Kaynaklarında Birlikte Yaşama', 'Din, Devlet, Toplum ve Osmanlıda Hoşgörü'.
Hareket; etnik, ideolojik, dinsel ve kültürel arka planları ne olursa olsun bütün düşünürleri ve aydınları bir araya getirmeyi amaçlamaktadır. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı ayrıca ilgili konularda bir fikir üreten merkez (think-tank) işlevi görmektedir. Abant Platformu Türkiye'nin sorunlarına, her düşünceden aydınları ve düşünürleri bir araya getirerek çözüm bulma girişiminin bir sonucudur. Bu platform, düşünürlerin laiklik, sekülerizm, din ve mantık ilişkileri gibi hassas konularda anlaştıkları bir yer olması yönüyle yakın Türkiye tarihinde benzeri olmayan bir örnektir. Vakıf Abant toplantılarını yıllık olarak organize etmektedir. Ve her bir toplantı bir deklarasyonla sona ermektedir. 1998 yılında tema 'İslam ve Laiklik'; 1999 yılında 'Din ve Devlet İlişkileri' ve 2000 yılında 'Demokratik Hukuk Devleti' idi.
1998 Abant Deklarasyonu, Anglo-Sakson kültürlerinde uygulandığı şekle göre laikliği yeniden tanımlama girişimiydi. Üstelik deklarasyon, İslam teolojisini modern meydan okumalara cevap verebilecek tarzda yorumlamaktadır. Deklarasyon akıl ve nakilin çatışmadığını; bireylerin sosyal yaşamlarını organize etmek için kendi akıllarını kullanmaları gerektiğini; devletin toplumda yaygın din ve inançlar karşısında tarafsız olması gerektiğini; devlet yönetiminin bir tek dinî geleneğin egemenliğine dayandırılamayacağını; sekülerizmin bireysel hakları ve özgürlükleri genişletmesi ve hiç kimseyi kamusal alandan dışlamaması gerektiğini vurgulamaktadır.
Gülen'in söylemi ve uygulaması, gazeteciler Mehmet Altan, Ali Bayramoğlu, Mehmet Barlas, Etyen Mahcupyan, Mehmet Ali Birand, Gülay Göktürk, Taha Akyol, Cüneyt Ülsever ve Cengiz Çandar gibi Türkiye'nin sorunlarının çözümünün bir konsensüse ulaşılmasına bağlı olduğunu düşünen tanınmış liberal aydınlar arasında destek bulmuştur.
Üstelik 'Radikal İslamcı' olarak tanınan Ali Ünal gibi düşünürler de şimdi Gülen'in düşünce ve uygulamasını tam olarak desteklemektedir. Ali Bulaç ve Fehmi Koru gibi etkili ve aynı zamanda Batılı akademik çevrelerde de tanınan Müslüman düşünürler de, söylemlerini Gülen çizgisine çekmişler ve önceki dönem düşüncelerinden farklı fikirler açıklar hale gelmişlerdir. Örneğin; Ali Bulaç şimdi İslam'ın belli bir yönetim biçimine sahip olmadığı fikrini, tam olarak desteklemektedir. Bulaç; 'Eğer siyasal İslam'ın anlamı teokratik bir devlet kurmaksa, bu bitmiştir' diyerek bir zamanlar çatışma ve kutuplaşma nedeni olan İslam'ın şimdi artık uzlaşma temeli olduğuna dikkat çekmektedir. [12] Önceleri Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesine karşı çıkmakta iken, şimdi Türkiye'nin Birlik'e katılmasını savunmaktadır. Bir zamanlar 'Hıristiyan Kulübü' olarak algılanan Avrupa Birliği'ni, Bulaç şimdi emr-i bil maruf şekline bürünmüş 'Kopenhag Kriterleri' olarak görmektedir. Yakın tarihlerde gayrimüslim ülkelere göçlerden 'hicret' olarak söz etmiştir. [13] Bir başka saygın Müslüman düşünür ve aydın bir zamanlar şunu yazıyordu: 'Gülen bu diyalog söylemiyle gündeme gelene kadar, bizler Kur'an'da dinler arası diyalogu ve işbirliğini teşvik eden çok sayıda âyet bulunduğunun farkında değildik.'
Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığının var oluş nedeni; ulusları aşan bağlantıları ve rolleri bastırarak, özel imalat bir ulusal modern İslam yaratmakken, son iki yıldır bu rol değişmeye başlamıştır. [14] Bu değişim; dinler arası diyalog, Avrupa Birliği ve Türk Dünyası konularında çok belirgin olarak görülmektedir. Farklı bir deyişle, Diyanet İşleri Başkanlığının ana görevi, bütün uluslar arası ve ulusları aşan bağlardan koparılmış, spesifik ve ulus-devletin resmî sınırlarıyla sınırlanmış, seküler bir modern 'Türk İslam'ı' yaratmak amacıyla, İslam'ı seküler ulus-devletin gereksinimlerine uygun olarak kontrol altında tutmak ve evcilleştirmek idi. [15] Dinler arası diyalog, Türkiye'de gücü elinde bulunduran elitin gündeminde yoktu ve bu nedenle Başkanlığın gündeminde de yoktu. Diyanet İşleri Başkanlığı, Kemalist düzen tarafından Gülen hareketinin faaliyetlerini dengelemek için ulusal sınırları aşan bir rol oynamaya 'teşvik edildi'. Dinler arası diyalog ancak; 'laik' çevrelerce başkanlığa yönelik olarak; yetkisiz bir gayri resmî lider, yani Fethullah Gülen, dinler arası diyalogla uğraşırken ve hatta Vatikan'da Papayı ziyaret ederken, Başkanlığın tamamen hareketsiz kalması nedeniyle eleştirilerde bulunulması üzerine, Başkanlığın gündemine girmeye başladı. Bu reaksiyonun altında yatan psikoloji, laik elitin dinin kontrolünü elinden bırakmak istememesi idi. [16] Bir süre sonra Başkanlık, söylemini tamamen yeniledi ve dinler arası diyalog elementlerini, Hıristiyanlarla Müslümanlar arası diyalog dahil olmak üzere gündemine almaya başladı. Önceden, Başkanlığın söyleminde bu temalara karşı olan herhangi bir husus bulunmamakla birlikte, bu temalardan herhangi bir bahis de bulunmuyordu. Bu temaların devletçe desteklenen 'Türk dini' ile ilgisi yoktu. Ancak yakın tarihlerde Başkanlık dinler arası diyalog için bir birim kurmuştur.
Şimdi Başkanlık otoriteleri, İslam'ı modernitenin meydan okumalarına karşı yeniden yorumlama, çağa uygun yeni gelişmeler, Müslüman olmayan batı topraklarında yaşayan Müslümanlar, dinler arası diyalog ve barış içinde bir arada var olma gibi arzularını seslendirmeye ve Başkanlığın gelecekteki faaliyetlerinin bu gibi konulara yönelik olacağını vurgulamaya başlamışlardır. [17] Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz da, 16 Haziran 2000 tarihinde Vatikan'ı ziyaret etmiş ve Papa ile özel bir görüşme yapmıştır. [18] Bu olay Türkiye'de medyanın, 'Tarihte ilk kez!' başlıklarıyla, yoğun ve etkileyici ilgisiyle karşılanmıştır. Köşe yazarları bunun diğer dinlerle diyaloga girmenin iyi bir fikir olduğunu vurgulamışlardır. Oysa Fethullah Gülen öncülük edene ve devletin dinî konular üzerindeki hayalî kamusal tekelini tehdit edene kadar bu fikir, Kemalist eliti hiç ilgilendirmiyordu.
Gülen ayrıca takipçilerini genetik mühendisliği, organ nakli, müzik, sanat, modern teoloji, tefsir, Müslüman-Hıristiyan diyalogu v.s. konularında çalışmaya ve bu çağda bu konular hakkında mümkün olan İslamî cevapları formüle etmeye teşvik etmektedir. [19] Hareketin; Nil, Kaynak, TÖV, Truestar gibi yayınevleri bu çalışmaları desteklemekte ve yayınlamaktadır. Şimdi Gülen'in takipçilerinin birçoğu bu konularda çalışmakta, tebliğler ve kitaplar yayınlamakta ve bu konularda PhD tezleri yazmaktadır. Bu yayın şirketleri tarafından yeni fetva kitapları da yayınlanmaktadır. Dinî dergi Yeni Ümit, son 10 yıldır bu fikirleri yaymaktaydı. Gülen'in söylemi etrafında yeni bir intelijensiya gelişmektedir.
