Hakka hizmete engel olan gaflet türleri
Soru: Hakka hizmet yolunda bulunan bir insanı, yapabileceği hizmetlerden alıkoyacak gaflet türleri nelerdir? İzah eder misiniz?
Hak ve hakikati gönüllere duyurma, ruh-u revân-i Muhammedî’nin dört bir yanda şehbal açmasını sağlama, bilhassa günümüz itibarıyla bazılarının yanlış anlatıp yanlış tanıttığı Müslümanlığın doğru anlaşılması istikametinde gayret sarf etme, onun dırahşan çehresine saçılan ziftleri silme ve yıkama, mü’min olmamızın gereği, müntesip bulunduğumuz dine vefa borcumuz ve en büyük sorumluluğumuzdur. Başka bir ifadeyle devr-i risalet penahide yaşanan Müslümanlığı mükemmel bir temsille mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun olarak ortaya koyma, onu Allah ve Resûlü’nden geldiği ve sahabe tarafından yaşandığı şekliyle insanlığa yeniden ve bir kere daha armağan etme bizim hayatımızın gayesi olmalıdır. Zira günümüzde hakikaten dünyanın dört bir tarafında yangın var. Sûzî gibi diyecek olursak: “Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost! Bülend âvâz ile dersin, bakın deryada yangın var!” Eğer derya yanıyorsa, o zaman yanmadık yer yok demektir. Fertler yanıyor, yuva yanıyor, bir mânâda mâbed yanıyor, mektep yanıyor, idare yanıyor hâsılı topyekûn âlem-i İslâm ve dünya cayır cayır yanıyor. İşte bir baştan bir başa alevler içinde yanıp duran insanlığın bu perişan hâlini görmeme, bu perişaniyeti kendi nefsinde hissetmeme, meseleyi böyle bir hassasiyet ve duyarlılık içinde ele almama, hak ve hakikat yolunda koşturan insanlar için bir gaflettir. Oysaki hizmet erlerinin, dünyanın her neresine bir ateş düşerse düşsün, nerede bir perişaniyet yaşanırsa yaşansın, sanki kendi çoluk çocuğunun içine o ateş düşmüş, kendi evlad u iyali o perişaniyet içinde bulunuyormuş gibi bir hassasiyet ve duyarlılıkla hareket etmesi gerekir. Bu da peygamberane bir ruh taşımaya, peygamberane bir azim, kararlılık, ızdırap ve diğergâmlıkla meseleye sahip çıkmaya bağlıdır. Elbette ki peygamberlik sona erdiğine göre artık bu vasıflara sahip olan bir kimse peygamber olamaz. Peygamberler bizi merkup kabul etseler, onu başımıza taç yaparız. Fakat onların sahip olduğu o evsaf-ı âliyeye her zaman talip olunabilir. Allah (celle celâluhu) insanlar içinde peygamberlere teveccüh buyurduğuna göre, peygamberane vasıflara sahip olmaya çalışan o yolun yolcularını da perişan etmez ve hezimete uğratmaz. Bu açıdan evsaf-ı nebevî ile donanarak O’na yaklaşma yolunu araştırmak gerekir. Çünkü İnsanlığın İftihar Tablosu’nun sıfatları huluk-u azamdır ve aynı zamanda Kur’ân ahlakıdır; dolayısıyla Allah ahlakıdır. Siz de ancak bu sayede kendi gerçek değerinizi bulmuş, kendi derinliklerinize açılmış ve gerçekten kendinizi duymuş olursunuz.
