Bizim Milletimiz (2)
Geleceğin emniyet ve güven üzerine kurulması, geçmişin iyi bilinip tanınmasına, hissedilip ruhlarda korunmasına bağlıdır. Geçmişimizi bize en iyi duyuranların başında da şüphesiz, mescitlerimiz, ezanlarımız, ilâhîlerimiz, serhat türkülerimiz, mehterlerimiz ve bu kaynaklardan fışkıran sanat ve edebiyatımız gelir. Bugün o koskoca geçmiş büzülüp sıkışmış ve bunların içine sinmiş gibidir. Ne zaman mescitler, ezanlar, ilâhîler, mehterler kurcalansa, özlerinde geçmişin buğusu ve şanlı milletimizin kokusu duyulmaya başlar. Bunlar, bizlerle, cedlerimizin gönüllerinin ortak duygu ve düşüncelerinin mahsûlü; müşterek hislerinin birer ifâdesi, geçmişe âit aşkların, şevklerin kaynağı ve hâtıralarımızda yaşayan, kan ve damarlarımızla bütünleşen birer ruh gibiydi. Kendi derinliklerimize dalarak sînelerimizdeki cennetleri görmek, mahrem duygularımızı coşturarak ebedî vuslata hazırlanmak için bunlar âdeta birer sihir, birer füsundu.
Mâzinin derinliklerinden gelen ses ve solukları dinlemek, bu çığlıkların yükseldiği o uhrevî âlemlerin koridorları sayılan mescitler, tekyeler, zâviyelerle ötelerin kapılarını zorlamak ibadetin aynı zevk haline gelmesi, vazifenin aynı mükâfat olması gibiydi. Evet, inanan gönüller bu yerlerde, aşkın, îmanın ruhunu bulur ve içlerinde öbür âlemin aks-i sadâsını duyarlardı.
Minarelerin alevden sesleri dörtbir yandan duyulunca, ezan bir mûsikî gibi ruhlara siner, dinleyenlerin heyecanları mûsikîleşir ve artık aşkla coşan binlerce ruhun, bakışları derinleşen binlerce gözün, ışığa koşan binlerce pervanenin derin bir haşyet ve saygı ile O bilinmeze doğru akıp gittikleri görülür ve âdeta bütün dünyâlar, onların duydukları seslerden, koştukları aydınlık iklimlerden ve soluk soluğa yaşadıkları heyecanlardan ibaret kalırdı. Bu ilâhî sesler, bu lâhutî nağmelerle lâl kesilen binlerce insanın sükûtu, inançlı gönüllerde bulunan aşk, şevk ve sevda dolu hisler nâmına da söylemek niyet ve mükellefiyetiyle arş ve ferşi çınlattıran bir şive ile edâ edilirdi. Bazen umûmî teveccühün tabiî bir hâl aldığı öyle zamanlar olurdu ki, kendilerini manânın çağlayanlarına salıp bütünüyle mânevîleşen bu insanların hissiyatlarını ancak ezanlar ifâde edebilmiş gibi, bütün bütün susar ve ruhun derinliklerine ışıktan kıvılcımlar saçan o kelimelerin sihriyle büyülenir, sînelerinden yükselen heyecanlara, aşk ve şevklerinden fışkıran seslere kendi-lerini kaptırırlardı ve artık gözleri hiçbir şey görmezdi.
Ezan sesleri, ma'bed uğultuları sihirli anahtarlar gibi uyuyan bütün gönül kapılarını açar, açar da kendilerini bu ilâhî musikî zemzemesine salanlar, bu seslerde, kendi ruhlarından yükselen nağmeleri duyar; kendi aşk ve heyecanlarını dinler gibi olurlardı. Hele O'na yüzünü çevirirken gönlünün derinliklerine yönelebilenler, duâlarla, ricâlarla sık sık gidip O'nun kapısını vuranlar; îmanla, aşkla dolmuş, ruhlarının duyuş, düşünüş ve tasavvurlarını, ifşâ edilmedik hislerini, terennüm edemedikleri seslerini bu "lisân-ı Muhammedî" de bulur; bu sayede günde birkaç defa dolar ve boşalırlardı...