[2] Ayrıntılar için bakınız; Ünal ve Williams, The Advocate of Dialogue, s. 193-304.
[3] Gülen, 'A Comparative', a.g.e., s. 206.
[4] Ünal ve Williams, The Advocate of Dialogue, s. 260.
[5] Gülen, 'A Comparative', a.g.e., s. 137.
[6] Ünal ve Williams, The Advocate of Dialogue, s. 206.
[7] Gülen'in diyalog söylemi ve faaliyetleri bir dizi kişi ve grup tarafından sürekli eleştirilmektedir. Bu gruplar siyasal yelpazenin iki aşırı uçlarından, aşırı sol ve aşırı muhafazakar Müslümanlardan oluşmaktadır. Hatta bazı yazarlar Gülen'in ülkeyi sözüm ona sattığına dair gizli anlaşmaları deşifre ettiklerini söyleyen komplo teorileri bile üretmişlerdir. Örneğin bakınız; Millî Gazete'den Mehmet Şevket Eygi bu açıdan söz edilmeye değen fenomenal bir örnektir. Bakınız; Eygi, 'Türk Dünyası', Millî Gazete, 5 Mayıs 2000.' Ve aynı yazarın 'Papalıkla Gizli Anlaşma', Millî Gazete, 26 Mayıs 2000; Kemalist-solcu günlük gazete Cumhuriyet, 3 Aralık 2000; bir millîyetçi aylık dergi, (Örneğin bakınız Necip Hablemitoğlu, Yeni Hayat, S. 52), Maocu Doğu Perinçek'in İşçi Partisinin haftalık gazetesi Aydınlık ve Şeyh Haydar Baş'ın Yeni Mesaj'ı (Örneğin şu sayılarına bakınız, 23 Eylül 2000, 6 Mayıs 2000, 7 Haziran 2000, 17 Haziran 2000 ve 23 Eylül 2000) bu konuda Eygi ile yarışmaktadır.
[8] Yazarın Harun Tokak ile mülakatı, İstanbul, 1 Eylül 2000.
[9] Ünal ve Williams Vakfın bu gibi organizasyonları, bu ortamlarda Gülen'in ve diğer saygın Türk elitinin konuşmaları ve bunların yankılarının ayrıntılı bir dökümünü vermektedirler, bakınız Ünal ve Williams, The Advocate of Dialogue, s. 208-240, ayrıca bkz. s. 262-304.
[10] Zaman, 2 Kasım 1996.
[11] Yazarın Cemal Uşak' ile mülakatı, 3 Eylül 2000.
[12] Bulaç, Zaman, 4 Haziran 2000.
[13] Bulaç, Zaman, 19 Nisan 2001.
[14] Başka bir yerde, Gülen'in diyalog faaliyetleriyle Diyanet İşleri Başkanlığının son zamanlarda değişen yaklaşımı arasındaki doğrudan bağlantıyı ayrıntılı olarak ele aldım: Yılmaz, 'Changing Institutional', a.g.e.
[15] Yavuz, 'Cleansing Islam', a.g.e.
[16] Böyle bir yorum için bkz; Asım Yenibahar, 'Diyanet İşleri Başkanı neden Papa'yı Ziyaret Etti?, Akit, 20 Haziran 2000. Burada Yenibahar 'bazı güç odaklarının' Diyanet İşleri Başkanını Gülen'in ziyaretine bir cevap olarak Vatikan'a gönderdiklerini ileri sürmektedir.[17] Bu konularda ve Diyanet İşleri Başkanlığının gelecekteki rolü hakkında Yusuf Kalkan ile uzun bir tartışma yaptım. Kalkan, samimi olarak niyetinin herhangi bir ideoloji ihraç etmek değil, İslam'ın gelecekte Avrupa ve dünyadaki görünümünün şekillendirilmesinde kendi paylarına düşeni, hoşgörü ve diyalogu vurgulayarak, yapmak olduğunun üzerinde durmaktadır. Yazarın Dış İlişkiler Daire Başkanı Yusuf Kalkan ile mülakatı, Ankara, 16 Ağustos 2000.
