İdeal Cemiyet
İdeal bir cemiyet, ideal fertlerden meydana gelir. Parça ve parçacıkları günâhlardan ibaret hezeyan yığınlarına gelince, bunlar, iyiye, güzele ve hayırlara kapalı bir kısım kuru kalabalıklardır.
İdeal insan veya eskilerin ifadesiyle, meleklere ait vasıflarla serfirâz 'kâmil insan' 'And olsun Biz insanı en güzel biçim ve mahiyette yarattık' meâlindeki âyet veya âyetlerle, maddî-mânevî suret ve şekillerin, en göz alıcısı, en mükemmeli ve tam 'ahsen-i takvîm' sözüne uygun olarak yaratılmış olmayı takdir ve 'Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara arzettik.. bunlar onu yüklenmekten kaçındı ve korktular da, onu insan yüklendi...' şeklindeki beyanlarla, görülüp bilinen varlıklar arasında sonsuza kadar yükselmenin tek namzedi ve her şey olmaya müsait istidat ve kabiliyetlerle donatılmış bulunmanın şuurunda ve kendisine bahşedilen ilk mevhibeleri değerlendirmesini bilen basîret ve idrak insanıdır.
Evet o, ilâhî birer lütuf olan ilk mazhariyetlerini değerlendirip, hayatını vahy ve ilhâmların altında sürdürmeye gayret ederek, irâdesinin hakkını verip ve bu ilk ihsanları yediveren başaklar gibi geliştirip ölümsüzleştirebildiği ölçüde kâmil insan olma yoluna girmiş sayılır.
İdeal insan; 'Hayat nedir, ölüm nedir, varlık nedir, kendisinin varlıkla alâkası nedir, kulluk nedir, itaat nedir, günâh nedir, sevap nedir, musibetler nedir ve bunların insanoğluna musallat olması nedendir?' gibi binbir bilmecenin, onun dimağında anaforlar meydana getirmesine karşılık, vicdanında çakıp duran hikmet parıltılarından, ruhuna akseden ilhâm esintilerinden örüp ortaya koyduğu nurdan helezonların tâ zirvesine yükselerek, oradan her şeyin perde arkası 'melekût'unu sezer, anlar.. sonra da hayret ve hayranlığın hasıl ettiği sevgi ve mehâbetle ruhun ilk kaynağına yönelir ve itminan soluklar. Bu noktaya ulaşmış bir ruh ne ihsanlarla şımarır, ne de mahrumiyetlerle sarsılır. Nimet ile nikmeti, kahr ile lütfu bir tutar, bir görür; başkalarının şımarıp küstahlaştığı, karamsarlaşıp yeisle inlediği aynı anda o, çölde gül bitirmesini, kamıştan şeker çıkarmasını bilir, kaybetme kuşağında dahi sürekli kazanır.
Evet o, en amansız musibetler karşısında, en ürpertici girdaplar içinde dahi hep, kendini, başarı ve muvaffakiyetlere doğru uzayıp giden upuzun bir imtihan koridorunda yürüyormuş gibi hisseder.. ve en zorlu, en çetin dakikalarında dahi ötelerden gelen huzur ve üns esintilerini ruhunda duyar, Allah'a hamd ve senâ hisleriyle iki büklüm olur.
İdeal insan, gücü her şeye yeten, sözü her yerede geçen bir Kudret-i Sonsuz'a îmanı sayesinde, her zaman güven ve itminanın en erişilmezine mâlik sayılır.. ve kalbinin derinliklerine doğru kök salmış dupduru inancı; ruh dünyâsına, akıl almaz buudlar kazandıran tasavvur, düşünce ve itikadı onu ihsaslar üstü öyle bir noktaya ulaştırır ki; eğer kendini bu derinliklere âşina bir kulakla dinleyebilse 'Korkma, mahzun olma! Sana söz verilen Cennetlerle neşelen' veya 'Selâm sana! Yapageldiğin güzel işlerin, güzel amellerin mükâfatı olarak gir ebediyet otağı Cennetlere..!' sesini işitecek ve zevklerin en erişilmezini yaşayacaktır.
