Koskoca Bir Ömr-ü Heder
Hayatlarını cismâniyetin dar mahbesinde yaşayanlar, dünyâdan kâm alıp, dünyâ nimetlerinden tam istifâde ettikleri gençlik dönemlerinde, bir kısım geçici zevkler duyup tatsalar bile, hemen her zaman hicrânlı ve içiçe burkuntularla kıvrım kıvrımdırlar. Hele yaşlanıp da cismânî hazlardan faydalanamaz hale geldikleri veya dünyâ nimetlerinden bütün bütün mahrum edildikleri zaman öyle sefilleşirler ki, doğrusu, bu halleriyle onlara acımamak elden gelmez.
Vaktiyle, binbir füsunla başlarını döndüren o pırıl pırıl dünyevî güzellikler ve bu güzellikler içindeki bedenî hazlar, şu hicrân döneminde, yer yer gelip hayallerini sardıkça ölür ölür dirilir ve kendilerini âdetâ, birer enkâz yığını olarak hissederler.
O çakırkeyf günler, o tülpembe akşamlar, o büyüleyici geceler, o şen ve şakrak toplanmalar ve o rengârenk halvetlerden en küçük bir eser, en küçük bir emârenin kalmadığı ve her yanı garipliklerin sardığı şu tükeniş döneminde bunlar, hasretle oturur-kalkar, hicrânla inler ve ümitsizlik içinde yutkunup dururlar.
Hususiyle, bütün bir hayat boyu hep zirvelerde yaşamış olanlar için, o istikbâller, o şa'şalı merâsimler, o riyâkârca iltifâtlar, o yüksek değer atıfları, o elpençe dîvân durmalar, o inim inim etrafı inleten alkışların birdenbire kesilmesi, onların beyinlerinde inip kalkan öylesine öldürücü darbelerdir ki, böyleleri için ölüm çok defa yolu gözlenen bir sevgili haline gelir.
Hayatboyu hep aldanmış ve dünyâ hayatını sâbit zannetmiş bu müflis ruhlar için her şey bir rüyâ gibi gelip geçer; gelip geçer de, hiçbir şey duymamış, yaşamamış gibi, arkalarında hicrânlı ve esefli bir hülyâ bırakır ve silinir giderler.
Evet, bütün o aldatan görkemler, o şımartan gösterişler, o âlâyişlerle şişip köpüren törenler-kabuller, maskaralığa varan teveccühler, hâkimâne tavırlar, işveli edâlar, şuh kahkahalar; yerlerini, hazanla savrulan yapraklara, tirtir titreten poyrazlara, renklere küskün gözlere ve neşeye kapalı sînelere bırakıp öyle giderler.
Gözlerindeki ışıkların yavaş yavaş sönmesi, aşklarını, heyecanlarını söyleyen ağızlarının zamanla bütün bütün susması, neş'e ve sevince açık duygularının birer birer ölmesi, yaşama zevk ve hazzıyla çarpan kalplerinin kasvete boğulması, eski günlerin neş'e ve sevincini paylaştıkları kimselerin ölüp toprağa gömülmesi, gömülüp çürümeye terkedilmesiyle sarsılmış bu hayatzede tâlisizler, ya müsekkinlerle hislerini iptâl ederek başka varlıklar gibi yaşarlar veya her dakika ruhlarının derinliklerinde bir ebedî yokluğu duyar ve ölüp ölüp dirilirler.
Hele, bütün fırsatları kaçırıp, geriye dönülmez o son noktaya ulaştıkları zaman, hasretleri âdetâ sonsuzlaşır ve hicrânları da öldürecek seviyeye ulaşır.. işte o zaman "keşke!" der, iki büklüm olurlar; ama, artık, iş işten geçmiştir.
Evet, bu esnada, "Keşke, daha önceden varolmanın sırlarını kavrayıp en yüce hakîkata uyanabilseydik! Keşke, cismâniyetin karanlık iklîminden ve bedenin öldürücü tutkularından kurtularak, biraz da ruhun ferahfezâ dünyâlarında kanat çırpıp pervâz edebilseydik! Keşke, millet için yararlı olabilme imkânlarını elde ettiğimiz ve bilhassa, onun kaderine hâkim olduğumuz günlerde, ona, kendi-olma, özüyle bütünleşme mevzuunda ışık, burak ve rehber olabilseydik! Keşke, başkalarının oyuncağı ve âleti olarak, o utandırıcı hayatı yaşamaktansa, izzetle ölmeyi zilletli hayata tercih ederek, vicdânlarımızın dupduru ve tertemiz iklimine yükselebilseydik! Keşke, ülke insanı ve nesillerin çeşit çeşit erozyonlarla yozlaştırıldığı, soysuzlaştırıldığı o karanlık günlerde, 'yeter bu târihî yanlışlık!' deyip gürleyebilseydik! Keşke, ilerici görünme hevesiyle, Kurân'la gelen ilâhî mesajlara sataşıp durduğumuz o hezeyân dönemlerinde, dillerimiz tutulsaydı da, câhil kitlelere şeytan ve şeytana da maskara olmasaydık..!" deyip inleyecekler ama beyhûde...
Evet, bu ülke insanının gerçek mutluluk ve saadetini arzu etmeyen bu tâlisizler, bütün bir hayat boyu, bir kerecik olsun târihî hakîkatleri görmeye, onlarla yüzyüze gelmeye cesâret edemediler. Hele, zirveleri tutup o çalıma boğulanlar, hiç mi hiç bâtıl vehimlerden, modern hurâfelerden, fikirleri felç eden tabulardan kurtulamadılar. Daha acısı da, bu alîl ruhlar, kendilerini küçük düşüren bu kabil hastalıklarını bir türlü idrâk edemediler.. edemediler de Moliere'in dediği gibi; hastalığını hissetmeyen hastalar gibi hep şifâya kapalı kaldılar.
Kendi hastalıklarını sezemedikleri gibi, milleti hasta, aldanmış, aklı ermez ve câhil gördüler. Sonra da kendilerine tabasbus yapmayan herkese ve her şeye ilân-ı harp ettiler. İnsanlığın süratle yeni biri çağa doğru kaydığını; bu yeni çağın yeni politikalar istediğini bir türlü hissedemediler. O kadar edemediler ki, süratle akan bir nehrin üzerinde, bir meçhûle doğru sürüklendikleri halde, nehrin sağında ve solundaki çer-çöpe takılıp kalanlar gibi, bunlar da birkısım köhne düşüncelere takılıp kaldılar ve bir türlü ileriyi göremediler.
Keşke, son demlerinde olsun, çevrelerindeki karakurulardan bütün bütün sıyrılıp târihî hataları milletin gözünün önüne sererek, "Ey necip millet, işte sahte ve münâfıkça fazîletler, işte bu âlî kavmi sefîl eden düşünceler ve işte asırlık kâbuslu rüyâların iç yüzü..!" deyip haykırabilselerdi! İhtimal ki, bu arslanca sayhalar, onların günâhlarına keffâret, vatan evlâdının da gözünü açmasına vesîle olacaktı...
Çok yazık, bu kadarcık olsun erkekçe davranamadılar! Sus ey sersem! Allah onları affetmek istemiyorsa davranamazlardı ki..!
Sızıntı, Kasım 1989, Cilt 11, Sayı 130
- tarihinde hazırlandı.