[18] Ayrıntılı bilgi ziyareti zamanındaki günlük Türk gazetelerinde bulunabilir yada ayrıntılar için bkz; Diyanet, aylık dergi, sayı 115, Temmuz 2000. s. 6-17. Derginin ön kapağında Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz'ın Papa ile el sıkışırken çekilen fotoğrafı yer almaktadır. Ayrıca bkz. Diyanet Avrupa, s. 15, 15 Haziran-15 Temmuz 2000.
[19] Yazarın Gülen'le mülakatı, ABD, 27 Mart 2000.
Gayrimüslim Topraklarda (Dâr-ül Harb) Yaşama ve Batı ile İşbirliği
Modern zamanlarda içtihadı gerektiren alanlardan birisi de; gayrimüslim ülkelerde yaşayan Müslümanların durumudur. Müslümanların gayrimüslim bir ülkede yaşayıp yaşayamayacakları ve hangi şartlarda yaşayabilecekleri, bu Müslümanların Dâr-ül İslam'la ilişkileri, İslam hukukuna ve kendi gayrimüslim yönetimlerine karşı etik ve hukukî yükümlülükleri gibi fıkhî söylemler, 8. yüzyıldan bu yana tartışma konusu olmuştur. Bu konu hakkındaki fıkhî söylem dogmatik olmamıştır. Karşılıklı olarak kapsayıcı olan dâr-ül harb ve dâr-ül İslam tezadına, dâr-ül İslam dışında yaşayan Müslümanların varlığı karşı çıkmaktadır. İslam fıkhı uzlaşmayı sağlamak için; ikrah, zaruret ve maslahat gibi bazı mekânizmalar ve kavramlar geliştirmiştir. Bunun sonucu olarak dâr-ül ahd, dâr-ül eman, dâr-üs sulh ve dâr-ül zaruret gibi Müslümanların dinlerini güçlükle ancak barış içinde yaşayabileceği anlayışlar uygulamaya konulmuştur. [1]
Gülen'in sıklıkla kullandığı terim dâr-ül hizmet, [2] bu açıdan yeni bir kavram olup onun vizyonunu da yansıtmaktadır. Günlük gazete Zaman'ın eski baş editörü ve Gülen'in 30 yıldan fazla süredir yakın arkadaşı ve mesai arkadaşı Abdullah Aymaz'a göre; eğer amaç iyi bir örnek oluşturarak İslam'a hizmet etmek ise, o zaman kişi nerede isterse yaşayabilir. [3] Müslüman her neredeyse, İslam ülkesi dışında bile olsa, dâr-ül harb, dâr-ül İslam tartışmalarına girmeden, lex loci'ye uymak, başkalarının haklarına saygı duymak ve doğru olmak zorundadır. Gülen'in anlayışına göre ümmet kavramı daha çok ulusal sınırları aşan bir sosyo-kültürel varlık olup, bir siyasal-hukuksal varlık değildir. Gülen bu sosyo-kültürel varlığın genel evrensel barışı sağlamaya vasıta olacağını ümit etmektedir.
Gülen, İslam ile Batı arasında neredeyse ütopik bir evrensel barışa ulaşmak için işbirliği projesi formüle etmektedir:
Batı İslam'ı yada Müslüman toprakları yok edemez ve Müslüman orduları artık Batının üzerine yürüyemez. Üstelik dünya daha da küresel hale gelmeye başladığı için, her iki taraf da alışveriş ilişkisine ihtiyaç hissetmektedir. Batı bilimsel, teknolojik, ekonomik ve askerî üstünlüğe sahiptir. Ancak İslam daha önemli ve hayati faktörlere sahiptir: İlahî kitabın öngördüğü şekliyle muhafaza ettiği İslam ve Hazreti Peygamberin (sav) sünneti, imanî esasların tazeliği, manevi özü, 14 yıldır eserleri görülen iyi çalışma ve ahlâk. İlave olarak İslam, asırlardır uyuşmuş haldeki Müslümanlara ve aynı zamanda materyalizm bataklığında boğulmuş birçok diğer insanlara, ruh ve hayat verme potansiyeline sahiptir. [4]
Ayrıca bu konuda şunları söylemektedir:
Gerekli olan yerlerde ve herhangi bir tehlike bulunmayan hallerde, Batıya ve Batı düşüncesine katılmada, Batının geliştirdiği şeyleri almada herhangi bir mahzur görmüyorum.
