Allah Resûlü ve Sahabenin Cömertliği

Allah Resûlü ve Sahabenin Cömertliği

Efendimiz’in Cömertliği

Kerem veya semahat hissi de diyebileceğimiz cömertlik, İslâm öncesi Araplarında da çok takdir edilen bir hasletti. Hatta cahiliye şiirini incelediğiniz zaman, o devir insanlarının, “Biz, misafirlerimize şu kadar koyun, şu kadar sığır, şu kadar deve kesip ikram ettik.” gibi şeylerle övündüklerini görürsünüz. Hatta onlar arasında cömertlikle maruf öyleleri vardı ki, ad ve unvanları cömertlikle birlikte anılır olmuştu. Mesela Hatem-i Tâî denilince akla cömertlik gelirdi.

Evet, misafire gösterilen cömertçe ikram, onlar için birer övünç vesilesiydi ki, bu hususta kabile ve oymaklar âdeta birbirleriyle yarışırlardı. Tabi bunların hepsinin halisane yapıldığını söylemek zordu. Bazıları, yaptıklarını, riya için, övünmek için, bencillik hesabına yapıyorlardı. İşte cömertlik ve keremin böyle revaçta olduğu bir yer ve zamanda, kerimlerden kerim bir Zat zuhur etti. O’nun keremini görünce herkesin dili tutuldu. Bu kerim Zat, yaptığını sadece Allah için yapıyor, birisine dünyayı bağışlasa, ondan tek kelime ile dahi bahsetmiyordu. Hatta şiirlerinde O’nun cömertliğini anlatan mısralara yer veren şairlerin bu ifadelerini dahi hiç mi hiç kabullenmiyor ve onların sözlerini, Ekremü’l-Ekremîn olan Allah’a izafe ve havale ediyordu.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), her alanda olduğu gibi, cömertlikte de zirveyi temsil etmektedir. Nasıl olmasın ki, O’nu insanlığa rehber olarak gönderen Zat (celle celâluhu), kevn ü mekânı yaratırken cömertliğini sergilemiş, bütün nimetleriyle kâinatı insanın önüne sermiş, istifadesine sunmuştur. Kâinat kitabı, Hazreti Cevâd u Kerim’in cûd u kereminin en büyük şahididir. Bunun yanında Allah’ın diğer kitabı Kur’ân da aynı hakikate parmak basmakta, cömert olmayı emretmektedir. Durum böyle iken, her iki kitabın şârih ve mübelliğinin farklı davranması düşünülemezdi.

O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir mir’ât-ı mücellâ idi ki, Cenab-ı Hakk’ın bütün esmâsı, bir mahlukta olacak en güzel şekliyle O’nda tecelli ettiği gibi, Kerîm ismi de en vüs’atli hâliyle O’nda tecelli ediyordu. Yeryüzünde O’ndan daha kerim bir ikinci insan gösterilemezdi.

İbn Abbas’ın (radıyallâhu anhumâ) tasviri içinde, insanların en cömerdi Resûlullah’tı. O’nun en cömert olduğu zaman ise, Ramazan’da Cebrail ile buluştuğu anlardı. Ramazan’ın her gecesinde Cebrail (aleyhisselâm) O’na gelir ve beraber Kur’ân’ı mukabele ederlerdi.[1]

Bu, bir ruh ve irade meselesidir. O, kendi için yaşamaz, başkaları için yaşardı. Sürekli başkalarının mutluluğunu düşünmekten ömrü boyunca kendini düşünmeye fırsat bulamamıştı.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Huneyn’e giderken Safvan İbn Ümeyye’den ödünç olarak silah almıştı. Huneyn sonu elde edilen ganimetlere hayran hayran bakan Safvan’ı görünce dikkatini çekti ve “Bakıp beğendiğin o develer senin olsun.” dedi. Ardından birçok şey daha verdi. Safvan, bu cömertlik karşısında şaşırıp kaldı. O ana kadar Allah Resûlü’ne karşı kin ve buğzla dolu olan bu adam, birdenbire değişiverdi.[2]

Evet, Efendimiz’in bu keremi, onun kin ve buğzunu ortadan kaldırmış ve İki Cihan Serveri onun için insanların en sevgilisi hâline gelivermişti. Safvan’ı kazanmak, elbette binlerce deve, sığır ve koyundan daha mühimdi. Allah Resûlü de en mühim olanı yapmıştı.

O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisinden bir şey istendiğinde varsa verir, olmadığı takdirde de vaat ederdi. Bazen üzerine giydiği tek elbisesini bile isteyen olur, O da hiç çekinmeden çıkarır verirdi.

Bir bedevi gelip O’ndan bir şey istemiş, Allah Resûlü de ona istediğini vermişti. Adam, bir kere daha istedi, O yine verdi. Üçüncü defa istediğinde, verecek bir şey bulamayan Allah Resûlü, olduğunda yani mal eline geçtiği ilk fırsatta vermeyi vaat etti. Bu durum, Hazreti Ömer’e fevkalade dokundu, Resûl-i Ekrem’in bu derece rahatsız edilişinden rahatsız olmuştu. Dizleri üzerine doğruldu ve “İstediler, verdin. Bir daha istediler, yine verdin. Bir daha istediler, vaat ettin. Kendini bu kadar eziyete sokma yâ Resûlallah!” dedi.

