Eski Şehirlerimiz
Eski şehirlerimiz, dış görünüşleri, iç derinlikleri, gelin endamları; çevrelerindeki bağ ve bahçeleri, çağlayan ırmakları ve üfül üfül havasıyla bütün gönülleri yumuşatır, bütün hülyaları büyüler ve semtlerine uğrayanları âdeta sarhoş ederlerdi.
Üzerlerinde ötelerden rengârenk ışıkların yağdığı, toprağından ünsiyet, aşk ve sevginin fışkırdığı, sâkinlerinin, onun bağrında her an ayrı bir vuslatı teneffüs ettikleri bu güzellikler galerisi şehirler, yedi iklim dört bucağın can atıp ona koştuğu bir Cennet köşesiydi âdeta.
Her yanıyla güzellik ve tefekküre açık; bağı-bahçesi, çarşısı-pazarı, sokağı ve evleriyle huzur ve güvenin tütüp durduğu bu beldelerin hemen her yanında, Hakk güzelliklerinin meşheri tabiat kitabı, renk, desen, nizam ve âhengiyle köpürdükçe köpürür.. bütün gönüller sevmek ve sevilmeye ihtiyaç arzusuyla coşar.. ruhlar çevrelerinde kaynayıp köpüren bu nizam ve âhengin verdiği inşirâh ve sevinçle gündelik sıkıntılardan kurtulur; kitaptan kâtibe, sanattan sanatkâra, güzelliklerden güzelleştirene ulaşma arzusuyla buuddan buuda koşar ve hep derinliklere doğru süzülürlerdi...
İnsanların ilhamlı çehrelerinde, binaların büyülü edâlarında her şeyin lâhûtîliğe boyun eğdiği hissedilir ve her şey, hudutlarını semâvî ilhamların çizdiği bir derin iklimde yol alıyor gibi, manâlı, mevzun, âhenkli ve pırıl pırıl yüzer giderdi.
Çarşı-pazar, cami-ev arasında gelip giden insanların hemen hepsinde, onlardaki beşerî yanlara üstün gelen bir ruhânîlik vardı. Belki de hepsinin yaşadığı veya hatırladığı aynı duygulardı ki, sînelerinden yükselip yüzlerine akseden manâ ve ifadeler de bir bütünlük içinde tâçlanıyordu. Hepsi de ruhlarını, sonsuzdan gelen güzelliklere açmış ve derin bir temkin, ürperten bir vakar içinde kendilerini, aşkın, imânın, şevkin coşturan ilhamlarına, büyüleyen rüyâlarına salmış ve efsânevî bir zaman içinde bütün güzelliklerin kaynağına doğru kayıyor gibiydiler.
Bütün bu toparlanış, bu çağlayış ve bu kayıp gidişler, bazen bir cami, bir medrese, bir tekye, bir zâviye ve bir erenler meclisiyle noktalanır ve bu son durak, âdeta, bedenin, ruhânî ve melekûtî güzelliklerini bütün hususiyetleriyle aksettiren bir menşûr haline geldiği nokta olurdu. İşte bu noktada duygular aradığı hazlara erer, ruh vuslat kapısının aralandığını duyar ve her tarafa ışıklar halinde sevgi yağmaya başlar, derken, gönüller hayret ve hayranlıkla yutkunur kalırlardı.
Hemen bütün muhteşem devirlerimizde, bu mübârek yerler, iman tomurcuğunun açılıp inkişaf ettiği, duygu ve düşüncenin derinleşip buudlaştığı, 'kuvve-i inbâtiye'si hârikulâde yüksek ve tıpkı Cennet yamaçları gibiydi. Buralarda, varlığın çehresine serpilmiş güzelliklerin küçük bir noktada toplandığı müşâhede edilir.. sevginin inançla bütünleştiği, inancın mârifete kanat açtığı ve mârifetin ruhânî zevklere ulaştığı duyulurdu. Herkes aynı duygu ve düşünceyle coşar; bütün hisler, aynı dolaba bağlı kovalar gibi, aynı ırmağa dalar ve yükselir.. herkes istidadına göre aynı şeylerle dolar, aynı mecrâya boşalır ve ezelî bir çağlayan içinde ebedî bir çağlayışa kendini kaptırır giderdi.
