Nazarî ve amelî milliyetperverlik
Nazarî ve amelî milliyetperverlikten bahsediyorsunuz. Bu ifadelere yüklediğiniz mânâları lütfeder misiniz?
Dünden bugüne milliyetçilik kelimesine çok farklı anlamlar yükleyenler olmuştur. Bununla birlikte ben milliyetperverlikten, kaderde, tasada, sevinçte, kıvançta ortak olmuş, tarih boyu aynı değerler manzumesini paylaşmış, aynı ruh ve mana köklerinden beslenmiş, düşünce dünyaları bu değerlerden süzülüp gelen usarelerden oluşmuş ve temeli iki, üç, belki de dört bin yıla dayanan aynı kaderin çocukları olma şuurunu anlıyorum. Şu kadar var ki, üç-dört bin yıla uzanan bu vetirede milletimiz esasen aradığını İslamiyet’te bulmuş, onda ruhunun, kalbinin sesini duyar hale gelmiş, ebediyet mülahazasını keşfetmiş, dünya ve ukba muvazenesini kurmuş ve değişik buutlara açılma imkânına kavuşmuştur. Diğer bir ifadeyle tarih boyu birçok devlet kuran milletimiz, aradığını İslamiyet’te bularak arayışına son noktayı koymuş ve gerçek kıvamına ermiştir. Zaten Allah Teâlâ da, “Ben bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Size olan nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak da İslâm’dan hoşnut oldum.” (Mâide Sûresi, 5/3) beyan-ı sübhanisiyle hakiki kemalin İslam’la ortaya konduğunu ifade buyurmuyor mu? Yani din; Kur’an ve Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) temsil ve mesajlarıyla gerçek kemaline kavuştuğu gibi, milletimiz de, İslam’la şerefyâb olduğunda gerçek kıvamını bulmuştur.
Din eleğinden geçen değerler manzumesi
Ayrıca çok eski tarihlerden günümüze kadar ulaşan gelenek, âdet ve töreler de ilahî muhkemat ve ilahî kıstaslarla filtre edile edile, süzüle süzüle bize kadar gelmiş ve milletimize mal olmuştur. Bütün bunlar din eleğinden geçtiği için, onlara dinin müsaade ettiği değerler olarak bakılması gerekir. Bilindiği üzere İslam’da bir edille-i şer’iyye-i asliye diye isimlendirilen, Kitap, Sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha vardır; bir de yine bunlara bağlı olan istishab, istihsan, maslahat, sedd-i zerâi gibi edille-i şer’iyye-i fer’iyye denilen deliller vardır. İşte bazıları örfü de ikinci derecede yer alan fer’î delillerden birisi olarak mütalaa etmişlerdir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’e göre örf, Cenâb-ı Hakk’ın ma’ruf saydığı şeyler olup, Allah Teâlâ onlara da riayet edilmesini emretmiştir. Bu açıdan bakıldığında örf, temel kaynaklarla çelişmeyen değerler manzumesi demektir. İşte milletimizin mayesini teşkil eden ve onu yönlendiren temel unsurlar, ruh ve mana köklerimizden süzülüp gelen bütün bu usarelerdir.
Irkçılık ve nifak
Aynı kültür, aynı inanç, aynı sevinç, aynı tasa, aynı mağduriyet ve aynı mazlumiyetin çocukları olan bu millet, asırlardan beri bir arada yaşamıştır. Fakat ne acıdır ki, son birkaç asırdan beri, İslam dünyasında, daha doğrusu Müslümanların yaşadığı ülkeler diyebileceğimiz bahtsız bir coğrafyada bir kısım münafıkça düşünce ve davranışlar toplumların kaderine hükmetmeye başlamıştır. Ağızlarından çıkan sözle, yaptıkları iş tamamen tenakuz arz eden bir kısım insanlar, menşei dışarıda bazı farklı mülahazalarla millet fertlerini bölüp parçalamaya çalışarak, bu millete en büyük kötülüğü yapmış ve bir yönüyle Müslümanlar için küfr-ü mutlaktan daha tehlikeli olmuşlardır. Çünkü küfr-ü mutlakı temsil eden ve hâşâ “Allah yoktur.” dedikten sonra her şeyi götürüp tabiat ve natüralizme ya da materyalizme irca edenler, yalancı ışıklarıyla parladıktan bir müddet sonra milletin nazarında sönüp gitmişlerdir. Fakat değişik kılıflar altında varlığını sürdüren nifak düşüncesinin sönüp gitmesi çok daha zordur. Bu açıdan denilebilir ki, birkaç asırdan beri İslam dünyasına musallat olan asıl felç edici güve, nifak güvesidir. Kurt, gövdenin içine girdiği için toplumun kanını emmekte ve damarlarını kesmektedir. İşte milliyetçilik mefhumu da bu tür şebekelerin istismar ettiği kavramlardan biri olmuştur. İnsanların sadece hissiyat