Yararlı ruhlar veya vicdan topluluğu
İnsanoğlu var edilip bu âleme gönderilirken, iyi-kötü, güzel-çirkin, yararlı ve zararlının nüvelerini de beraberinde getirmiş ve bunlardan bir bölümüne mahiyetinde çimlenip gelişme hakkını vermiştir. O günden bugüne de insan mahiyetinde, geceler gündüzlerle iç içe; kömür, elmasla yan yana; aydınlık, karanlığın arkasında; kin ve nefret, sevgiyle yaka paça; hürriyet, esarete karşı bitmeyen bir kavga içinde; şekilcilik, ihlâs ve aşka pusular kurmakta; hakikat, bâtılla hesaplaşıp durmaktadır. Dünya durduğu sürece de hem bu zıtlıkların çarpışması, hem de onları temsil edenlerin hesaplaşması devam edip gideceğe benzer.
Evet bir tarafta, egonun karanlık labirentlerinde yol bilmez, iz bilmez şaşkın ruhlar; diğer yanda, her an sonsuzla yüz yüze ve bitmeyen bir yolculuğa karar vermiş, daha doğrusu iç dünyasında miraca azmetmiş aydınlık gönüller…
Birincilerin kaosla başlayıp kaosla biten kâbuslu dünyalarına karşılık; ikincilerin her dakikaları, ötelere inancın aydınlık ikliminde ve ucu gelip sinelerine dayanan Cennet’lerin yalılarında geçmektedir.
Birincilerin, kötü görme, kötü düşünme ve hayattan zevk alamama ızdırabıyla kolu kanadı kırık esirler hâlinde kıvrım kıvrım kıvranmalarına mukabil, ikinciler güzel görüp güzel düşünmenin pırıl pırıl ikliminde, her an bir başka dünyaya doğru seyahat etmekte ve bir başka mutluluğu paylaşmaktadırlar.
Öncekiler, kendi iç dünyalarında karanlık ve karamsar oldukları gibi, cemiyete yararlı olma liyakatini de kaybetmişlerdir. İçinde yaşadıkları millet ne onlardan, ne de onların kabiliyetlerinden asla istifade edemez. Hatta böyleleri, cemiyete yararlı olmaya zorlansalar bile, ihtimal ki, hep benlikleriyle engellenecek, hep ihtiraslara takılıp kalacak, asla kendilerini aşamayacak ve kendilerinden bekleneni yerine getiremeyeceklerdir.
Böyle muhteris gönüllerde mürüvvet ve insanlık arama beyhude; sevgi ve anlayışa rastlamak ise tamamen imkânsızdır. Bunlar zahiren başkalarını seviyor görünseler de, az bir dikkatle, samimî olmadıkları hemen anlaşılacaktır.
Her türlü açıklık ve açık yüreklilikten mahrum bu karanlık ruhları, anlayıp öğrenmek de bir hayli zor, hatta bir bakıma imkânsız gibidir. İnsanca davrandıkları aynı anda zalim ve mütecaviz; zulüm ve saldırganlıkları içinde de fevkalâde yumuşaktırlar. Güçlü ve kuvvetli olduklarında alabildiğine gaddar; korktukları veya desteksiz kaldıkları zamanlarda ise şahısların ayaklarını öpecek kadar aşağılık ve miskindirler. En küçük bir çıkar uğruna dünyaları ateşe vermekten çekinmez, en hasis bir menfaat karşısında binler ve yüz binlerin hukukunu çiğner geçerler.
Varlıklarını dünyanın direk ve kaidesi sayan bu bencil ruhlar, bütün bir hayat boyu hep ihtirasların mahbesinde yaşar, bir kerecik olsun eşya ve hâdiseleri olduğu gibi görmeye muvaffak olamaz veya görmek istemezler. Kör, sağır ve kalbsizdirler; duyup işittikleri bir aldanmışlık, görüp sezdikleri hayal ve rüya, değer hükümleri de sarhoşça hezeyanlardan ibarettir...
Doğrusu bunlar, özleri itibarıyla fevkalade kabiliyetsiz ve liyakatsiz; içinde yaşadıkları cemiyet itibarıyla da son derece yararsız kimselerdir. Şahsî haz ve zevkleri açısından dünyanın tam göbeğinde ve hayatla iç içedirler; ama, başkalarına faydalı olma, cemiyetin çıkarlarını kollama, ona gelecek zararları göğüsleme ve çevrelerine yararlı olma noktasında onları arasanız dahi bulamazsınız...