Ancak bu sözler, Allah Resûlü’nün hoşuna gitmedi. Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah İbn Huzâfetü’s-Sehmî ayağa kalktı ve “İnfak et yâ Resûlallah! Sakın Allah’ın Seni fakir bırakacağı ve nimetlerini kesivereceğinden korkma!” diyerek tesellide bulundu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), “İşte bana emredilen budur.” cevabını verdi.[3]

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), “evet”le o derece bütünleşmişti ki, şer’i daire içinde kendisinden ne istenirse hemen icabet eder ve asla “hayır” demezdi. Her alanda olduğu gibi cömertlikte de eşi ve benzeri yoktu. Bu seviyedeki bir cömertlik ancak peygamberlikle izah edilebilirdi.

Hem eğer cömertlik, Allah’a yaklaştıran bir huy ise, Allah Resûlü nasıl cömert olmazdı ki? O, Allah’a yakınlıkta Cibrîl’i bile geride bırakmıştı. Zaten bizzat kendisi de şöyle buyuruyordu:

السَّخِيُّ قَرِيبٌ مِنَ اللهِ قَرِيبٌ مِنَ الجَنَّةِ قَرِيبٌ مِنَ النَّاسِ بَعِيدٌ مِنَ النَّارِ وَالبَخِيلُ بَعِيدٌ مِنَ اللهِ بَعِيدٌ مِنَ الجَنَّةِ بَعِيدٌ مِنَ النَّاسِ قَرِيبٌ مِنَ النَّارِ

“Cömert; Allah’a, Cennet’e ve insanlara yakın, Cehennem’e uzaktır. Cimri ise Allah’a, Cennet’e ve insanlara uzak, Cehennem’e yakındır.”[4]

Kitaplar, Cennet’teki Tûbâ ağacını, kökü yukarıda ve dalları aşağıda olarak resmederler. Hakikaten Tûbâ ağacı öyle midir, bilemiyoruz. Fakat Allah Resûlü, Cennet’ten bizim üzerimize sarkan işte böyle bir ‘seha’ (cömertlik) ağacıdır. O ağaca sığınan ve dallarına tutunan, bir üveyk olur Cennet’e uçar:

ألا ِإِنَّ السَّخِاءَ شَجَرَةٌ مِنَ الْجِنَّةِ وَأٍغْصِانهَا فِي الدِّنْيَا فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ  سَخيًّا لَ يَزَالُ مُتَعَ ِلّقًا ِبغُصْن منْهَا حَتَّى يوُردَهُ الله الْجَنَّةَ

“Cömertlik bir ağaç gibidir; kökü Cennet’te, dalları ise dünyaya sarkmıştır. Her kim, cömertliği tabiatının bir yanı haline getirirse, er-geç o ağacın dallarından birine tutunur da Cennet’e yükselir.”[5] hadisi bize bunu anlatmaktadır.

Zaten İslâm, cömertlik ve güzel ahlâk merkezlidir. İnsan cömertlik ve güzel ahlâkla zirveleri tutabilir. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem),  

يَا أيُّهَا النَّاسُ إِنَّ اللهَ قَدِ اِخْتَارَ لَكُمْ الْسْلَمَ دينًا فَأحْسنوُا صُحْبَةَ ِالْسْلَم ِبالسَّبالسخَ ِاء وَحُسِن الْخُلُق

“Ey  nsanlar! Allah sizin için din olarak İslâm’ı seçti. Öyleyse siz de İslâm’la irtibatınızı, cömertlik ve güzel ahlâkla pekiştirin.”[6] buyurmakla bu hakikate işaret etmektedir.

Cimrilik bir tefritse, yok yere saçıp savurma da bir ifrattır. Bunların ikisi de ayrı birer dengesizliktir. Peygamber fetaneti, cömertliği dini i’lâda kullanır. O, rahmet ve yumuşak huylulukla kalblere girdiği gibi, Allah’ın kendisine ihsan ettiği imkanları kullanmak suretiyle de kalblere girmiş ve en açılmaz zannedilen kalbleri açmıştır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir taraftan elindeki-avucundaki her şeyi etrafındakilere dağıtırken diğer taraftan nice sıkıntılara göğüs geriyordu. Günlerce ağzına bir tek lokma koymadığı çok olurdu.[7] Zaten hayatı boyunca, arpa ekmeğiyle dahi karnını doyurduğu vaki değildi.[8] Aylar geçerdi de O’nun evinde bir çorba kaynatmak için ateş bile yanmazdı.[9]