Gülen, küreselleşmenin sorunlarına ve fırsatlarına tepki vermede çabuk davranmıştır ve onun diyalog çabaları ayrıca bu bağlamda değerlendirilmelidir. Türkiye'nin Avrupa Birliğine girmesini desteklemektedir. Bu konuda şunları söylemektedir: 'Eğer hem Avrupa, hem de Türkiye karşılıklı olarak kabul edilebilir bir anlaşmaya varabilirlerse, gelecek ümit verici olabilir. Ancak bu; bir gözü geniş dünyada, bir gözü ise kendi dünyasında olan zeki insanların varlığını gerektirir.'
Ayrıca Türk insanını, Türkiye'nin şerefli temsilcileri ve büyükelçileri olmak üzere dış ülkelere göç etmeye teşvik etmektedir. Gülen'in söyleminde realizm önemli bir yer tutmaktadır. Sıklıkla ABD'nin uluslar arası arenanın lideri olduğunu ve Rusya ve Çin gibi diğer antidemokratik ülkelere kıyasla daha iyi bir alternatif oluşturduğunu söylemektedir. [5]
Hareketin küresel vizyonu, Gülen'in yukarıda özetlenen düşünce çizgisinde şekillenmiştir. Gülen'in küresel vizyonuna uygun olarak Zaman gazetesi bazıları iki lisanda olmak üzere 16 ülkede yayınlanmaktadır. Yine aynı vizyonu göz önünde bulunduran Samanyolu TV Avrupa, Orta Asya ve Kafkaslara yayın yapmaktadır. Gülen'in kitapları Türk dilleri başta olmak üzere İngilizce, Rusça ve Arnavutça olarak yayınlanmakta ve farklı ülkelerde satılmaktadır.
Dünyanın her tarafında dinler arası diyalog, hareketin gündemindedir. İkamet ettikleri ülkelerde, dâr-ül hizmet kavramını kullanarak ya dinler arası organizasyonlar, dernekler ve cemaatler kurmakta yada din adamları ile yakın ilişki içinde bulunmaktadırlar. Böylece, örneğin Kore'deki Türk işadamları farklı dinlere inananların inançlarını barış içinde yaşadıkları tarihsel yerleri ziyaret etmek için Budist rahipleri Türkiye'ye getirmişlerdir. Tayland'da Fatih Koleji yöneticileri düzenli olarak Budist makamları ve rahipleri ziyaret etmekte ve onlara Taylandlı öğrencilerin gösterdiği ilerleme hakkında bilgi vermektedirler. Rusya'da, Romanya'da, Gürcistan'da, Güney Afrika'da, Senegal'da vs. aynı uygulama yapılmaktadır. Hepsi de dinler arası ve kültürler arası diyalogun mutlaka evrensel bir barışa ulaşması gerektiğine ve bunun ilk adımının geçmişteki dinsel gerginlikleri unutmak, polemiğe yol açan tartışmaları göz ardı etmek ve ortak değerlere öncelik vermek olduğuna inanmaktadırlar. Öğretmenler, yöneticiler ve hicret maksadıyla bu ülkelere göç eden işadamları, hepsi niyetlerinin 'insanoğlunu, medeniyetlerin işbirliğine ve dünyanın bütün insanları arasındaki bağların güçlendirilmesine götürecek olan hoşgörü ve anlayış asrının doğuşuna hazırlamak olduğunu' tekrar tekrar vurgulamaktadırlar: 'İnsanların, yalnızca bir millet içinde değil, ulusal-siyasal sınırları aşacak şekilde bütün dünyada bir bütün olarak sahip oldukları ortak değerler, onları ayıran ve bölenlerden çok daha büyüktür.' [6]
Hareketin okulları neredeyse birçok ülkedeki tek Türk varlığıdır. Bu gerçek Türk istihbaratı tarafından da doğrulanmıştır. Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı Direktörü ve Türkiye'nin eski Londra Büyükelçisi Özden Sanberk, liberal demokrat Türk aydınının okullara yaklaşımını şöyle özetlemektedir: 'Stratejik olarak ifade edersem, bu okullar, bulundukları ülkelerdeki tek Türk varlığı olmaları nedeniyle devlet tarafından desteklenmesi gereken kurumlardır.' [7] Hareket bu okulları kurana kadar, ne devlet, ne fikir kuruluşları, araştırma merkezleri ve ne de akademisyenler, böyle bir uluslar arası projeden teorik olarak bile söz etmemişlerdi. [8]
Gülen okullarında Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler, Budistler, Şamanlar v.s. barış içinde birlikte eğitim görmektedirler. [9] Geniş İslam dünyasında, bu hoşgörü 'fikirleri dış dünyaya ulaşabilenler arasında yenilikçi takipçiler bulabileceği için, İslamcılığa karşı potansiyel bir meydan okuma teşkil etmektedir.' Okulların hepsi Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girişini desteklemektedirler [10] ve Amerika Birleşik Devletleri'nin uluslar arası arenada halen lider olduğunun ve Rusya yada Çin ile kıyaslandığında daha iyi bir alternatif olduğunun bilincindedirler.
