Emanette emin miyiz?
Soru: Büyüklerimizin, “Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl.” şeklinde dua ettiklerini görüyoruz. Emanetten maksat sadece can mıdır; vazife ve sorumluluklarımız açısından “emanet” tabirini değerlendirir misiniz?
Allah Teâlâ’nın insana bahşettiği ilk ihsanlar birer emanet olduğu gibi, insanın, iradesinin hakkını verip bu ilk mevhibeleri değerlendirmek suretiyle kazandıkları da birer emanettir. Aslında insanın kazandıklarının fâil-i hakikisi de Allah’tır. Ne var ki, hukuk disiplinleri içerisinde ifade edilen, “Bir şeyin hakiki fâili görünmüyorsa, o fiil, en yakın sebebe nispet edilir.” kaide-i külliyesinden hareketle, insanın iradesini kullanarak kazandığı bazı şeyleri -her ne kadar iradeye terettüp eden işlerle onun arasında “tenasüb-i illiyet” prensibine göre bir münasebet bulunmasa da- biz insana nispet ediyoruz. Dolayısıyla Allah tarafından insana meccânen verilenler birer nimet olduğu gibi, insanın iradesinin hakkını vererek kazandıkları da nimet kategorisi içinde değerlendirilmelidir. İnsan, bu bakış açısını yakalayabildiği takdirde, hem kendisine bahşedilen hem de iradesinin hakkını vererek mazhar olduğu bütün bu nimetlerin evvel ve âhirinde, zâhir ve bâtınında kudret-i namütenahinin elini görecek, bu nimetleri kendisine ihsan eden Zat’a karşı sinesi hamd u sena duygularıyla dolup taşacaktır. Evet, insan bütün bu nimetleri düşündüğü zaman, çok ciddi bir metafizik gerilim içinde minnet ve şükran hisleriyle oturup kalkacak, “elhamdülillah”la soluklanacak ve bu mübarek kelimeyi, tepeden tırnağa kadar vücudunun her yanında ihtizaz meydana getirecek şekilde duyacaktır.
İman en büyük emanet
Görüldüğü üzere bu perspektiften bakıldığında emanetin çerçevesi çok geniştir. Mesela hayatımız bize bir emanet olduğu gibi, onun üstünde ebedi hayatın nüvesini taşıyan iman, ihsan, marifetullah, muhabbetullah da önemli birer emanettirler. İman olmayınca, insan, bu dünyada diğer mahlûklar gibi çok dar bir zaman dilimi içinde yaşayıp sonra da kendini yokluğa mahkûm etmiş olur. Onun ebediyete mazhar olması ise imana bağlıdır. Bu sebepledir ki insan, kendisine tevdi edilen iman gibi çok önemli bir emaneti korumak için etrafında ne kadar surlar oluştursa, bu hedef doğrultusunda, bütün cehdini ortaya koyup ne kadar araştırmalar yapsa, deliller getirse, tahşidatta bulunsa, yine de işin hakkını vermiş olamaz. Böyle değerli bir emanet karşısında ona düşen vazife, “Hel min mezid” ferdi olarak, hep “Daha yok mu, daha yok mu?” deyip yola devam etmektir. Diyelim ki size çok değerli mücevherlerin bulunduğu bir kutuyu emanet olarak verip sonra da “Bunu korumazsan kellen gider.” dediler. Şimdi bu emaneti korumak adına sizin ne denli büyük bir hassasiyet göstereceğiniz âşikardır. Hâlbuki imanın yanında, onun kıymeti bir hiç hükmündedir. Bu açıdan insanın, “Aman, şuradan şeytan girebilir.”, “Aman nefs-i emmârem şu boşluğu değerlendirebilir.” diyerek sürekli imanının etrafında surlar oluşturmaya çalışması, bu denli büyük bir emanete karşı emin olma mülahazasının bir ifadesidir.