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: Bir gün Efendimiz’in yanına girdim, oturarak namaz kılıyordu. Namazını bitirdikten sonra, “Ya Resûlallah! Bir hastalığınız mı var ki namazı oturarak kılıyorsunuz?” diye sordum. Aldığım cevap cihanı ürpertecek mahiyetteydi: “Ya Ebâ Hüreyre! Günlerdir ağzıma götürecek bir şey bulamadım. Açlık takatımı kesti, ayakta duracak dermanım kalmadı, onun için namazımı oturarak kılıyorum.” Bunu duyunca ağlamaya başladım. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi durumunu unutmuş, bana teselli veriyordu: “Ağlama yâ Ebâ Hüreyre! Burada açlık çekene ahiret azabı isabet etmez.”[10] 

O, bir liderdi. Raiyyetinin arasında günlerce aç kalanlar vardı. O da (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi hayat standardını onlara göre ayarlıyordu. Tebası arasında, maddî hayat itibarıyla en fakirane hayatı O yaşıyordu. İsteseydi krallar gibi yer, içer ve çok müreffeh bir hayat da yaşayabilirdi. Bu O’nun için hiç de zor değildi. Zaten böyle bir hayat O’na, –davasından vazgeçmek kaydıyla– daha Mekke’de iken teklif edilmişti. Ancak O, davası uğruna çileli bir hayatı, rahat bir hayata tercih etmişti.[11] Bir gün aç kalıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden kul peygamberliği, melik peygamberliğe tercih eden bir Hak kapısı vefalısıydı.[12]

O, kendisini daima bir yolcu telakki ediyor ve yakın bir gelecekte göç edeceği mülâhazasıyla yaşıyordu. O’na göre dünya, uzun bir yolculuk esnasında gölgelenmek için muvakkaten altında dinlenilen bir ağaçtı.[13] Öyleyse bu uzun yolculukta, gerçekten ehemmiyet verilmesi gereken hususlarla kalbini meşgul etmeliydi. Bir de O’nun, hakiki insanlığa giden yolları insanlara öğretmesi gerekiyordu. Kaldığı kadar bu ağacın altında kalacak, daha sonra da yoluna devam edecekti. Gaye ve hedef ulviydi. Allah’a ulaşmak ve insanları da aynı hedefe ulaştırabilmek en birinci gayesiydi. İşte O, bunun için yanıp tutuşuyordu. Böyle bir durumda olan insan için dünya malının ne ehemmiyeti olabilirdi ki? Elbette ki hiç. Hiç ise gönül bağlamaya değmezdi.

Hazreti Ömer, bir gün O’nun saadet hücresine girecek ve hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı. Hazreti Ömer de esasen çok sade bir hayat yaşıyordu ancak Allah Resûlü’nün yaşantısı, onun dahi gözlerini yaşartıyordu.

Sordu Allah Resûlü: “Niçin ağlıyorsun?”

Ömer: “Yâ Resûlallah! Şu anda krallar, kuş tüyü yataklarda yatarken Sen hasır üstünde yatıyorsun ve üzerinde yattığın hasır, teninde izler bırakıyor; hâlbuki Sen, Resûlullah’sın. Rahat bir hayata herkesten daha layıksın.”

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ömer’e vereceği şu cevap, onun gözyaşlarını kurutacak mahiyettedir:

أمَا تَرْضَى أنْ تَكُونَ لَهُمُ الدُّنْيَا وَلَنَا الخِرَةُ

“İstemez misin ya  Ömer, dünya onların olsun ahiret de bizim?”[14]

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunları söylerken, başka türlü yaşaması mümkün olmayan bir fakir ve bir düşkünün çaresizlik içinde söylediği sözler türünde bir söz olarak da söylemiyordu. O isteseydi dünyanın en zengini olabilirdi. Bir fikir vermesi bakımından, O’nun sadece Huneyn’den gelen ganimetten kendine düşmesi gereken hisseye bakacak olursak, bunun 40.000 koyun, 24.000 deve, 6.000 esir, 4.000 okka gümüş –ki bir okka dört kilo demektir– olduğunu görürüz.[15]

Diğer muharebelerde elde edilen ganimetlerle, gelen hediyeler de düşünülecek olursa, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok müreffeh bir hayat yaşamasına mâni hiç bir şey yoktu. Ancak O, en fakir bir insanın yaşadığı hayatı yaşıyordu. Eline geçenleri ise bütünüyle halka dağıtıyordu. Zira O, tecessüm etmiş bir keremdi. Bu kadar kerem sahibi bir insan, ancak Resûlullah olabilir.

Bu durum, katiyen O’nun ve yetiştirdiği cemaatinin, dünyaya küsmüşlüğü veya dünyayı terk etmişliği mânâsına alınmamalıdır. İsteyen kazanıp zengin olur ve Allah’ın emrettiği ölçüde zekâtını verir, infakta bulunur. Kimse böyle bir kazancın karşısında değildir. Hatta helâlinden kazanmak her zaman teşvik görmüştür. Ama Allah Resûlü ve O’nun ilk mümtaz cemaati, başlangıç itibarıyla bu safveti göstermelilerdi ve onlar da öyle yaptılar. Böyle bir hayatı da, başkalarına gösteriş olsun diye değil, öyle olması gerektiği için sergilediler.