ve heyecanlarına hitap edilerek, şatafatlı ve debdebeli sözler altında bu kavram, toplumu parçalama ve millet fertlerini karşı karşıya getirme adına kullanılmıştır. Öyle ki, hemen herkes tavır ve davranışlarıyla içinde bulunduğu toplumun geleceği adına mücadele veriyor gibi görünse de, bir anda ortalık kanlı bıçaklı insanlarla doluvermiştir. Bir misal olması açısından ifade edeyim: Yetmişli ve seksenli yıllarda farklı cephelerde birbiriyle mücadele eden insanlarla bir nezaret veya hapishane hücresinde kader birliğimiz olduğunda, her iki cephenin içinde de samimi ve tepeden tırnağa Anadolu insanı olduğuna şahit olduğum gençlerle tanışmıştım. Kendilerince farklı cephelerin mücadelesini veren bu gençler, bir şekilde iğfal edilmiş, ellerine silah verilmiş ve sokağa dökülmüş insanlardı. Maalesef bu gençlerin her birine kan gösterilmiş, kan düşündürülmüş ve neticede hepsi kanlı katiller haline getirilmişti. Hâlbuki psikanaliz yaparcasına bu gençlerin biraz iç dünyalarına girip ruhlarını şerh ettiğinizde sinelerinin tepeden tırnağa bu millet için çarptığına şahit olurdunuz. Ne var ki, menşei farklı ideoloji ve akımlara dayanan nifak şebekeleri bu samimi insanları birbirine düşman haline getirmişti.
Esasında İslam tarihinde nifak şebekesinin menşei Pers kültürüne dayanır. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer düşmanlığı, İslam’ın içinde ilk nifak şebekesinin oluşmasına ve ilk nifak tohumlarının İslam toprağına atılmasına sebep olmuştur. Ondan sonra nifak düşüncesi değişik zamanlarda, farklı boyut, farklı renk, farklı desen ve farklı şivelerle muhtelif eşrar ve füccar tarafından hep temsil edilegelmiştir. Irkçılık düşüncesi de böyle bir nifak anlayışının ürünüdür. Yıkılış dönemimizde -bir şairin dikkat çektiği gibi- işin içine ırkçılık mülahazaları sokularak milliyet dâvâsı fıska bürünmüş, ridâ-yı diyanet yerde sürünmüş ve Türk’ün ruhu hem peygamberine hem de Allah’ına zorla âsi gösterilmeye çalışılmıştır. Sizin de çok iyi bildiğiniz bu filozof şair, işlediği günahları itiraf sadedinde, “Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhâniyetinden İstimdat” başlıklı şiirini kaleme almış ve bu şiirinde hem bize nelerin nasıl yanlış gösterildiğini ifade etmiş hem de günahlarına tevbe sadedinde kendi mazeretini serdetmiştir. Bu açıdan bizim, milliyetperverlik düşüncemizden Allah, Peygamber ve Kur’an mülahazasını çıkarıp atmamız mümkün değildir. Hatta bırakın onları bir kenara atmayı, onları hafife alacak tavır ve davranışları bile milliyetperverlik mülahazamızla telif edemeyiz. Bu müteal mazmunları, konuşma ve tartışmalarımızda sıradan objeler gibi kullanamayız. Onlara karşı sadece saygı duyar, tazimde bulunuruz. İşte biz böyle bir çerçevenin millileriyiz.
Millet sevgisinin ete-kemiğe büründürülmesi
Biz inanıyoruz ki, milletimizin beka ve devamı bu değerlere sahip çıkmaya bağlı olduğu gibi, milletimizin bir gün yeniden sıçrayıp devletler muvazenesinde yerini alması, insanî faziletlerin bayraktarlığını yaparak insanlık gemisinin dümenine oturması da sahip olduğumuz bu değerler manzumesine bağlıdır. Evet, biz inanıyoruz ki, bu değerler manzumesi sayesinde, hak ve hukuk gerçek mânâsını bulacak, kan ve gözyaşı dinecek, ama hakiki ama izafî adalet gerçekleşecek ve insanlık ehil insanların elinde yeniden gerçek huzura kavuşacaktır. Şimdi bu düşünceye inanan bir insan, niye bu değerler manzumesini bütün dünyaya duyurmayı düşünmesin ki!
İşte bu noktada nazarî ve amelî milliyetperverlik meselesi ortaya çıkıyor. İnancın, amelle insan tabiatına mal edilmesi yaklaşımımızı biliyorsunuz. Alman filozofu Kant da, saf aklın kritiğini yaparken, Allah’ın nazarî akılla değil amelî akılla bilinebileceğini söyler. Bu düşünceyi Bergson’un entüvisyonuyla da telif edebilirsiniz. Hazreti Pir de vicdanın sezisi üzerinde durmuş ve insanın acz ve fakrını hissederek Allah’a yönelmesi ve işlerini Allah sayesinde çözmesi gerektiğine vurguda bulunmuştur.
