Çaresizlerin duası ve ardına kadar açılan rahmet kapıları
Soru: Neml Sûresi’nde geçen,
أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَۤاءَ الْأَرْضِ أَئِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ
“(Ona ortak koştukları şeyler mi üstün) yoksa muztar dua ettiği zaman, onun duasına ica-bet eden, başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünde halifeler kılan Allah mı? Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur? Elbette olmaz! Ne de az düşünüyorsunuz!” (Neml Sûresi 27/62) âyet-i kerimesini fert ve toplum hayatına bakan yönü itibarıyla izah eder misiniz?
Cenâb-ı Hak bu sûrede,
آَللَّهُ خَيْرٌ أَمَّا يُشْرِكُونَ
“Allah mı yoksa ona koştukları ortaklar mı daha hayırlıdır?” (Neml Sûresi, 27/59) buyurduk-tan sonra, peşi sıra gelen iki âyette kâinattaki icraat-ı sübhaniyesi ve onlardaki tevhit delilleri-ni nazara vermiş ve ardından da,
أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ
buyurmak suretiyle, muztarın duasına icabet etmesini de bir tevhit delili olarak zikretmiştir. İlk bakışta muztarın duası ve o duaya icabet buyrulması, insan hayatında ender bir durum ola-rak görülebilir. Hâlbuki eşya ve hâdiseleri süzerek ve tecessüs ederek yaşayan bir insan, ha-yatında bu mülâhazaya açılmış pek çok pencere müşâhede eder. Ne var ki, bazı insanlar dik-katsiz yaşadığı, başından geçen hâdiseleri hassasiyetle takip etmediği, hayatını bir filtreden geçirmediği ve çevresini doğru okuyamadığından dolayı, çoğu zaman Cenâb-ı Hakk’ın kendi-sine olan bu tür hususi teveccühlerini göremeyebilir. Oysaki insan, geçmişe bakıp hayatını süzdüğünde, nice kereler, naçar kaldığı demlerde, Allah’ı birlediği, O’nu tam duyup tam his-settiği ve sadece O’na dayanıp O’ndan yardım dilediğinde, nur-u tevhit içinde sırr-ı ehadiyetin zuhur ettiğini yani kendi donanımına göre hususi bir ilahî teveccühe mazhar olduğunu anlar. Evet, nice zamanlar sıkışmışızdır, iki ayağımız bir pabuç içine girmiştir de, bu ıztırar ruh hâliyle Cenâb-ı Hakk’a yönelmişizdir; bunun mukabilinde ise O elimizden tutmuş, sıkıntımızı gidermiş ve bizi inşiraha kavuşturmuştur. Fakat yaşadığımız bu hâdiseleri ciddi bir tecessüs içinde ele almadığımızdan, ihsaslarımızın yanında ihtisaslarımızı da harekete geçirmediği-mizden ve onları sebep-sonuç münasebeti içinde ciddi bir analize tabi tutamadığımızdan do-layı bu fevkaladelikleri unutup gitmişizdir.
Tükenen sebepler ve fevkalade inayetler
İnsan hemen her zaman samimiyet ve içtenlikle Rabbine el açıp yöneldiğinde, teveccühü-ne teveccühle karşılık verildiğini vicdanında duyabilir. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın muztar durum-daki insanlara yardımı çok daha açıktan cereyan eder. Meselâ Seyyidina Hazreti Yusuf’un kıssasına baktığımızda, onun bir kuyunun dibine atılarak ölüme terk edildiğini görürüz. Zahirî şartlara bakıldığında Hazreti Yusuf’un atıldığı o kuyudan kurtulma imkânı yok gibidir. Ancak Allah (celle celâluhu) hususî teveccühüyle tam vaktinde bir kervan göndermiş ve kervandaki-lerin eliyle onu oradan çekip almıştır. Müteakiben o, başka bir yere götürülüp saray ahalisin-den birisine satılmış ve orada ihtimam görmüştür. Daha sonra, farklı bir belaya maruz kalmış, bu imtihan karşısında da o, iradesinin hakkını vermiş ve bir iffet kahramanı olarak zindanı saraya tercih etmiştir. Hazreti Yusuf (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm), Cenâb-ı Hakk’a olan teveccüh-ü tammı sayesinde hapishanede de fevkalade inayetlere mazhar kılınmış, oradan çıkarılmış, anne-babasına kavuşmuş ve neticede Mısır’da gönüllerin sultanı olmuştur.