Açlığını bastırabilecek bir şeyler bulma ümidiyle geceleri evinden çıktığı olurdu. Bu esnada kendisi gibi açlık çekenlere rastlar ve beraberce çözüm ararlardı. Ebû Bekir ve Ömer’le birlikte Ebu’l-Heysem’in evine gittiklerini, hadis kitapları naklediyor.[16]

Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) O’na en yakın olanlardandı ve O’nun zühd hayatını şöyle anlatıyordu: “Allah’a yemin ederim ki ben, Resûlullah’ın sabahtan akşama kadar kıvrandığını bilirim. Zira hurmanın en kötü cinsini dahi bulup karnını doyuramıyordu.”[17]

Hâlbuki O, kimden isteseydi, O’nun için en mükellef sofralar hazırlardı. Hem buna ne hacet? Kendisine gelen hediyeler, her gün O’na ve ailesine müreffeh bir hayat yaşatacak ölçüdeydi. Ancak O, geleni dağıtıyor ve yarınlara bir şey bırakmıyordu.

Kendisine, niçin dünya nimetlerinden istifade etmediği sorulunca da şöyle cevap veriyordu:

كَيْفَ أنْعَمُ وَصَاحِبُ القَرْنِ قِدِ التَقَمَ القَرْنَ وَاسْتَمَعَ الِذْنَ مَتَى يؤُمَرُ  ِبالنَّفْخِ فَيَنْفُخُ

“Dünya nimetlerinden istifadeyi nasıl düşünebilirim ki, İsrâfil Sûr’u eline almış, Cenab-ı Hakk’ın emrini beklemektedir. (Böyle bir durumda olan insan, gelişigüzel dünya nimetlerinden nasıl istifade eder ki!)”[18]

Vefat ettiğinde geride bıraktığı, belki ezvac-ı tahirat için birer keçiden ibaretti. Hazreti Ömer’in müşahedesiyle, vefatından sonra geride bir dağarcık içinde 1040 gram ağırlığında bir arpa bırakmıştı. Bundan başka mâmelek olarak, yerde serili bir hasır, iki tane post ve bir tane de üzerine aldığı örtü vardı. Bu manzara karşısında koca Ömer hıçkırıklarını tutamayacak ve hüngür hüngür ağlayacaktı.

Sahabenin Cömertliği

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendi ferdî hayatı için fakirliği seçmişti. Bu, herkesin de fakir olmasını istemek değildi. Fakat hiç kimsenin, midesinin altında kalıp ezilmesini de hoş görmüyordu. O büyük insanın getirdiği bu prensipler sayesinde Müslümanlar, çok kısa zamanda dünyanın en zengin milleti hâline geldiler. Kendi aralarında, sadaka ve zekât kabul edecek insan bulamıyorlardı. Evet, kişi başına düşen gelir dağılımı o kadar yüksekti. Ama onların arasında öyle zahitler de bulunuyordu ki, evinde bir günlük yiyeceği var ise, getirilen yeni bir şey ne kadar da cazip olsa kabul etmiyordu. Bu bir digergâmlık, bir ruh yüceliği meselesidir. Yaşatma aşkıdır. Yaşama zevkini terk etme idealidir. Bu his ve duygularla dolup taşamamış insanların bunları anlamaları da mümkün değildir. Bir iftar sofrasında, Hazreti Ebû Bekir’e bir bardak soğuk su ikram edilir. Suyu dudaklarına götürünce, hıçkırıkları boğazında düğümlenir. Yanındakiler ne olduğunu sorduklarında şöyle cevap verir: “Bir gün Allah Resûlü, kendisine getirilen böyle bir bardak soğuk suyu içmiş sonra da ağlamış ve ‘O gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz.’[19] âyetini okuyarak, ‘İşte bu nimetten de hesaba çekileceğiz.’ buyurmuşlardı. Bunu hatırladım ve onun için ağladım.”[20]

Hâlbuki Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), gayet sade ve fakirane bir hayat yaşıyordu. Vereceği hesap gayet hafifti. Halife iken uzun zaman başkalarının koyunlarını sağarak ailesinin nafakasını temin etmeye çalıştı. Neden sonra kendisine maaş bağlandı ama o, bu defa da verileni çok buldu. Medine’nin en fakir insanının geçimini kendine ölçü kabul etmişti. Bu itibarla da artan parayı bir testiye atıyor ve orada biriktiriyordu. İki buçuk senelik hilafeti süresince, zaruri ihtiyaçlarından arta kalanı hep böyle biriktirmişti. Vefat edeceği zaman da, kendisinden sonra gelecek halifeye teslim edilmek üzere bu testiyi vasiyet ediyordu. Hazreti Ömer, halife olup da testiyi kırınca içinden küçük küçük paracıklar çıktı. İçinden çıkanlar arasında bir de mektup vardı. Bu mektupta yeni halifeye hitaben şöyle deniyordu: “Bu paralar, bana verilen maaştan arta kalanlardır. Ben, Medine’nin en fakirini kendime ölçü kabul etmiştim. Artan miktarı bu testiye koydum. Binaenaleyh bu paralar hazineye aittir ve oraya konulmalıdır.” Hazreti Ömer, mektubu okuyunca ağladı ve “Kendinden sonrakilere çok ağır bir yük bıraktın yâ Ebâ Bekr!” dedi.[21]