Zannediyorum ancak bu evsaf-ı âliyeye sahip olanlar Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bulunduğu ufka yelken açabilir ve kendi seviyesine göre o ufukta O’nunla aynı duyguları paylaşabilirler. Dine hizmet yolunda bu duyguları paylaşanları ise O (aleyhissalâtu vesselâm) yarı yolda bırakmaz. Evet, âlem-i İslâm’ın derdiyle kıvranan, oturup kalkıp bir şeyler yapabilmek için beyin sancısıyla iki büklüm olan, ulaşılmadık hiçbir gönül kalmasın diye sürekli plan ve projeler üreten hizmet yolcularını, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiçbir zaman yarı yolda bırakmayacaktır. Siz, “yolda kaldık” dediğiniz an, yemin edebilirim, vallahi O, size, o ışıktan elini uzatacaktır. Belki rüyanıza girerek size “yürüyün” diyecek, belki mübarek ruhaniyetiyle temessül ederek aranızda dolaşacak ve bir vesileyle kuvve-i mâneviyenizi takviye buyuracaktır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sizin yanınızda olunca, Allah’ın izni ve inayetiyle O’nun arkasında yer alan ve başta Ehl-i Beyt olmak üzere tasarrufu devam eden diğer zatlar da sizinle beraber olacaktır.
Maceraperestlik gafleti
Asıl konumuza dönecek olursak, günümüzde hak ve hakikat yolcuları için tehlike arz eden bir diğer gaflet çeşidi ise vazifede dikkatsiz davranmaktır. Bunun da değişik türleri vardır. Meselâ karambole hareket etmek, diplomasinin gerektiği yerde diplomasiyi kullanmamak, kötülüğe kilitli menfî oluşumları hesaba katmaksızın sadece kendi durumumuzu nazar-ı itibara alarak adım atmak, macera adına yanlış işlere girmek, popülizm mülâhazasına takılmak, “kredimizi yükseltelim” anlayışının peşinde koşmak, değişik testlere tâbi tutarak başarılı bir sonuç elde edileceğini garanti altına almaksızın bir işe teşebbüs etmek gibi yanlışlıklar vazifede dikkatsiz davranmanın çeşitleridir. Esasında bu gafletlerin her biri insanı yerin dibine batırmaya yetebilir. Hatta bu tür gafletlere düşen insanlar sadece kendileri batmaz, aynı zamanda gafil bir kaptan gibi, arkalarına takılan insanları da beraberlerinde batırırlar. Çünkü gafil bir kaptanın emrindeki geminin rotası, denizin dibidir.
Diğer yandan bir iş yaparken, bir hakikate tercüman olurken, muhataplarımızı rencide etmeme, kimseyi kırıp geçirmeme, şefkatle herkesin üzerine eğilme, tulumbası elinde bir itfaiyeci gibi sürekli insanların imdadına koşma, celâlden gelen cefa ile cemalden gelen vefayı bir görüp insanlara karşı sürekli cemalî bir tavırla muamelede bulunma, acz u fakrımızı bilme, şevk ü şükürle metafizik gerilim içinde bulunma ve sürekli tefekkürle beslenme mesleğimiz açısından çok önemli esaslardır. Bizim bu esaslara bağlı kalarak, fetanetle hareket etmemiz gerekir. Her teşebbüsümüzde, netice mutlaka hesap edilmelidir. Acaba attığımız bir adımla geriye, kin, nefret ve öfke mi kalacak; yoksa sevgi, muhabbet ve alâka mı? İşte önceden mutlaka bunun değerlendirilmesi yapılmalıdır. Hulâsa, yapılan bütün işlerde öyle dikkatli davranıp öyle basiretli hareket etmemiz gerekir ki, ümitli gözlerle bizden bir şeyler bekleyen insanlar karşısında mahcubiyet yaşamayalım.
Neticeyi sebeplere bağlama gafleti
Sebeplere çok önem verme, her şeyi sebeplere bağlayarak Müsebbibü’l-Esbab’ı hatırdan uzak tutma veya O’nu görememe ya da görmezden gelme de ayrı bir gaflettir. Hz. Pîr umum Risalelerde esbap perdesini sıyırmak suretiyle Müsebbibü’l-Esbab’a kapılar aralamaya ve O’na baktırmaya çalışmıştır. Meselâ bir yerde sebeplerin hikmet-i vücuduyla ilgili olarak şöyle demiştir: “İzzet ve azamet isterler ki, esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve ehadiyet isterler ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.” Başka bir yerde de kudretin, umur-i hasise ile mübaşeretinin görünmemesi için sebeplerin vaz’ edildiğine dikkat çeker. Demek ki sebepler, müessir-i hakiki değildir. Belki esbabın kıymet-i harbiyesi şudur: Onlar Cenâb-ı Hakk’ın esmasının çok perdelerden geçmiş cilvesinin cilvesidir. Bu açıdan sebeplere bir kıymet verilecekse O’nun hatırına bir değer vermek gerekir. Ama onları bütün bütün değerden düşürmek de cebrîlik olur. Fakat sebepleri her şey gören bir insan da hiç farkına varmaksızın Müsebbibü’l-Esbap’tan gaflette bulunuyor demektir.
