Medeniyet veya Mefhum Kargaşası
Eskilerce medeniyet; köy, kasaba, şehir nerede olursa olsun, insanî duygu ve düşünce etrafında toplanmış ruhların, insan olmalarını idrâk şuuruyla bir arada yaşamaları şeklinde tarif edilirdi. Mâhiyet itibariyle medenileşmeye müsait olarak yaratılan insanoğlu, varlığa erdiği günden bu yana, bir ölçüde hep medenî olabilmiş ise de, onun gerçek mânâda medenileşmesi, duygu, düşünce, his ve irâde gücüyle kendini gösterdiği anlara rastlar. Vâkıa onu, sanayideki baş döndürücü muvaffakiyetleri, teknik ve teknolojik sahalardaki yenilikleri; trenleri, transatlantikleri, tayyâre ve feza gemileri; büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binaları; barajları, dev platformları, rafinerileri ve nükleer santralleriyle medenî görmek isteyenler de olacaktır, ama; bu hususlar, insanın insânî duygu ve düşüncesiyle bütünleştiği ölçüde, onun müreffeh yaşamasına birer vâsıta olsalar bile kat'iyen medeniyet esasları sayılamazlar.
Evet, geniş imkân ve modern vâsıtalarla hayatın çehresi değişebilir, yaşama modernize edilmiş sayılabilir; ancak, bütün bunlarla insanın medenîleştiği söylenemez. Medeniyet, insan istidât ve kabiliyetlerinin gelişmesine müsâit bir iklim ve atmosfer; medenî insan da, o vasatta, duygu ve düşüncesi itibâriyle inkişâf edip gelişen ve geliştirdiği yüksek duygularıyla toplumun emrine giren insandır.
Bu itibarladır ki, o ruhî ve zihnî bir vak'a olarak; zenginlik, lüks, saray ve apartman gibi cismânî refah unsurlarında; istihsâl ve istihlak gibi bedenî duygu gayyâlarında aranmamalı, belki, görüş tarzı, düşünce sistemi gibi zihnî vakalarda aranmalıdır.
Dünden bugüne bir kısım kimseler, medeniyeti, refaha hizmet eden vasıtaların bolluk ve modernleştirilmesinde aramış ve medenileşme adına kitlelere hep bu noktayı göstermişlerdir. Zâyi edilen bunca zaman ve arkada bırakılan koskoca bir 'ömr-ü heder'den sonra olsun o, ruhta, ruhun tekâmülünde ve insanın kendini yenilemesinde aranmalı değil miydi? Sözün özü, medeniyet alınıp başa geçirilecek bir urba olmadığını idrâkla zaman-şartlar-insan üçlüsü içinde ele alınıp aheste aheste, şartlar kollanarak ve insanın gelişmesi için gerekli olan zaman hesaba katılarak, aklî ve mantıkî bir çizgide ideâlize edilmeli ve yığınlar aldatılmamalıydı..!
Medeniyet başka, modernleşme başkadır. Birincisinde insan; görüşleri, düşünce tarzı, insanî yanlarıyla; ikincisinde ise, bedenî hazları, yaşama vâsıta ve imkânlarıyla değişip yenilenmektedir.
Ne var ki, mefhum kargaşasıyla yanıltılmış nesiller; isim ve mefhumları yanlış kullana kullana, önce ifâde ve düşünce tarzında yanıltılmış, sonra da çarpık ve bozuk düşüncelerin zihinlere yerleşmesiyle din, dil, millî felsefe, ahlâk ve kültürde saptırılmış ve dejenere edilmişlerdir. Teknik imkân ve modern vâsıtalara sahip olan bir kısım milletler, daha doğrusu her millet içinde yarı 'aydın'! çevreler, kendilerini medenî ve karşı tarafı da bedevî görerek medeniyet ve kültür adına tarihin affedemeyeceği en büyük günahı işlemişlerdir...
Aslında medeniyet ayrı, hayat standartlarının yükseltilmesi veya modernize edilmesi ayrı şeyler olduğu gibi, tahsilli olmakla 'aydın' olmak da birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Ciddî bir tahsil görmediği halde aydınlıkta yaşayan çok münevverler bulunabileceği gibi, bedeviyeti sırtından atamamış dar görüşlü, dar düşünceli okumuşların sayısı da az değildir.
Mefhum kargaşası, bazen çok uzun süre nesilleri aldatabilir. Yıllarca akların kara, karaların ak kabul edildiği; zulmün, başına adalet tacını giydiği, adaletin zulme ünvan olduğu; zift ruhların aydınlık havarisi kesildiği, gerçek münevverin kapı kapı kovulduğu; ve bu yengeççe yürümenin farkına varılamadığı ülke sayısı oldukça çoktur.