Hazreti Ebû Bekir, böyle zahidane yaşamayı Hazreti Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğrenmişti. Zira Allah Resûlü, böyle yaşamanın pratikte mümkün olduğunu, bizzat kendi yaşantısıyla ashabına talim buyurmuştu.

Hazreti Hatice Validemiz, İslâm’a en erken uyanan kadındır. Zaten “Hatice”, kelimesinin bir mânâsı da ‘erken doğan’ demektir. O, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) on beş sene erken doğmuş ve İslâm’a da herkesten erken uyanmıştır. Mekke’nin zenginlerinden olan bu kadın, bütün servetini Allah ve Resûlü uğruna harcayıp tüketmişti. Öyle ki vefat ettiği zaman, bir kefen bezi alacak kadar dahi varlığı kalmamıştı. İhtimal Allah Resûlü, borç bulduğu para ile ona kefen bezi almıştı. Hâlbuki o, İslâm’a girmeden önce, zenginliğiyle dillere destandı. Bu koca servet, son kuruşuna kadar dinin i’lası uğruna sarf edilmişti. Bu da ayrı bir sırat-ı müstakim örneğiydi. Allah Resûlü, keremini öyle bir fetanetle kullanmıştı ki, yaptığı cömertliğin zerresi dahi boşa gitmemiş ve İslâm’ın gücü olarak geriye dönmüştü.

Cömertlik Yarışı

Gerek Kur’ân’ın bu noktadaki emir ve tavsiyelerinden gerekse hadislerde yerini bulan ifadelerden hareketle sahabe-i kiram efendilerimiz, bir cömertlik yarışına girmişçesine heyecanla başkalarının imdadına koşmuşlar ve daha fazla hayırda bulunabilmenin mücadelesini vermişlerdir. Zaten içlerinde tutuşan iman meşalesiyle önleri aydınlanan bu gönül insanlarından farklı bir davranış da beklenemezdi. Şayet bugün biz de içtimaî hayatımızda hayır adına bir hareketlenme bekliyorsak, her alanda olduğu gibi bu meselede de sahabeyi örnek almalı ve onlar gibi verme yolunda kahramanlar yetiştirmeliyiz. Bugün farklı yer ve zamanlarda oluşan himmetlerde bunun misallerini görüyor olmamız, istikbalimiz adına ümit kaynağı olmaktadır. İnsanlığa örnek olabilecek nümunelerini kendi içinden çıkarmada muvaffak olan toplulukların istikbal adına varacağı noktayı kestirmek çok zor olmasa gerek. Bugün sağda solda gördüğümüz bazı nümuneleri sahabe, umumuna teşmil etmiş ve “Yarışacak insanlar işte bunun için yarışmalı!”[22] diyerek ulaşılmaz bir cömertlik performansı sergilemişlerdir.

Maddî imkânsızlıklar sebebiyle cihada iştirak edemediğinden dolayı gözyaşı döken ve bu sebeple samimiyetleri Kur’ân’da âyet olarak yerini bulup bize anlatılan bu altın nesil,[23] hayır elde etmede ciddi bir yarış içindeydi.

Zenginlerin mallarıyla geldikleri noktaya kendilerinin ulaşamadıkları ve dolayısıyla sevap itibarıyla da hep onlardan geri kaldıklarından yakınan fakir sahabileri Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), onları da aynı dereceye ulaştıracak ameller tavsiye ederek rahatlatmıştı.

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) bu hâdiseyi şöyle anlatır: “Muhacirlerin fakirleri Resûlullah’a gelerek:

  • ‘Mal-mülk sahipleri yüce derecelere ve ebedî nimetlere ulaştılar.’ dediler. “Bizim gibi namaz kılıyor, oruç tutuyorlar. Aynı zamanda onlar tasaddukta da bulunuyor; biz ise aynı şeyi yapamıyoruz. Onlar köle azat ediyor biz bu imkâna sahip değiliz.”

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

  • Size, sizi geçenlerin derecesine ulaştıracak, sizden sonrakileri de geçecek ve sadece sizin yaptığınızı yapanların ulaşabilecekleri bir şey öğreteyim mi?
  • Evet yâ Resûlallah.
  • Her namazın arkasından 33 defa “Sübhânallah”, 33 defa “Elhamdülillah” ve 33 defa da “Allahu Ekber” derseniz bunu elde edersiniz.