Bir misal olması açısından ifade edeyim. Diyelim ki bir arkadaşınız ilk defa bir yere gitti ve orada birdenbire çok semeredâr oldu. Öyle ki bütün diken tarlalarında güller açmaya, bülbüller de şakımaya başladı. Orası âdeta Cennet’e döndü. İşte böyle bir durumda onun bir arkadaşı, “falan olmasaydı bütün bunlar olmazdı” diyerek meydana gelen bütün güzellikleri ona atfetmeye başladığında kendisi bir gaflet içinde bulunduğu gibi, bu sözleriyle arkadaşını da gaflete sürükleyebilir. Çünkü bu tür ifadeler karşısında, eğer arkadaşı bu ağır yükü taşıyabilecek durumda değilse, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanlarına göre, arkadaşının boynunu kırmış olur.
Bir heyet tarafından yapılan hizmetlerin sadece önde görünen bir insana izafe edilmesi de bu gafletin bir çeşididir. Hâlbuki bir ordunun ganimetini sadece komutanına vermek, umum askerin hakkını yeme demektir. Evet, birçok insanın himmet ve gayretiyle elde edilen semereler, sadece işin başındaki insana verilemez. Ayrıca unutmamalıdır ki, Allah’ın tevfikine vesile olan husus, o insanların vifak ve ittifaklarıdır. Yani Cenâb-ı Hak, her birinin kendine göre bir enaniyet ve gururu olan o insanların, kendi aralarında problem çıkarmaksızın ittifak ve ittihat edebilmelerine lütufta bulunup onları muvaffak kılmaktadır. Şimdi bütün bunları görmezlikten gelerek, başarı ve muvaffakiyetleri tutup da baştaki bir veya birkaç insana verme, “falan yaptı, filan etti” deme, sebepleri görüp de Müsebbibü’l-Esbap’tan gaflet etme demektir.
Kendini bilmeme küstahlığı
Meseleyi daha geniş bir dairede düşündüğünüzde, aynı tehlikenin bir heyet, bir topluluk için de söz konusu olduğunu görürsünüz. Meselâ, dine ve insanlığa hizmet adına yapılan işlerin neticelerini bir camia, kendi gayretine terettüp eden semereler olarak gördüğü takdirde yine gaflete düşmüş demektir. Zira mevcut pozisyonun hâsıl olabilmesi için, ortamın müsait olması, ehl-i dalalet ve ehl-i gafletin kıskançlık, çekememezlik ve gayz gibi engelleyici duygularla sizi takip etmelerine karşılık kimsenin size bir zarar verememesi, gönüllerin muhabbetle size açılması, gidilen yerlerde umulmadık ve beklenmedik ölçüde alâka gösterilmesi, dünyadaki genel atmosferin bu işe müsait olması gibi, belki elli tane unsurun bir araya gelmesi gerekiyor. Bu ise, ihtimal hesaplarına göre ancak milyonda bir olabilecek bir şeydir. Hâl böyleyken nasıl olur da, hâlihazırdaki bunca güzelliği basit birkaç sebebe irca edebilirsiniz. Böyle bir düşünce şimşek gibi aklınızdan gelip geçtiğinde dahi hemen istiğfara yönelmelisiniz. Sızıntı mecmuasının kapaklarına bir iki satırlık nazım gibi bir şey yazarken, bir seferinde içime “Bu buraya iyi düştü.” gibi bir düşünce gelmişti. Hemen şirke girmiş gibi, “Estağfirullah ya Rabbi! Bu eşeğin canını al ve yaptığı işi ona beğendirme!” diye tevbe ve istiğfarda bulundum. Bu açıdan, meselâ “Yaptığım konuşma gönüllere tesir etti ve insanları harekete geçirdi.” gibi bir düşünce şahsın kendini bilmemesidir, daha doğrusu kendini bilmeme küstahlığıdır. Çünkü böyle bir mülâhazayla o, bin ihtimalle ancak hâsıl olabilecek bir tabloyu basit bir sebebe veriyor demektir.