İşte aynen bunun gibi, amelden uzak nazarî milliyetçilik, onun sadece lafını etme ve hamasî destanlarla müteselli olma demektir. Hâlbuki önemli olan o istikamette dur-durak bilmeden, herhangi bir beklentiye girmeden koşturup durmak, yapılması gerekeni yapmaktır. Mesela neden ben, dilimi bir dünya dili haline getirmeyeyim? İngilizce dünya dili olsun da, Türkçe niye insanların birbiriyle konuşup anlaştığı, kaynaştığı bir dünya dili olmasın? Ali Şeriati, bugünkü Arapça, Türkçe ve Farsça için, “Bu kadar daraltılmış, fakirleştirilmiş ve sığlaştırılmış bir dille ilim yapılmaz.” demiştir. O halde niye Asya’daki Türk menşeli dillere müracaat edilerek, mahalli kelimeler değerlendirilerek, hikâye ve romanlardan faydalanılarak, lügatlerin sayfaları arasında kalmış kelimeler yeniden hayata mal edilerek dilimiz bir dünya dili haline getirilecek seviyede geliştirilip zenginleştirilmesin? Şayet bizim amelî milliliğimiz varsa, hem dünden bugüne konuşulan bu güzel dilimizi geliştirmeye ve bir dünya dili haline getirmeye gayret eder hem de milli hislerimizi ve tarihten tevarüs ettiğimiz değerlerimizi bütün dünyaya tanıtma peşinde oluruz.
Türkiye’yi dünyaya tanıtma, pek çok insanın ideal ve hedefidir. Peki, neyle tanıtacağız ülkemizi? Acaba şimdiye kadar büyük paralar verilerek kurulan lobilerle bu ülke, dünya insanına ne kadar tanıtılmıştır? Bir programda seyretmiştim. Sunucu, elinde mikrofonuyla, New York’un göbeğinde sokakta yürüyen insanlara, “Türkiye diye bir ülke duydunuz mu?” diye sorduğunda, pek çoğu cevap verememiş hatta bazıları, “Galiba Afrika’da bir ülke” demişlerdi. Bu da gösteriyor ki, maalesef Türkiye’yi tanıtma yolunda gösterilen gayretler yetersiz kalmıştır.
Şimdi ise küreselleşen dünyada, küreselleşmenin hakkını vermeye azmetmiş bazı arkadaşlar, Allah’ın izni ve inayetiyle, dünyanın değişik yerlerine giderek böyle bir gaye-i hayali gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Keşke Türkiye’nin ekonomik durumu daha iyi, imkânları daha elverişli olsaydı da, vefalı Anadolu insanının açtığı okulların sayısı bugün bin değil iki bine ulaşmış bulunsaydı. O zaman bu okullarda milyonlara varan insan Türkçe öğrenecek, milletimizin sevgisiyle oturup kalkacak ve ülkemize saygı duyacaktı. Herhangi bir yerden Türkiye’ye bir fiske gelecek olsa, dünyanın değişik yerlerinde iniltiler duyulacak, sesler yükselecekti. Bu arada hemen şunu ifade edelim ki, her şeye rağmen insanımız, vefa hissini sonuna kadar işleterek eldeki imkânlarla gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında çok güzel işler yaptı. Ortaya konan faaliyetleri görmezden gelirsek, vefasızlık yapmış oluruz. Evet, maşerî vicdanın bu olumlu faaliyetler üzerine tir tir titrediği, ciddi bir heyecan duyup sevinç yaşadığı görülüyor. Cenab-ı Hak bir mani ve keder vermez, bir muhalif rüzgâr esmezse, öyle ümit ediyoruz ki, bugün olmasa da yarın, bu milletin harcını atıp blokajını ortaya koyduğu müesseseler katlanarak artacak ve inşallah bulunduğumuz coğrafya herkes tarafından imrenilen bir rüya ve hülya âlemi haline gelecektir. İşte böyle yüce bir mefkûre istikametinde yüksek bir performans ortaya koyma ve aşkın bir gayret sergilemeye biz amelî milliyetperverlik diyoruz.
Hasılı, eğer siz kendi değerlerinizin ilahî kaynaklı olduğuna inanıyor ve ezelden gelip ebede gitmesi itibarıyla onları çok önemli ve çok hayatî buluyorsanız, bu değerleri bütün insanlığa duyurma arzusuyla oturup kalkarsınız. Muhataplarınız sunduğunuz bu değerlerin hepsini kabul etmeyebilir ama en azından gerçek veçheniz ve iç güzelliklerinizle sizi tanımış olurlar. Böylece çevrenizde dost, taraftar, sempatizan halkaları meydana gelmiş; siz de küçülüp büzüşen dünyada kendi darlığınız içinde kalmamış ve kendinizi dünyada yalnızlığa salmamış olursunuz.
- tarihinde hazırlandı.