İdeal insan; hayatını, yürekten inandığı ötelere göre tanzim edip yaşayacağından, her zaman cürüm, cinayet, zulüm ve rezâletlerden uzak kalmaya çalışacak ve nefsiyle mücahedesi sayesinde başıboşluk ve bohemliğe düşmeyecektir.. gözleri sürekli dost güzelliklerinin cilvelendiği yamaçlarda, kafası ebedler duygusuyla sermest; gönlü, ruhânîlerin konup kalkmasına açık bir gönül bahçesi gibi pırıl pırıl ve rengârenk.. o da bu tılsımlı iklimin, gezip gören, düşünüp araştıran mütâlâacısı ve seyyahı...
Beden ve ceset insanının, bütün bir hayat boyu cismanî hazlarını takip edip, nefsanî isteklerin zebunu olarak yaşamasına rağmen bir türlü doygunluk ve itminana ulaşamamasına mukabil, mefkûre insanı hep huzurlu ve itminan içinde olmanın yanında, ilim ve irfanıyla insanlığa hâdim, cesaret ve şecaatla yeryüzünden zulüm ve haksızlığı kaldırmaya kararlı.. yerinde 'Dövene elsiz, sövene dilsiz', kadirnâşinaslara karşı afv u safh ile kanatlı; yerinde de muharebe meydanlarında tepeden-tırnağa yara-bere içinde.. vücudu delik-deşik; urbası kızıl kanla boyanıp bayrak rengini almış.. mızrağı kırık ve kılıcı kesmez olmuş ama, yine de atını mahmuzlayıp saflar yarmasını, sîneler deşip kelle almasını ve bir arslan gibi zâlimleri pençe-i kahrıyla lerzân etmesini bilen ruh insanıdır.
Bu ruh insanı, Allah'tan gayrı her şeyin fâni ve geçici olduğuna inandığı için, kimseye ve hiçbir şeye serfurû etmez, madde karşısında aldanmaz.. mâlik bulunduğu her şeyi İslâmiyet ve Müslümanlık yolunda, uhrevîlere has bir duygu ve düşünce ile değerlendirir.. eşyâ ve hâdiseleri pamuk gibi hallaç eder.. mesaisini milletin mutluluğu istikametinde ve hususiyle de gelecek nesiller adına en hayatî noktalarda yoğunlaştırır ve 'Yaşasın gelecek nesiller' diyerek arkasına bakmadan çeker gider.
O, hep Hak rızâsı ve doğruluk peşindedir. Ne bedeni adına hakk-ı temettu, ne de ruhu hesabına keramet ve hârikalara mazhariyet onun bakışını bulandıramaz. Allah'a kulluğu en büyük değer sayar ve bu değerler ölçüsü içinde en küçük kulları dahi kendinden yüce bilir ve onları başına tâc yapar. Onlardan gelebilecek sertlik, huşûnet ve hazımsızlık ateşlerini basar sînesinde söndürür.. ve edeb-erkân bilmeyenlere, kötülüklerin, iyiliklerle nasıl savulabileceği yolunu gösterir. Onun bu yumuşaklardan yumuşak ikliminde, yıldırımlar, şimşekler ışık içinde doğar, ışık içinde gelişir ve gözlere gönüllere ziyâ olur gider.. onun aydınlık atmosferinde her an ayrı bir Nemrud'dan ateş 'berd-u selâm' olur da haşin ve hırçın ruhlara ülfet ve ünsiyet üfler.
Öyle zannediyorum ki, bizler bir kısmımız itibariyle henüz bu seviyeyi yakalayamadık.. ve yakalayamadığımız için de kötülükleri iyilikle savmasını bilemiyor, sertliklere sertlikle, kine, öfkeye öfkeyle mukâbele ediyor, heva ve heveslerimizi fikir sanarak sürekli aldanıyor ve İslâm uğrundaki mücadelemize hislerimizi karıştırıyor ve böylece kazanma kuşağını tutmuş olmamıza rağmen çok defa kaybediyoruz.
Eğer İslâm'ın zâtî güzellik ve câzibesi, Kur'â'nın da gönüllere hayat üfleyen o altın nefesi olmasaydı, bizim bugünkü eksik ve kusurlu temsilimizle, yüce da'vâ ve mukaddes emanet hâlihazırdaki noktaya ulaşması dahi mümkün değildi...
Sızıntı, Haziran 1990, Cilt 12, Sayı 137
- tarihinde hazırlandı.