Aradan belli bir zaman geçince fakir muhacirler yine Resûlullah’a geldiler ve ‘Bizim yaptıklarımızı, mal-mülk sahibi zengin kardeşlerimiz de işitmiş, onlar da yapıyorlar.’ deyince Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bir fazlıdır.’ buyurdular.” [24]

Gerçi Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir hadisleriyle, onların bu endişelerini de dindirecekti. O’nun bu istikamette verdiği müjdeye göre, malı mülkü olmadığı hâlde, malını mülkünü Allah yolunda harcayanlara bakarak ve içinden gelerek, “Keşke benim de olsaydı da ben de falan gibi dağıtsaydım.” diyecek ufka ulaşanlar da, aynen diğerleri gibi sevap kazanacaklardı.[25] Hâlis niyetin ölçüsü olması bakımından, elindeki 100 lirada 10 lirayı verebilenin, milyarda milyonları verebileceği kıyası önemli olsa gerektir.

Sahabenin genelinde aynı havanın hâkim olması yanında biz, sadece Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer’in, ellerindeki imkânları Allah yolunda sarf etme yarışını anlatan meşhur hâdiseyi zikretmekle yetinelim. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor:

“Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), bizden tasaddukta bulunmamızı istemiş ve bu, tam da elimde mal bulunduğu bir zamana denk gelmişti. Kendi kendime, ‘Ebû Bekir’i geçersem işte bugün geçerim.’ dedim ve malımın yarısını alarak Resûlullah’a götürdüm. Bana, ‘Ailene ne bıraktın?’ diye sordu. Ben de, ‘Bunun kadarını.’ cevabını verdim. (O esnada) Ebû Bekir, malının hepsiyle huzura geldi. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) aynı soruyu ona da sorduğunda şu cevabı aldı:

‘Onlara, Allah ve Resûlü’nü bıraktım.’

Bunun üzerine hayır yarışında Ebû Bekir’i ebediyen geçemeyeceğimi anladım.”[26]

İhsan-ı İlahîye İhsanla Mukabele

Sahabe-i kiram efendilerimizin hareketlerine baktığımızda onların, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) emir, tavsiye hatta iş’ar ve işaretlerini bile yerine getirmede olabildiğince hassas olduklarını görüyoruz. O’nun bir işaretiyle insanlar harekete geçiyor ve her bir sözü toplumda karşılık buluyordu. Vermede öyle mahir olmuşlardı ki, farz olan zekâtı edanın çok ötesinde ellerinde ne varsa bütünüyle ortaya dökmeye hazır idiler. Nasıl olmasın ki, aynı uğurda canlarını pazara çıkarmışlardı. Zira burada infak ettikleri nispette ahirette kendilerine ihsan ve ikramda bulunulacağını öğrenmişlerdi. Burada girdikleri dosdoğru yolun, kendilerini, doğruların varacakları Cennet’e ulaştıracağını müdriktiler. Resûlullah’ın ağzından, cömert, civanmert ve içtimai hayatta müsamahalı kimsenin günahkâr dahi olsa Cennet’e yakın olduğunu, aksine şahsî zevkleri peşinde koşan cimri ve eli sıkı birinin, âbid dahi olsa Cehennem’e yakın olduğunu duymuşlardı.[27] İşte bu sebeple açıldıkça açılıyor ve canlarına kadar her şeylerini Allah yoluna bağışlıyorlardı.

Medine dönemini en iyi bilenlerden birisi olan Enes İbn Malik (radıyallâhu anh), Resûlullah’ın Medine’ye geldiklerinde irat ettikleri ilk hutbede şöyle buyurduğunu nakleder: “Ey insanlar! Allah, şüphesiz sizin için din olarak İslâm’ı seçti. Öyleyse siz de İslâm’la alâkanızı, cömertlik ve güzel ahlâkla pekiştirin.”[28]

Aynı zamanda bu sözler, yıllar sonra nazil olacak olan,  

الْيَوْمَ أكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الِسْلَمَ دِينًا

“Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, size olan nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm’dan razı oldum.”72 âyetinin bir nevi müjdesiydi.

Evet, Allah (celle celâluhu), bizim için dini tamamlamış ve nimetini kemale erdirmiştir. Ancak bu, bize vereceği başka nimetler kalmamıştır anlamına gelmez. Rabbimizin bize vereceği daha çok nimetler vardır. Borçlu olduğu için değil, Kerim olduğu ve vermeyi vaat ettiği için ihsan buyuracağı büyük nimetleri vardır. Burada verdikleri, orada vereceği o büyük nimetlerin çekirdekleridir. Dünya, ahiretin tarlasıdır. Burada tohum ve tarlasını veren Allah, inşâallah orada mahsulünü de lütfedecektir. Demek ki verilenler, ilk sebep ve mukaddimelerdir.