Hele, o devrin her tarafta sıkça görülen zikir ve fikir hâneleri.. doğrusunu ifâde etmek gerekirse; buralar, sihirli ve perili binalar gibi, semtlerine uğrayanları büyüler, kendi dünyâ-larına çeker; onların ruhlarına girer.. sonra da görüp duydukları, duyup sevk ettikleri her şeyi, bu yeni çırakların gönüllerine üfleyerek onları da mest ve sermest hale getirirlerdi.
Her akşam gurupla, bu esrarlı ülkede, etrafı saran sihirli ışık, güneşe ihtiyaç bırakmayacak kadar parlak, gür ve öteler buudluydu. Bu aydınlık dünyâya devam edenlerin çehrelerinde dalga dalga ışığın dalgalandığını, gözlerinde hakikatın buğulandığını ve iklimlerinde tevhidin yankılandığını görüp duyanlar, bir daha da bu Cennetâsâ âlemden ayrılmak istemezlerdi. Onların ruhları ve özleri, aramızda bulunsalar da, sonsuza ulaşmış gibi olur ve bizlere hep, yeryüzüne inmiş yıldızların kıymetlerini ifade ederlerdi.
Binbir âh u vah halinde inleyen aşklar, sürekli cezbelerle coşan şevkler, yer yer çıldırtan vâridâtlar ve Cennet zevklerini unutturacak ruhânî hazlar gibi manâları geliştiren, besleyen, büyüten, sonra da onları müştak ve hayran gönüllere duyuran bu iklim, binbir güzellikleriyle âdeta, insanoğlu için en son erişilebilecek hudut gibiydi.
Evet, bu güzel dünyâda rûhun mesire yerleri sayılan bu nurlu müesseseler, mantığın dar ve sıkıcı çemberinden kurtulup, kendilerini manânın feyyâz dünyâlarına salan bahtiyarların, fizik ötesi âlemlere ilk adım attıkları menziller olduğu gibi, aynı zamanda cismanî hayatın ruhlarda hasıl ettiği kör düğümlerin çözüldüğü, çeşit çeşit sertliklerin yumuşadığı ve yumuşatıldığı esrarlı bir iklimdi.
O günün şehirlerindeki hemen her konak, tıpkı bir mescid ve zâviye gibi, ruhânî yönü ağır, ötelerle münâsebeti kavi ve vicdanın teneffüs edebileceği yerlerdi. Yine hemen her konakta, medresede ilme, irfana uyanmış, kışlada itaat ve inkıyada alışmış, zâviyede kaynaya kaynaya pişip olgunlaşmış bir veya birkaç insan bulunurdu. Yüksek burçlar gibi vakûr ve heybetli, mabetler gibi derin ve göz kamaştırıcı bu insanlar, fert fert muhteşem bir millette mensup olmanın hakkını edâ ediyor gibi, en kâmilâne davranışlarla herkesi tesir altına alır ve halvetlerine erenleri âdeta büyülerlerdi.
Bu mübârek şehir ve onun faziletli sakinleri arasında gençler, kendilerini cihad, gazâ gibi en yüksek mefkûrelere göre hazırlar; orta yaşlılar, genç kuşaklara misâl olmanın düşünce niyetiyle kendilerinden bekleneni en mükemmel şekilde temsil etmeye çalışır; ihtiyarlar, o çok buudlu ve rengarenk ömürlerini hikâye etme zevkine çekilerek kalb ve kafalarındaki mâzi çağıltılarını yeni nesillerin ruhlarına boşaltma yollarını araştırır.. hâsılı, herkes hayatına yeni yeni buudlar kazandırma peşinde olurdu...
Yine o zamanlar, hemen her evde, türbeler kadar aziz ve ziyarete açık bir veya birkaç gâzî bulunur, bunlar çevrelerine, Allah yolunda olmayı ve o uğurda ölmeyi anlatır; anlattıklarını gazâ esnasında görüp işittikleri kerâmetlerle süsler, takviye eder.. zaman zaman dinleyenleri şehitlerle görüştürür, şehâdeti sevdirir.. bazen de ellerinden tutar onlarla upuzun bir seyahata çıkar: Götürüp onları tâ Bedr'in arslanlarıyla tanıştırır, Uhud'un yiğitlerine tâ'zim arz eder, Mute'ye selâm durur, Yermuk'u alkışlar, Malazgirt'e uğrar ve derin bir nefes alır, sonra doludizgin Mohaç ovasına koşar, derken durur Bizans surları önündeki sırları hikâye eder, Mercidabık ve Ridaniye'yi anar ve eğilir; sonra da dolu dolu gözlerle Çanakkale bayırlarını gösterir 'Ve işte son şeref ve fazilet mücâdelesi verdiğimiz yerler' der ve inlerlerdi.