Allah’ın (celle celâluhu), Firavun’un ordularından kaçan Hazreti Musa’ya yardımı da bundan farklı değildir. Kur’ân-ı Kerim’in:
فَلَمَّا تَرَاءَى الْجَمْعَانِ قَالَ أَصْحَابُ مُوسٰۤى إِنَّا لَمُدْرَكُونَ قَالَ كَلَّا إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ
“İki topluluk birbirini görecek kadar yaklaşınca Musa’nın arkadaşları: ‘Eyvah! Bize yetişti-ler!’ dediler. Hazreti Musa; ‘Hayır, asla! Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir.’ dedi.” (Şuarâ Sûresi, 26/61-62) ifadeleriyle tasvir ettiği o anda Hazreti Musa ve beraberindekiler bütün bütün çaresiz kalmıştır. Öyle ki, önlerinde Kızıl Deniz, arka-larında ise Firavun ve askerleri vardır. Tarık b. Ziyad’ın ifadesindeki gibi, önlerinde düşman gibi bir derya, arkalarında ise deniz gibi bir düşman bulunmaktadır. İşte böyle bir anda Hazre-ti Musa:
إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ
“Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir.” (Şuarâ Sûresi, 26/62) diyerek Allah’a yönelmiş ve bunun üzerine Cenâb-ı Hak da:
فَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسٰۤى أَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْبَحْرَ
“Biz Mûsâ’ya: ‘Asânı denize vur!’ diye vahyettik.” buyurmuştur. Hazreti Musa, asâsını yere vurunca deniz ikiye ayrılmış, o ve beraberindekiler denizin ortasından geçip gitmiş ve fevka-lade bir lütuf ve ihsanla sahil-i selamete ermişlerdir.
Evet, çarelerin bütün bütün tükendiği, sözün bittiği, yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı bir yerde kalb her şeyden tamamen sıyrılarak Allah’a öyle bir teveccüh ediyor ki, Allah (celle celâluhu) orada hiç beklenmedik şekilde yepyeni bir kapı açıveriyor. Siz nur-u tevhide bir kapı aralayıp onu görünce, bu defa sizin hususi durumunuza, hususi keyfiyetinize ve maruz kaldığınız hususi sıkıntıya göre sırr-ı ehadiyet tecellî ediyor ki, Hazreti Pîr bu tecelliye, cemalî tecellî diyor.
Muztarlara bahşedilen yeryüzü mirasçılığı
Cenâb-ı Hak, mezkûr âyetin devamında
وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاءَ الْأَرْضِ
“Ve sizi yeryüzünde halifeler kılan kimdir?” buyuruyor. Bununla ilgili olarak Hazreti Da-vud’un (aleyhisselâm) durumuna bakacak olursanız o, Filistin’e hâkim olan Amalikalılarla savaşta, Frenklerin Golyat dedikleri Calut’u öldürmeye muvaffak olmuştur. Eski Ahit Hazreti Davud’un o dönemde keçileri güden küçük bir çocuk olduğunu ve sapanına koyduğu bir taşı fırlatarak o kocaman Golyat’ı alnından vurup devirdiğini ifade ediyor. (Eski Ahit, Samuel, 1/17-18) Kur’ân-ı Kerim ise bu konuda tafsilata girmeksizin şöyle buyuruyor:
وَقَتَلَ دَاوُودُ جَالُوتَ وَآَتَاهُ اللَّهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاءُ
“Dâvud Câlut’u öldürdü, Allah ona hükümdarlık ve hikmet verdi ve dilediği birçok şey öğret-ti.” (Bakara Sûresi, 2/251) İşte böyle bir anda Hazreti Davud’un Cenâb-ı Hakk’a karşı tevec-cühü tam olunca, kendisine nur-u tevhit içinde sırr-ı ehadiyet tecellî etmiş ve sonra da Cenâb-ı Hak kendisine hükümdarlık ve hikmet vermiştir.