Allah (celle celâluhu) bize İslâm’la ihsanda bulunmuştur. O’nun bu ihsanına karşı mukabelemiz, cömertlik ve güzel ahlâkla olmalıdır. Zira cömertlik Allah’a kurbetin, Cennet’le irtibata geçmenin adıdır. Cömert iseniz, Cennet’le münasebet kurmuşsunuz demektir. Daha önce de geçtiği üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), şu hadisleriyle cömert insanın, kendini Cennet’e ulaştıracak bir dala tutunduğunu, aksi durumda ise tutunduğu dalın, kendisini Cehennem’e götüreceğini izah buyurmaktadır: “Dikkat edin! Cömertlik bir Cennet ağacıdır ve dalları da dünyadadır. Cömert kimse, o ağacın bir dalına tutunuyor demektir ki neticede Cennet’e ulaşır. Dikkat edin! Cimrilik de bir Cehennem ağacıdır, o ağacın dalları da dünyadadır. Cimri kişi, o dallardan birine tutunmuş demektir ki neticede onu Cehennem’e çeker.”[29]

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yukarıdaki hadisleriyle bir hakikatin temessülünden ibaret bir teşbih, bir temsil ortaya koymaktadır. Bunun mânâsı, şayet siz kalbinizle Cennet’e bağlı iseniz, onun yolundasınız demektir. Herkes neticede nereye gidecekse, oranın usûl ve erkânına göre amel eder. Dolayısıyla Cennet’e gidecek bir insanın meyhaneden geçmesi mümkün değildir. Bir başka ifadeyle meyhaneden geçen ve ömrünü buralarda ifna eden bir insanın Cennet’e girmesi Allah’ın fazl u keremine kalmıştır. Cennet’e girmenin yolu camiden, cemaatten, her neviyle hiss-i semahatı coşturmaktan ve Hak kapısına baş koyup bir lahza oradan ayrılmamaya azmetmekten geçer. Cennet’e gitmek isteyenlerin, cömertlik dalına tutunarak bunu gerçekleştirebilecekleri bildirilirken, diğer yanda Cehennem’den kurtulmanın yolu da ona doğru uzanan cimrilik dallarından uzak durmaktadır.

Vermeyi Fıtrat Hâline Getirme

Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanları hiss-i semahata uyarması, onlarda yıldırım tesiri yapmış ve her biri birer cömertlik kahramanı kesilmişti. Hatta bir çoğu, kendisi aç kalma pahasına elinde ne varsa Resûlullah’ın önüne döküyor ve bununla, Cennet’e giden bir dala tutunmanın hazzını yaşıyordu.

Hazreti Enes İbn Malik’in annesi Ümmü Süleym ve onun kocası Ebû Talha, bu hususta örnek insanlardı ve bu aile tam bir “isar” kahramanı aile idi. Önlerine açılan hayır fırsatlarını fevt etmezlerdi. Onların hiss-i semahati ve fedakârlıklarıyla alakalı hadis kitaplarında, siyerde çok şey görürsünüz.

Yine bir gün, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna bir garip gelir, Allah Resûlü onun karnını doyurmak ister, hane-i saadetlerinde ikram edecek bir şey olup olmadığını sorduğunda, “Sudan başka bir şey olmadığı” cevabını alır. Tekrar mescide gelir ve, “Bu zatı bu gece ağırlayabilecek kim var?” diye sorar. Ebû Talha, alışık olduğumuz şekliyle hemen ortaya atılır ve “Ben ya Resûlallah!” diyerek konuğunu alıp evine götürür. Hanımı Ümmü Süleym’e gizliden, “Evde yiyecek bir şeyler var mı?” diye sorar. “Sadece çocuklara ayırdığım şey var.” cevabı üzerine şöyle der: “Yemeği hazırla, lambayı yak, çocukları da uyut. Yemeğe oturduğumuzda, lambada bir şey varmış da tamir ediyormuşsun gibi yap ve lambayı söndür. Misafir bizim de kendisiyle beraber yemek yediğimizi sansın da mahcup olmasın. Yemek sadece ona yeter.”

Plan aynen uygulanır, misafir ağırlanır, ev sahipliğinde kusur edilmez ve ertesi sabah Resûlullah’ın huzuruna varılır. Allah Resûlü’nün yüzü gülmektedir: “Bu gece ne yaptınız öyle!? Allah sizin yaptığınızdan çok hoşnut oldu!” buyurur.

وَيؤُثِرُونَ عَلَى أنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصِاصَةٌ وَمَنْ يوُقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأوُلَ ِئكَ هُمُ المُفْلحُونَ

“Kendilerinin ihtiyacı olsa bile başkalarını kendilerine tercih eder, fedakârlık yaparlar. Kurtuluşa erenler, nefislerinin hırslarına, cimrilik duygularına karşı koyanlardır.”[30] âyetinin sebeb-i nüzulü olarak bu hadise anlatılır.[31] Aynı Ebû Talha’nın,

لَنْ تَنَالوُا الْبِرَّ حَتَّى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiğiniz, gönül bağladığınız şeylerden infak etmedikçe Allah’ın rızasına nail olamazsınız.”[32] âyeti inince, en sevdiği malı olan Beyruha isimli bahçesini vakfettiğini,[33] Uhud’da Efendimiz’in, düşman oklarına maruz kalmaması için göğsünü siper ettiğini[34] de hatırlayacak olursak, bir insanda vermenin, fedakârlığın, isarın, her zaman başkalarını kendine tercih etmenin nasıl fıtrat hâline gelebileceğine en güzel misallerden biriyle karşı karşıya olduğumuzu anlarız.