Bir toplumun aydınlığa kavuşup; düşünce, tasavvur, kanaat ve ifadede kargaşadan kurtulabilmesi, hakiki mânâsıyla münevver bir kadroya sahip olmasına bağlıdır. Münevverlik, tahsilli olmakla karıştırılmamalıdır. Bir cemiyette, çeşitli ilim dallarında ihtisas yapmış insanlar, sanat ve maharet erbabı bulunabilir; ne var ki, o cemiyetin aydınlığa çıkması; fizik, kimya, matematik, hendese tahsili görmüş insanlardan daha çok, yaşadığı devri idrak içinde, kalp ve ruhun hayat ufkuna ulaşmış, irâde ve zihniyle varlığa ermiş gerçek münevver ve güçlü irâdelerle kâbildir. Ötelerden gelen esintilerle, ruhlarına mayaladıkları hakikatleri hallaç edip gönüllerinde hiç sönmez birer ışık kaynağı meydana getiren, sonra da durmadan çevrelerine mesajlar göndererek yepyeni bir topluma giden yolları açan ve aydınlatan, millî kültüre yeni buutlar kazandıran gerçek münevver ve güçlü irâdelerle...
Medeniyet ve toplum bunların eseri; bunlar da doğru düşünce, doğru inanç ve millî kültürün eseridirler.
Her yeni medeniyet, yepyeni bir aşk, yepyeni bir îman hamlesiyle ortaya çıkar. Bu aşk ve îmanın olmadığı yerde medeniyetten de eser yoktur. Bir de bu îman ve heyecanın bulunmadığı bir toplumda, istidâtların gelişmesine engel despotça müdâhaleler varsa, böyle bir iklimde, çeşitli ilim dalları sâyesinde semâlar aşılsa bile, medeniyetin varolduğu ufka ulaşılamaz ve orada medeniyetten söz edilemez. Hatta böyle bir vasatta, her nasılsa ortaya konmuş bir kısım medeniyet ürünleri dahi er-geç bozulup gitmeye ve çürüyüp yok olmaya mahkumdurlar.
Evet, bir cemiyette yığınlar inançsız, aşksız, mesuliyetsiz; kim olduklarını, nerede ve niçin yaşadıklarını bilmiyorlar ise; o cemiyet, bir baştan bir başa bütün müesseseleriyle değişse, hayat standartları fevkalâde yükseltilse, herkes giyiminde kuşamında değişip modernleşse de, medenileştiği söylenemez. Zirâ, defaatla ifâde edildiği gibi, medeniyet, zihnî ve ruhî bir vak'adır; ilim-teknik, giyim-kuşam, mobilya-lüks eşya, araba ve villâlar ile kat'iyen alâkası yoktur.
Eğer medeniyetin bunlarla alâkası olsaydı; o zaman bir insanı birkaç ayda, bir toplumu da birkaç senede medenileştirmemiz kâbil olacaktı. Heyhat!.. Bunca modernizasyondan sonra irfan hayatımız adına bir adım ilerleyemeyişimiz, taklitle medeniyet olamayacağının en açık ve en acı delîli olmuştur.
Ne gariptir ki, bir kısım 'geri kalmış ülkeler' entelijansıyası, bütün bu (olmazları) (olur) gibi göstererek geniş halk kitlelerini aldatmış ve bir kısım modernizasyon hareketlerini medeniyet hamlesi gibi göstermeye çalışmışlardır. Aslında, günümüzde müstemlekeci düşünce artıklarınca medenileşme hamlesi olarak gösterilen bütün bu oldu bittiler, çok önceleri batılı dostlarımız (!) tarafından, bizim için medeniyete giden yolları tıkamak ve gerçek medeniyet esaslarını, işlemez hâle getirmek maksadıyla ortaya atılmış; din, dil, düşünce tarzı darbelenerek, bunların yerine nesepsiz bir zihniyet ve anlayış ikâme edilmek istenmişti. Onların bu mevzuda, bizzat muvaffak olup olmadıklarının münakaşası bir yana, dışlaşan içtekiler, onların arzu edip de yapamadıkları her şeyi -hem de millî reaksiyonlara sebebiyet vermeyecek şekilde- o kadar mükemmel yaptılar ki, yüz haçlı ordusuyla bu mükemmeliyette yapılamazdı!..
Ne var ki, son birkaç sene içinde, milletin millî ruh etrafında kümelenmesi ve kendi medeniyetini tesis istikâmetinde son bir-iki asrın en çaplı ve çalımlı hareketini ortaya koyması, batı ile beraber bizdeki müstağriplerin de plân ve düşüncelerini alt-üst etmiştir. Bundan öte, omuzunda geleceği bayraklaştıracak nesillere, güçlü bir inanç, bitmeyen bir azim, tersyüz edilmeyen bir irâdeyle bu işi devam ettirip kendi medeniyetlerini korumak kalıyor.
Sızıntı, Ağustos 1985, Cilt 7, Sayı 79
- tarihinde hazırlandı.