Bu tertemiz dünyâda, ahd u peyman yeniliyor gibi, hep böyle mübârek mefkûrelerle haşr u neşr olan nesiller için gerilimin gevşemesi asla düşünülemezdi. En karanlık dönemlerde, yani herkesin müdafaadan ümidinin kesildiği yerlerde dahi bu mübârek nesiller, akla hayale gelmedik dâsitâni kahramanlıklarla herkesi şaşırtabilirlerdi. Hatta denebilir ki, çobanların kurtlardan yana oldukları en talihsiz dönemlerde dahi bu mübârek evlâd-ı vatan, hep kendi olarak kaldı. Tarih şuuruna ters şeylere baş kaldırdı. Hasımlarıyla yakapaça oldu, hesaplaştı.. sarsılmadı, yeise düşmedi ve bir lâhza bile fütur getirmeden, dünle bugün arasındaki münâsebetleri araştırdı ve geçmişin kaneviçesine göre mutlu geleceğini işleyip durdu.
Yakın geçmişin, dolayısıyle de eski şehirlerimizin bir kısım kusurları yok değildi. Meselâ: O günün mektepleri olan medreseler ihtiyarlamış, bir ölçüde fonksiyonlarını yitirmiş, muasırlarının ilim, teknik ve teknolojileriyle hesaplaşacak halleri kalmamıştı. Zamanın tefsirine göre bir bakıma, saf dışı bırakılan, muhakeme ve akl-ı selimden de müspet puan alamayan eskinin bu kudsî yuvalarıyla artık çağımızla yarışmamız mümkün değildi ve bu beklenmemeliydi de... Ne var ki, bütün menfi yanlarına rağmen eskinin bu aydınlık yuvaları; inanç, istikamet, millet ruhu ve târih şuuru gibi öyle önemli dinamiklere sahip idiler ki, yakılıp yıkılacağına, günümüzün mantık ve felsefesine göre ıslah edilebilselerdi, belki de milletçe maruz kaldığımız bu günkü kültür bunalımı içine girilmeyebilirdi...
Bizler, yetiştiğimiz dönemde, şehir ve köylerimizde, muhteşem geçmişimize ait izlerin, ardı-arkası kesilmeyen fırtınalarla savrum savrum savrulduğunu görüyor, hasret ve hicranla iki büklüm oluyorduk. İşte bu esnada bile, ata yâdıgârı o mübârek beldelerimiz, maddî-mânevî havası, iklimi, tabiatı, ruhânî hayatı ve onu ayakta tutan dinamikleriyle bizleri kucaklıyor, burcu burcu mâzi kokan bağrına basıyor ve avunduruyordu. O zamanlar bile, biz onu, çok büyülü buluyor, ona koşuyor ve tedâilerin diliyle bize anlattıklarını zevkle dinliyorduk. kim bilir belki de o gün dinlediğimiz şeyler, bir gün gelir yine gerçek olur..!
Şanlı geçmişin Cennet dönemlerinden, birbir toparlanmış ve millet hayatıyla beslenmiş bir mukaddes birikimi ifâde etmeden âciz, benim perişan cümlelerimi bir tarafa bıraksanız dahi -ki, bence bırakmanız uygun olacaktır- onlara ait iz ve emareler, bugün olmasa da yarın çoklarının başını döndürecek, ruhlarına heyecan salacak ve onları bir kere daha muhteşem mâziyi gözden geçirmeye sevk edecektir.
İşte, o zamanın tâli'li nesilleri, şimdikinden daha derin, daha hisli zamanlara erecek; şerefli mâzisinden aldığı hızla, geçmişin hülyâlarına denk dünyâlar kuracak.. küçük ölçü ve küçük kıstaslardan kurtularak, varolmanın kusursuz ve ârızasız, güzelliklerin hudutsuz ve inkıtâsız, hazların sınırsız ve pâyansız olduğuna ulaşacak ve bahtlarına tebessüm edeceklerdir.
Sızıntı, Şubat 1989, Cilt 11, Sayı 121
- tarihinde hazırlandı.