Aynı şekilde, Medine’ye hicretten önce Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hane-i saadetlerinde istirahat buyururken müşrikler tarafından evi kuşatılmış ve o es-nada sebepler açısından her şey tükenmişti; tükenmişti de
وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ
“Hem önlerinden hem de arkalarından bir set yaparak, onları öylesine çepeçevre sardık ki, artık onlar hiç göremezler.” (Yâsin Sûresi, 36/9) âyet-i kerimesinde de ifade edildiği üzere o anda âdeta farklı bir buut açılmış ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o buut içinden süzülüp çıkmıştı. Mekkeli müşrikler, içeriye girdiklerinde karşılarında Efendimiz yerine Haz-reti Ali’yi bulmuşlardı. İşte sermuvahhit olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Mekke’de yaşadığı ıztırar hâli ve O’nun bu ıztırar hâli karşısında en ha-lis bir tevhidle Cenâb-ı Hakk’a teveccühü sayesinde, fevkalade inayet ve lütuflarla Medine’ye giden yollar açılmış, Âlemlerin Sultanı Medine’ye ulaşınca da orada güller açmıştır. Güllerin Sultanı, o güller içinde yeni bir gül devri başlatmış ve İslâm kısa bir zaman içinde yeryüzünde bir muvazene unsuru hâline gelmiştir.
Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkışını da bu açıdan mülâhazaya alabilirsiniz. Haçlı seferleri neticesinde Selçuklular yavaş yavaş bitme noktasına gelmişti ki, Allah (celle celâluhu) ıztırar içinde kıvranan inanan gönüllere lütufta bulunmuş ve Söğüt’ün bağrında âdeta bir tırtılın me-tamorfoz geçirerek kelebeğe dönüşmesi gibi yeni bir oluşuma giden yolları açmıştı. Böyle bir inkişaf ve gelişmenin devam edeceğine o bölgedeki tekfurlar bile ihtimal vermiyordu. Fakat neticede ıztırarın doğurduğu bir hâdise olarak Devlet-i Âliye ortaya çıkmış ve asırlar boyu yeryüzü muvazenesinde bir denge unsuru olmuştu.
Izdırap: En makbul dua
İster ferdî isterse içtimaî planda olsun ıztırar hâli ızdıraplı bir dönemdir. Izdırap ise en makbul bir duadır. Bazen öyle ızdıraplı dönemler yaşanır ki, millet fertleri çaresizlik içinde dört bir taraftan kuşatıldığını hisseder, içten içe sürekli kıvranır durur. İşte böyle bir hâlde insanlar şikâyet etmez, durumlarını sadece Allah’a arz eder, O’na el açar, yalvarıp ya-karırlarsa, bu, onlar için en makbul bir dua hükmüne geçer. Esasen, içtimaî ahvalin boz bu-lanık bir hâl aldığı, dünyanın dört bir yanında zalimlerin “hayhuy”unun duyulduğu, mazlum-ların iniltilerinin ney gibi dinlendiği ve yığınların çaresizlik içinde kıvranıp durduğu şu gün-lerde Cenâb-ı Hak inanan gönülleri içine düştükleri bu zilletten kurtaracak ve onlara yeryüzü mirasçılığına giden yolları açacaksa, her hâlde bu, ızdırap içinde yaşadıktan ve ıztırar duasıyla Cenâb-ı Hakk’a tam teveccüh ettikten sonra olacaktır. Zaten tam bir tevhit içinde O’na yö-nelmeyenlerin, verilecek emanete hıyanet etme ihtimali vardır. Zira o emanet ancak imtihan-lardan geçmiş, ıztırar haliyle ızdırap çekmiş insanlara devredilir. Rahat içinde elde edilen ni-metleri korumak oldukça zordur. Toplum arasında yaygın olan, “haydan gelen huya gider” sözü de bu hakikati ifade etmektedir. Meselâ miras yoluyla elde edilen mallar genellikle kıymeti bilinemediğinden mirasyediler tarafından saçılıp savrulmaktadır.
Öyleyse emanette emin olmak ve hak yolunda hizmete sahip çıkmak isteyen günümüz Müslümanlarının da,
أَنَّ الْأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ
“Yeryüzüne mutlaka sâlih kullarım vâris olacaktır.” (Enbiya Sûresi, 21/105) âyet-i kerime-sinde işaret edildiği üzere, his, duygu, düşünce, tavır ve davranışlarıyla salaha kilitlenip acz u fakr duygusu içinde, kendilerine yetmediklerinin şuurunda olarak, halis bir tevhit ve ıztırar ruh hâliyle Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakarmaları gerekir.
- tarihinde hazırlandı.