İmanda sabitkadem olmanın yanında, ibadet ü taatte mütemadi olma da bu iman emanetini koruma adına çok önemlidir. İnsanın bu mevzuda sürekli Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunması ve O’nun himaye ve inayetine sığınması gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ),
اَللَّهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَي دِينِكَ
“Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Benim kalbimi dininde sabitleyip perçinle!”,
اَللَّهُمَّ يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ صَرِّفُ قُلُوبَنَا اِلَي طَاعَتِكَ
“Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!” dualarını dilinden hiç düşürmemiştir.
İslam kime emanet?
Başlarımızın tacı olan Kur’an-ı Kerim de bize bir emanettir. Onun hem hafızların zihinlerinde hem de mânâ ve muhtevasına sahip çıkılarak korunup muhafaza edilmesi gerekir. Şayet Kur’an-ı Kerim, mânâ ve muhtevasıyla bilinmiyorsa, onun kadr ü kıymeti de bilinmiyor demektir. Unutulmamalı ki, gırtlak ağalarına emanet ederek sadece dinleyip teselli bulmakla Kur’an’a sahip çıkmış olmayız. Asıl, renk atmasına ve solmasına meydan vermeksizin Kur’an’ın toplum içinde hep canlı kalmasını sağlamalı, onu dünyanın biricik kitabı haline getirme adına çalışıp çabalamalı ve onun ruhunu, ruhlara üfleyerek bu emanete sahip çıkmalıyız. Eğer arz ettiğim çerçevede ona sahip çıkamıyorsak, kadife kılıflar içine koyup yatak odalarında başlarımızın üzerine assak da, o emanete ihanet ediyoruz demektir.
Hayata taşınması gereken bütün esas ve prensipleriyle Müslümanlık da, başta Allah (celle celaluhu) sonra da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından ümmet-i Muhammed’e bir emanettir. İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) Müslümanlığın çerçevesini belirlemiş, neyin ne olduğunu açık seçik ortaya koymuş ve bizlere dünyevî-uhrevî mutlu olma yollarını göstermiştir. Dolayısıyla Rasûl-i Ekrem Efendimiz, İslam’ı, başta sahabe-i kiram efendilerimiz, sonra da arkadan gelen nesillere emanet etmiştir. Daha sonraki asırlarda gelen müceddit, müçtehit, evliya, asfiya ve ebrardan her birisi kendi dönemlerinde dini yaşanır kılma adına bir kısım kapalı noktaları vuzuha kavuşturmuş, içtihat ve istinbatlarıyla İslam’ın her devirde terütaze yaşanabilirliğini ortaya koymuş, böylece üzerlerine düşen vazifeyi yerine getirmiş, sonra da onu arkadan gelen nesillere emanet etmişlerdir. Dün seleflerimizin omuzlarına konulan bu emanet bugün bizim omuzlarımızın üzerinde bulunuyor, yarın da sonraki nesillere aktarılacak. O halde bu emaneti deformasyon görmüş bir halde devretmek büyük bir vebaldir. Evet, biz bu emanete sahip çıkmaz, onu gereğince korumaz ve sağlam bir şekilde haleflerimize teslim etmezsek, bir taraftan bu emanete ihanet etmiş, diğer yandan da yarının insanlarına karşı büyük bir haksızlık yapmış oluruz.