Meselenin bir diğer yanı da şudur: Yapılan hizmetlerde Müsebbibü’l-Esbab’ı görmemek bir gaflettir. Fakat o yolda koşturan insanların kuvve-i mâneviyelerini takviye etmemek, aşk u şevklerinin kırılmasına sebep olmak da ayrı bir yanlışlıktır. Bunun yerine, hizmet eden insanlara “Allah sizden ebeden razı olsun. Cenâb-ı Hak size böyle bir iş gördürüyor. Eğer size değer atfetmeseydi, böyle bir kaderî senaryoda size bu rolü vermez ve sizi birer figüran olarak kullanmazdı. Demek ki Allah’ın size bir teveccühü var. Rabbim, size olan bu teveccühünü devam ettirsin.” diyerek duada bulunmalı ve şirke kapı aralamaksızın onların kuvve-i mâneviyelerini takviye etmeliyiz. Bu noktada göz önünde bulundurulması gereken ölçü şudur: Otuz kırk senedir değişik hizmet faaliyetlerinin içinde olup da önde görünen insanlara boylarından aşkın payeler vereceğimize, onları kutbiyet ve gavsiyetlerle takdir edeceğimize, çok ciddi inhirafı görülmemiş olan bu insanlara olan muhabbet ve hüsnüzannımızı fevkalade sadakat ve fevkalade vefa ile ortaya koymalıyız. Hatta onların düşmüş olduklarını görsek bile, hemen tutup kucaklamalı, düştüğü yerden kaldırmalı, çamurlarını silmeli ve bağrımıza basmalıyız. Dolayısıyla Müsebbibü’l-Esbab’a bakma demek, hizmet için canla başla koşturan insanları bütün bütün görmezlikten gelme demek değildir. Ancak bu görme sadakat ve vefa çerçevesi içinde olmalıdır.
Tekvînî emirlere bakıp da onları okuyamama, onlardan mânâlar çıkaramama, onlar vasıtasıyla Allah’a yürüyememe de önemli bir gaflettir. Konuyla ilgili bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
وَكَأَيِّنْ مِنْ اٰيَةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ
“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, inanmayan insanlar gelip geçerken (onları kasdî tetkike almadıklarından dolayı) yüz çevirmiş olurlar da farkına varamazlar.” (Yûsuf sûresi, 12/105)
Baştan beri ele aldığımız bütün bu gafletlerin biri diğerine göre nispeten daha önemli olabilir. Başka bir ifadeyle bu gafletlerin önem derecesi şahsın istidat ve kabiliyetine göre değişiklik arz eder. Kimisi için biri, bir başkası için ise diğeri daha ciddi bir imtihan unsuru olarak insanın karşısına çıkabilir. Fakat dinimiz ve Müslümanlığımız açısından meseleye bakılacak olursa çok rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki, her gaflet def edilmesi gereken şeytanî bir fikir ve şeytanî bir histir. Bundan kurtulmak ise, her zaman basiretle hareket etme, hassas ve duyarlı olma, eşya ve hâdiseleri mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun görmeye çalışma, her zaman gönül gözlerini açık tutma, bakarken görme, kulak kabartırken dinleme, temas ederken hissetme ve bütün bunları vicdana duyurma gibi kalbî, ruhî, fikrî amel ve aksiyonlara bağlıdır.
- tarihinde hazırlandı.