[2] Bu terimin Gülen cemaati tarafından kullanımı David Pearl ve Werner F. Menski, Muslim Family Law, 3. baskı (Londra: Sweet&Maxwel, 1998), s.64'te yeralmaktadır.
[3] Yazarın Abdullah Aymaz'la mülakatı, İstanbul, 3 Eylül 2000.
[4] Ünal ve Williams, The Advocate of Dialogue, s. 247.
[5] Gülen'in bu anlayışı, onun bir CIA ajanı olduğunun ileri sürülmesi gibi kişisel saldırılara da yol açmıştır.
[6] Yazarın Cemal Uşak ile mülakatı, İstanbul, 3 Eylül 2000; Bunlar ayırca benim Japonya, Kore, Tayvan, Tayland ve Pakistan'da bulunan bu insanlar arasında 25 Ocak-7 Mart 1998 tarihleri arasında; Kazakistan ve Kırgızistan'da 16-23 Mayıs 1998 tarihleri arasında; Endonezya ve Malezya'da 19-26 Aralık 2001 tarihleri arasında yaptığım kendi gözlemlerim ve mülakatlarıma dayanmaktadır.
[7] Douglas Frantz, New York Times, 25 Ağustos 2000. Ayrıca The Economist 'Şimdi kardeşlik kanatlarını Türkiye'nin ilerisine ve yaklaşık 300 okula sahip olduğu eski Sovyet Cumhuriyetlerine uzatmaktadır. Bu hareketin listesinde ayrıca Afrika, Güney Asya ve hatta Avustralya bulunmaktadır. Rusya'daki okulları yöneten Mustafa Kemal Şirin dört yıl önceki açılışlarından bu yana İngilizce ve fizikte bir dizi okullar arası yarışma kazandıklarını söylemektedir. 'Okullarımızda din dersleri yoktur' diye eklemektedir, 'Türkiye ve Türk kültürünü teşvik ediyoruz.' Geçen hafta eski Sovyet Orta Asyasındaki Türk büyükelçilerinin görüşlerini karşılaştıran hükümet içinde yayınlanan bir raporda, bu okulların gerçekten de Türkiye'nin dışarıdaki rolünü genişlettiği söylenmektedir.' 'Islamic Evangelists', The Economist, c. 356, Sayı: 8178, s. 527, Ağustos 2000.
[8] Düşünürler, hareketin, Türkiye'nin uluslar arası arenadaki konumunu güçlendirmedeki potansiyel önemine dikkat çekmektedirler. Bu açıdan Fuller ve Çandar, Gülen hareketinin 'Türkiye'yi İslam dünyasına olumlu şekilde sunmada ve Türk İslam'ı yada İslamcılığının ne demokrasiyi ne de Batı ile iyi ilişkileri inkar etmeyen ılımlı yüzünü göstermede' güçlü ve önemli bir rol oynayabileceğini önermektedir. Çandar, Cengiz ve Graham E. Fuller, 'Grand Geopolitics For a New Turkey, 'Mediterranean Quarterly, c. 12, sayı: 1, s. 22-38, Kış 2001. Yazarlar ayrıca 'Türk İslamcıların bölgedeki diğer İslamcı hareketleri ılımlılaştırmaya ve kendi başarılı modeli aracılığıyla uzlaşmayı desteklemeye yardım edebileceğini' ileri sürmektedirler.