İhmale uğradığından dolayı bilhassa günümüzde, imana ve Kur’an’a hizmet mevzuu daha bir önem kazanmıştır. Geçmiş dönemlerde, çok sıkıntılı şartlarda bile bu yüce mefkûre uğrunda insanlar hırz-ı can etmiş, yapmaları gerekli olan işleri arızasız kusursuz yerine getirmiş ve bu emaneti günümüze kadar taşıyıp bize ulaştırmışlardır. O halde bize düşen vazife de, bu hizmet-i imaniyeyi arıza ve kusura maruz bırakmaksızın geldiği şekliyle muhafaza etme, hız kesmeden devam etmesini sağlama ve onu ulaştırılması gerekli olan yerlere ulaştırmaktır. Yani biz ömrümüz olduğu sürece bu emanetin emanetçileri olarak, zerresini zayi etmeksizin, onu götürülmesi gerekli olan yere götürmekle mükellefiz. Eğer hakkıyla yerine getirilemediğinden dolayı bu hizmette kırılma, çatlama, duraklama ve hatta geriye gitme olursa, emanete hıyanet etmiş sayılırız ki, Cenâb-ı Hak bunun hesabını ahirette bize sorar. Bir misal olması açısından ifade edeyim: Bu yola baş koymuş bir insan, vazife yaptığı bir yerde on altı saat mesai yapmaksızın, gelip de işlerin aksadığını söyleyerek yardımcı talebinde bulunuyorsa, bu şahsa kendini tembelliğe salmış biri nazarıyla bakılabilir. Zira adanmış bir ruh on altı saat mesai yaptıktan sonra hâlâ yapılması gerekenler adına belli boşluklar hissediyorsa ancak o zaman işlerin üstesinden gelemediğini ifade ederek yeni bir yardımcı talebinde bulunabilir. Evet, nezd-i uluhiyette hainlik damgası yemekten ve emanete hıyanet etmekten endişe ediyorsak, meseleyi bu çerçevede ele almalı, sonra da “Allah’ım! Bir an önce emin insanları gönder de, üzerimizdeki bu emanetleri zayi etmeden onlara teslim edebilelim.” dua ve mülahazalarıyla Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve rahmetine sığınmalıyız.
Emanetin zayi edilmesi bir nifak sıfatı
Rasûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) bir hadis-i şeriflerinde:
أَرْبَعٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ كَانَ مُنَافِقًا خَالِصًا وَمَنْ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنْهُنَّ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنْ النِّفَاقِ حَتَّى يَدَعَهَا إِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ وَإِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَإِذَا عَاهَدَ غَدَرَ وَإِذَا خَاصَمَ فَجَرَ
“Dört huy kimde bulunursa, o adam katıksız bir münafık olur. Hatta bunlardan biri dahi bulunsa, ondan vazgeçinceye kadar o kişi münafık özelliği taşıyor demektir. Kendisine bir şey emanet edilince hıyânet eder.. konuşunca yalan söyler.. verdiği sözde durmaz.. düşmanlık yapınca da sınır tanımaz.” (Buharî, İman 24; Müslim, İman 106) buyurmak suretiyle emanete sahip çıkmamayı bir nifak alameti olarak zikretmiştir. Siz bu hadis-i şerifte ifade edilen emaneti, yukarıda sayılan silsile içindeki bütün hususları kafanızda canlandırarak ele alabilirsiniz. Bu itibarla denilebilir ki, bütün bu emanetleri muhafaza mevzuunda tam bir hassasiyet göstermez ve bunun için gerekli tedbirleri almazsak sırtımızda bir nifak sıfatıyla hayatımızı sürdürmüş oluruz. Bu, aynı zamanda bir peygamber sıfatı olan emniyet vasfını da kaybetme demektir. Hâlbuki insanlar enbiya-i izamın sıfatlarıyla ittisaf etmeleri ölçüsünde bir değer ifade eder; bunları kaybetmeleri ölçüsünde de değerlerini yitirirler. Ayrıca son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, hukuk-u ammeye taalluk eden böyle bir meselede, aklına estiği gibi hareket eden insanlar, bu tavırlarıyla, hiç farkına varmaksızın gidip emanete ihanet gibi büyük bir vebalin altına girmiş olurlar. Bundan dolayı ihsan-ı ilahi olarak omuzlarımıza konulmuş bu emaneti zayi ederiz endişesiyle hepimiz tir tir titremeli ve ellerimizi açıp “Ya Rab! Emanete ihanet gibi bir sukuttan bizi muhafaza buyur ve bizi emanetini alacağın güne kadar emanette emin kıl” diye sürekli birbirimizi de mülahazaya alarak dua etmeliyiz.
- tarihinde hazırlandı.