Ma'bedlerde, sînelerin dilleri çözülür gibi olur ve onun ferah-fezâ harîminde herkes, güzeller güzeli Yüce Yaratıcı'ya seslenme seviyesine erer, seslenme zevkini duyar ve O'na karşı olan aşk ve muhabbetini gönüllerden taşan bir edâ ile yerine getirirdi. Sanki ma'bed her zaman, hep aynı ruhla imânın, ümidin müterâdifi sayılan aşk ve şevki söyler gibi gelirdi. Evet, onda köpüren hüzünlerde bile, bir başka şevk, bir başka haz çağlamaktaydı. Oradaki hasret ve hicran iniltileri bir bakıma hekime "arz u hâl" ve yaraya neşter vurma manâsına geldiği için dolaylı bir zevk ve lezzet demekti.
Bütün bir ömür boyu gönüllerimizde birikmiş rüyâların, arzuların, onun içinde tahakkuk edeceği ümidini kazandığımız ibâdet, bütün dertlere devâ gibi olup da, ruhlarımızı şefkatle kucaklar ve düşüncelerimize saadet ümîdi salarak, inancın arka yüzündeki cennetleri gösterirdi. İbâdetler içinde devamlı mırıldanan, sayıklanan, haykırılan şeyler, ruhların vuslat arzusu, ebediyet isteği, Allah'ı sevme ve Allah tarafından sevilme iştiyakıdır. İbâdet, bütün ihtiyaçları karşılamak için Allah tarafından gönderilmiş öyle semâvî bir sofradır ki, o sofradan istifâde etmesini bilenler, her gün birkaç defa istidat ve kabiliyetlerine göre O'nunla halvet olabilirler.
Ezan sesleri, ma'bed uğultuları sihirli anahtarlar gibi uyuyan bütün gönül kapılarını açar, açar da kendilerini bu ilâhî musikî zemzemesine salanlar, bu seslerde, kendi ruhlarından yükselen nağmeleri duyar; kendi aşk ve heyecanlarını dinler gibi olurlardı. Hele O'na yüzünü çevirirken gönlünün derinliklerine yönelebilenler, duâlarla, ricâlarla sık sık gidip O'nun kapısını vuranlar; îmanla, aşkla dolmuş, ruhlarının duyuş, düşünüş ve tasavvurlarını, ifşâ edilmedik hislerini, terennüm edemedikleri seslerini bu "lisân-ı Muhammedî" de bulur; bu sayede günde birkaç defa dolar ve boşalırlardı...
Ma'bedlerde, sînelerin dilleri çözülür gibi olur ve onun ferah-fezâ harîminde herkes, güzeller güzeli Yüce Yaratıcı'ya seslenme seviyesine erer, seslenme zevkini duyar ve O'na karşı olan aşk ve muhabbetini gönüllerden taşan bir edâ ile yerine getirirdi. Sanki ma'bed her zaman, hep aynı ruhla imânın, ümidin müterâdifi sayılan aşk ve şevki söyler gibi gelirdi. Evet, onda köpüren hüzünlerde bile, bir başka şevk, bir başka haz çağlamaktaydı. Oradaki hasret ve hicran iniltileri bir bakıma hekime "arz u hâl" ve yaraya neşter vurma manâsına geldiği için dolaylı bir zevk ve lezzet demekti.
Bütün bir ömür boyu gönüllerimizde birikmiş rüyâların, arzuların, onun içinde tahakkuk edeceği ümidini kazandığımız ibâdet, bütün dertlere devâ gibi olup da, ruhlarımızı şefkatle kucaklar ve düşüncelerimize saadet ümîdi salarak, inancın arka yüzündeki cennetleri gösterirdi. İbâdetler içinde devamlı mırıldanan, sayıklanan, haykırılan şeyler, ruhların vuslat arzusu, ebediyet isteği, Allah'ı sevme ve Allah tarafından sevilme iştiyakıdır. İbâdet, bütün ihtiyaçları karşılamak için Allah tarafından gönderilmiş öyle semâvî bir sofradır ki, o sofradan istifâde etmesini bilenler, her gün birkaç defa istidat ve kabiliyetlerine göre O'nunla halvet olabilirler.
Zâviye ve zikirhâneler, gönüllerde uyuyan aşk ve şevk ateşini rüzgarlar gibi körükler, tutuşturur, kızıştırır; tepeden tırnağa bütün ruhları sarar ve herkesin iç dünyâsında büyük yangınlar meydana getirirdi. Binlerce mahrum ve görgüsüz ruh bu âteşînî iklime girince kor kesilir, üzerindeki isi-pası atar, saykıllanır ve pırıl pırıl olurdu. Herkes derin bir aşk hummâsına tutulmuş, derin bir hamâsetle şahlanmış gibi, beşerî kayıtların cidarlarını zorlar, cismaniyetin hudutlarından dışarıya çıkar ve namütenâhîliğe yelken açmışçasına sonsuzluğa, hudutsuzluğa doğru heyecanla çırpınırdı.