[9] Yazarın Cemal Uşak ile mülakatı, İstanbul, 3 Eylül 2000.
[10] Yakın tarihlerde 17 kentte 2027 kişiyle görüşülerek yapılan bir anket Türk halkının yüzde 68,7'sinin Avrupa Birliği'ne girmeyi savunurken, yalnızca % 9.9'unun buna karşı olduğunu göstermiştir, Şükrü Elekdağ, 'Aklımız Avrupa'da', Millîyet, 21 Eylül 2000.
Sonuç
Gülen, şimdi Türkiye'de bir fikir lideri olarak tanımlanmaktadır. [1] Gazeteler bazen ondan Türkiye'nin gayrı resmî sivil dinî lideri olarak söz etmektedir. [2] Gülen'in söylemi yalnızca konuşma düzeyinde kalmamıştır; pratikte o bütün takipçilerini onun ideallerini gerçekleştirmeye teşvik etmektedir. Yukarıda incelendiği gibi, Gülen'i entelektüel bir lider olarak kabul ettikten sonra, takipçileri kendilerini onun söylemine adapte etmekte ve içtihat olarak isimlendirilmemiş olsa bile, onun içtihatlarını izlemektedirler.
Müslüman sosyo-politik, fıkhî ve eğitimsel söylemler ve uygulamalardaki yavaş ancak istikrarlı yenilenme sürecinin, yeni bir İslam politikası ve uluslar arası ilişkilere, yenilenmiş fıkhî söyleme ve İslami eğitim sisteminde bir yenilenmeye götüreceği, böylece aşağıdan yukarı doğru bir yaklaşımın gelişmesiyle modern ve uyumlu bir toplumun yolunu açacağı aşikârdır. Burada ileri sürülen argümanların kanıtlanması için daha fazla ampirik araştırmaya kesinlikle ihtiyaç bulunduğunu söylemeye bile gerek yoktur.
Gülen'in söylemindeki unsurların hepsi olmasa bile, bazıları benzersiz değildir. Modern çağın meydan okumalarına karşı, 'altın çağ' olarak adlandırılan geçmişin İslam'ından taviz vermeden, yeni fikirler ve anlayışlar geliştiren bir dizi Müslüman düşünür, entelektüel ve müçtehit bulunmaktadır. Yine de Gülen'i orijinal kılan, sayıları birkaç milyona varan çok sayıda insanı, kurumu oluşturması; söylemini uygulamaya koyması ve altın bir nesil yetiştirme ve genel küresel barışı sağlama idealini gerçekleştirme konusunda ikna edici olması ve harekete geçirmesidir.
İlk gözlemler göstermektedir ki, Gülen yalnızca Müslüman söylemleri ve uygulamaları yenilemekle kalmamış, ayrıca kamusal alanı, bunu yaptığını iddia etmeden yada bundan dolayı öğünmeden, dönüştürmektedir. Bu açıdan, hareket ayrıca Gülen'in söylemlerine dayalı bir düşünce okulu halinde gelişmekte ve bütün İslam dünyasını etkileyecek bir potansiyelle yenilenme örneği oluşturmaktadır. Bu dönüşüm süreci Türk kamusal alanında kesinlikle bir tecdittir. Yukarıda vurgulandığı gibi, dâhilî İslâmî hukuk çoğulculuğu İslam dünyasının farklı kısımlarında, aynı zamanda, yerel şartlar tarafından şekillendirilen farklı içtihatların yapılmasının mümkün olduğunu göstermektedir. Bu nedenle başka yerlerde de başka tecditlerin olması gayet olasıdır. Yine de Türk dünyasının küresel sosyo-politikada öneminin ve ağırlığının artmasıyla birlikte, Gülen'in tecdidi daha da etkili olacaktır. Bu yenilenmenin etkisi, küresel köyün en ücra köşelerinde bile etkili bir biçimde hissedilecektir. Gülen hareketi zaten Türkiye'nin bölgedeki potansiyel liderliğine katkıda bulunmuştur ve onun takipçileri 50'den fazla ülkede 'yeni mesajı' davranışlarıyla yaymaktadır.
[2] Avni Özgürel, Radikal, 2 Mart 2001.
- tarihinde hazırlandı.