Niçin bu konu üzerinde hassasiyetle ve çok durdum? Çünkü bazı devirler vardır ki, bazı meseleler, diğerlerine nispetle daha çok ehemmiyet kazanır. Bir dönemde en mühim mesele hicrettir ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine en hayırlı ve fazilet açısından en değerli ameller sorulduğunda hicret cevabını verir.[35] Aynı sorunun cevabı, başka bir zaman, vaktinde kılınan namaz ve Allah yolunda cihad olurken bir başka vakit, sadık niyet olabilmektedir.[36] Misaller çoğaltılabilir. Demek değişik dönem ve şartlarda bazı işler daha fazla ön plâna çıkmaktadır; her devrin bir vazifesi vardır.

Öyleyse bizim, yaşadığımız şu devirde hangi amelin diğerlerine rüçhaniyet kesp ettiğini iyi idrak etmemiz ve ona göre hareketlerimizi tanzim etmemiz gerekmektedir. İman ve küfrün birbiriyle mücadele ettiği, insanlığın maddî-mânevî bir sürü problemle yaka paça olduğu bir dönemde üzerimize düşeni iyi idrak ederek, çevremize faydalı olmaya çalışmalıyız.

خَيْرُ النَّاسِ أنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ

“İnsanların en hayırlısı, onlara en çok faydalı olandır.”[37] fehvasınca, daima müspet hareket edecek ve böylelikle etrafımızı maddî-mânevî mamur kılmaya çalışacağız. Himmetlerimizi, çöle düşen damlalar misali buharlaşıp gitmekten kurtaracak ve aynı istikamette teksif edip seylaplar oluşturmak suretiyle, iman dümeninin çarkını çevirmiş olacağız. Bugün için ilk sıraya yerleşen ve diğerlerine nazaran ayrı bir ehemmiyet kazanan, neslimize sahip çıkma, insanlığa faydalı olma, onlara, Cennet’e ve Cemalullah’a giden yolları gösterme meselesi istikametinde yapılacak maddî-mânevî hiçbir fedakârlık karşılıksız kalmayacak ve mutlaka semeresini verecektir.


[1] Buhârî, bedü’l-vahy 6, savm 7, bedü’l-halk 6, menâkıb 23; Müslim, fezâil 50.

[2] Müslim, fezâil 59; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 7/19.

[3] Ma’mer İbn Râşid, el-Câmi’ s.108; et-Tirmizî, eş-Şemâil s.294; el-Bezzâr, el-Müsned 1/396.

[4] Tirmizî, birr 40; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 3/27.

[5] İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, 50/289.

[6] İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, 50/289.

[7] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 3/213.

[8] Buhârî, et’ime 23; Müslim, zühd 22.

[9] Buhârî, rikak 17; Müslim, zühd 28.

[10] ed-Deylemî, el-Müsned 5/348; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 7/109.

[11] İbn Kesir, el-Bidâye, 3/80.

[12] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/231; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 10/491.

[13] Bkz.: Buhârî, rikak 3; Tirmizî, zühd 44; İbn Mâce, zühd 3.

[14] Buhârî, tefsir (66) 2; Müslim, talak 31.

[15] Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/152.

[16] Bkz.: Müslim, eşribe 40.

[17] Müslim, zühd 36; İbn Mâce, zühd 10.

[18] Tirmizi, kıyâme 8; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 1/36; 3/7.

[19] Tekâsür sûresi, 102/8.

[20] Müslim, eşribe 140; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 1/30.

[21] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/186; et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/354.

[22] Mutaffifîn sûresi, 83/26.

[23] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/92.

[24] Buhârî, ezan 155, daavât 17; Müslim, mesâcid 146, zekât 53.

[25] Tirmizî, zühd 17; İbn Mâce, zühd 26.

[26] Ebû Dâvûd, zekât 40; Tirmizî, menâkıb 16.

[27] Tirmizî, birr 40; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 3/27.

[28] İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, 50/289. 72  Mâide sûresi, 5/3.

[29] el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 7/435; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 7/92

[30] Haşir sûresi, 59/9.

[31] Buhârî, tefsir (59) 6; Müslim, eşribe 172-173.

[32] Âl-i İmrân sûresi, 3/92.

[33] Buhârî, zekât 44, vekâle 15, vesâyâ 17, 26, tefsîr (3) 5, eşribe 13; Müslim, zekât 42-43.

[34] İbn Hacer, el-İsâbe, 2/502.

[35] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 28/252.

[36] Buhârî, mevâkîtü’s-salat 5; tevhid 48; Müslim, iman 139; mevâkît 51.

[37] el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/472. Ayrıca bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/58; elBeyhakî, Şuabü’l-îmân 6/117.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.