İkincilere gelince; bunlar, varlığa ermenin sırrını kavramış, kendi iç dünyalarında fütuhat fütuhat üstüne derinleşmeye azmetmiş, herkesle ve her şeyle bir çeşit sevgi ve duygu birliği kurmaya yönelmiş özünde istidat ve liyakatli, başkaları için de hem lüzumlu hem de çok yararlı kimselerdir. Yükselip benliklerinin zirvesine diktikleri irade sancağının gölgesinde, hep fazilet kavgası verir, hep hasbilik ve diğergâmlık takip ederler. Düşünce ateşiyle kavrulan ruhları, saflaşan dimağları, nebiler ışığının birer gölgesi gibi, daha önce onların uğradıkları her yerde meleklerle akrabalığa ulaşır, onlarla bütünleşir ve onların arasında gezerler.
Hak katında sâf sâf dizilmiş bahtiyar toplulukların merkez noktasının, hem ilerisini hem de gerisini peygamberler tutar. Onların arkasında da bu kudsîlerin bayrağı dalgalanır. –O bayrağı dalgalandırana ruhlar feda olsun!– Nebilerin emir ve direktiflerini bunlar temsil ederler. Böylece merkezi tutanlar hayat şiirini besteler; arkadakiler de, onu en tatlı melodilerle seslendirmeye çalışırlar. Merkezdekiler, çevrelerine iyinin, güzelin, mâkulün mesajlarını sunar ve her tarafta hakikatin meşalesini yakarlar; arkadakiler de, sonsuza kadar hep onun etrafında döner dururlar. Merkezdekiler, “sûr”u dudağında şaha kalkmış İsrafil gibi çevrelerine ruh ve diriliş üflerler; arkadakiler de, bu ruha ceset giydirerek onu hayatın her ünitesinde en canlı heykeller hâlinde temsil etmeye çalışırlar.
Bu kutluların seslerinin ulaşmadığı yerlerde ses adına duyulan şeyler birer hırıltı, söylenen sözler de delilerin hezeyanından farksızdır. Bu yüksek kametleri görme bahtiyarlığına erememiş körler ve onların gönüllere huzur veren soluklarını duyamamış sağırlar, bütün bir hayat boyu bülbülün nağmelerini saksağan sesine karıştırır dururlar da bunun farkına bile varamazlar.
Bu kutlular, ta baştan, en yüksek hakikat karşısında iki büklüm olup yere yüz sürdüklerinden hep O’nu bilir ve O’nun eşiğine baş koyarlar. O’nun kapısında eğilenlerin başları ayaklarına selâm durur ve onların ayakları hep başlarının ulaştığı noktalarda dolaşır; dolaşır da secdede bir araya gelen ayak-baş halkası, onları miraçla noktalanan arşiye ve ferşiyelerde[1] gezdirir. Hele bir de ilham küheylanları şahlanırsa, bir solukta gökler ötesine ulaşır, Cennet’lere uğrar, meleklerle atbaşı hâle gelir ve O idrak edilmez etrafında hayret ve hayranlıkla uçuşup durmaya başlarlar.
Kim bilir günde kaç defa, güneşi top, bir başka yıldızı da çevkân yaparak gök ehline sihirli oyunlar gösterirler! Kaç defa, niyazla vuslata erer, Yâr ile hemdem olur, nazla geriye dönerler. Kaç defa, aşkın “hayhuy” perdeleriyle şahlanır, ruhlarında hakikî varlığa ermenin zevkini duyar ve kendilerinden geçerler..!
Soluklarında “Hak”, düşünceleri hakikat, dillerinde ölümsüzlük muştusu, önlerinde sonsuz saadet... Dünyayı mâmur etmeye azmetmişlerdir; ama, hayattan kâm almayı akıllarının köşesinden bile geçirmezler. Alabildiğine hasbî ve yürektendirler; yapıp çattıkları şeyler karşılığında herhangi bir mükâfat istemedikleri gibi kahramanlıklarının destanlaştırılmasını da arzu etmezler.
Ne acıdır ki, bütün bir ömür boyu hayır ve fazilet adına kadehler gibi dolup boşalan bu yüksek ruhlar, dünden bugüne bir kısım aldanmış kişiler tarafından hep horlanıp hakir görülmüş; hep yaşama hak ve hürriyetinden mahrum edilerek cemiyet dışı bırakılmaya çalışılmışlardır.
Yar yüreğim yâr
Gör ki neler vâr
Bu halk içinde
Bize güler vâr.
Bu yol uzaktır
Menzili çoktur
Geçidi yokdur
Derin sular vâr. (Yunus)
Ruhlar aydın, vicdanlar hür, sineler de imanlı olduktan sonra varsın olsun ne çıkar!
[1] Arşiye ve ferşiye: Halktan Hakk’a yükseliş ve seyrini tamamlayarak dönüp halka geliş.
Sızıntı, Aralık 1986, Cilt 8, Sayı 95
- tarihinde hazırlandı.