Uhrevî âlemlerin sofaları sayılan zâviye ve zikirhâneler, ötelere âit rüyâların tahakkuk edeceği, ilâhî aşkların vuslatlara açılacağı; ruhların yerçekiminin olmadığı kuşağa ulaşacakları ve herkesin sevme ihtiyacını, sevilme arzusunu; mutlu olma emelini gerçekleştirebileceği gönüllerin buluşma ve halleşme yerleriydi. Bu tatlı rüyâda, herkesin kendi hayatı, gönlünün husûsî iklimiyle bütünleşir, ruhlardaki vahşetler zâil olur gider, yabancılık bütün bütün silinir yok olur ve her yanda, dost ikliminden gelen esintiler "üns esintileri" hissedilmeye başlardı. Aklın, verâların, verâların... verâsında diye hükmettiği gerçek, kalbin yaklaştırıcı dünyâsında kemmiyetsiz, keyfiyetsiz yakınlardan daha yakın olurdu.
Yeryüzünde Hakk evleri olmaya şâyeste bu mübârek yerler, bizim için imkânsız gibi görünen şeylere imkân kapılarını açar, aşılmaz sanılan engelleri parçalar, dağıtır, mürîdi murâda ulaştırma yollarını kolaylaştırır ve aklın takılıp kaldığı yerlerde, müdâvimlerini gönlün ışıktan kanatlarıyla sonsuzluğa uçururlardı.
Bu aydınlık atmosferde, toplum birbirini muhabbetle kucaklar; onun her kesiminde tatlı bir bahar havası esmeye başlar ve her yanda âdeta Cennet kokuları duyulurdu. Hatta, maddiyâtın boğucu ikliminden kurtulamamış beden insanları bile, bu iman ve aşk devrinin cûş u hurûşu içinde böyle bir topluma mensup olmanın hazzını duyar, böyle bir devri idrak etmekle başlarının semâlara ulaştığını hissederlerdi. Evet, bu ibtidâî insanlar bile, şimdikinden çok başka, oldukça derin; hiç olmazsa zirvelerde yaşanan hayattan habersiz ve nasipsiz değillerdi. O gün, ma'bed ve zâviye her insanın anlayabileceği bir dil kullandığı gibi, örf, âdet, töre ve millî kültür de sıkı bir korunma altında ve herkese bir şeyler anlatabilecek mahiyetteydi. Toplumu dörtbir yandan kuşatan manâ ve ruh, herkese, mutluluğun sihirli kapılarını açıyor ve gönüllere saadetlerin en erişilmezini duyuruyordu.
Evet, esnafıyla-memuruyla, siviliyle-askeriyle, beyiyle-çobanıyla, bütün bir millet, binlerce duygu ve düşüncenin yerleşip meydana getirdiği mübârek bir telakki ve itikat ırmağında yüzüyor gibi, sefaya, huzura açık yaşıyor ve yarınları hep ümitle süzüyordu. Bu insanların kurdukları medeniyet, dünyâ-ukbâ düşüncesini birden kucaklıyor, bura ve öteler muvazenesine bağlılığı elden bırakmıyor ve her işinde Allah'la beraber olmayı esas alıyordu. Asırlarca insanımızı hava gibi saran, nur gibi ruhlarına nüfuz eden bu medeniyet sayesindeydi ki, bu insanlar tâlihlerini seviyor, kabulleniyor, ona baş eğiyor ve streslere, hafakanlara girmeden, huzur içinde yaşıyorlardı. Bu medeniyet ahiret ve ebediyete inanan, dünyâ ile alâkalı olduğu kadar, semâlara da açık bulunan bir medeniyetti. Ruh ve maddenin birleşik âleminde bütün kanaatlar, gönüllere öteleri rasat ettirdikleri için, bu medeniyet, en sağlam temeller üzerinde, en sarsılmaz ehramlar gibi yükseliyordu.
Bu duygu, bu düşünceyi paylaşanlar için yine de yükselebilir, tekrârı muhâl değil...
Sızıntı, Nisan 1989, Cilt 11, Sayı 123
- tarihinde hazırlandı.