Adanmışlık ruhu ve hayat standardı
Soru: Adanmışlık düşüncesi üzerine kurulu müesseselerin bünyesinde bile kimi zaman mesainin yoğunluğu ve ortaya konan işin keyfiyetine göre daha farklı bir maaş ve hayat standardı beklentisi içine girilebiliyor. Bu konudaki mülahazalarınızı lütfeder misiniz?
Öncelikle şunu ifade edelim ki, diğer ahlakî vasıflarda olduğu gibi adanmışlık mevzuunda da insanların hepsi aynı seviyede olmaz. Hatta mürşit en katı kalblere bile tesir eden baş döndürücü bir müessiriyete sahip bulunsa, yine de onun, irşat ettiği insanların hepsini aynı seviyeye çıkarması mümkün değildir. Çünkü verenin çok mükemmel vermesinin yanında, alanın da istidat ve kabiliyetleriyle verilenleri almaya müsait olması gerekir. Diyelim ki siz kocaman bir su tankeriyle muhatabınızın imdadına koştunuz, fakat onun elinde sadece bir kova var. Siz bütün tankeri boşaltsanız da kova dolduktan sonra geriye kalan su dışarıya dökülecektir. Bir şair bu durumu ne güzel ifade eder: “Herkesin istidadına vabestedir âsâr-ı feyzi” Yani ahz ü atâ, alıp verme kabiliyetlere göre cereyan eder.
Asr-ı Saadet’e bakıldığında da, müessiriyet mevzuunda zirveleri tutan ve her şeyiyle nur ve nuranî olan Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) etrafında yer alan sahabe-i kiram efendilerimiz arasında bile ciddî seviye farklarının olduğu görülür. Gerçi bizim gibi sıradan insanların, her birisi birer yıldız olan ve hangisinin arkasına düşersek düşelim hidayeti bulacağımız o nuranî zatları belli basamaklara yerleştirmesi ve seviyelendirmesi mümkün değildir. Bununla birlikte bir Hazreti Ebu Bekir veya bir Hazreti Ömer’le bir başka sahabînin aynı mertebede olmadığı da muhakkaktır. O halde diyebiliriz ki, sahabe-i kiram efendilerimizden her biri, ilahî tecellîlerin nokta-i mihrakiyesi olan Habib-i Kibriya Efendimiz’den kendi istidat ve kabiliyetlerine göre istifade etmişlerdir.
Böyle bir seviye farklılığı günümüz adanmış ruhları için de geçerlidir. Mesela onlardan bazıları ölmeyecek kadar bir gıda ile hayatlarını devam ettirebilecek durumda bulunsalar, hatta bazen aç ve susuz kalsalar bile, yine de kimseden bir şey istemez, hiç kimseye el açmaz ve yüzsuyu dökmezler. Ancak kimileri de bu seviyede bir fedakârlığa katlanamaz; yeme, içme ve rahat yaşama gibi zaaflardan dolayı istiğna düsturunu ihlal edecek tavır ve beklenti içine girebilirler. Keza bazı insanlar hayatlarını ciddi bir rabıta-i mevt şuuruyla geçirirken, daha başkalarında tul-i emel ve tevehhüm-i ebediyet duygusu hâkimdir. Geçen gün, halk ifadesiyle bir ayağı çukurda, yaşını başını almış birinin bir doktora giderek: “Kulağımıza bazı söylentiler geliyor. Acaba hakikaten ölümsüzlük iksiri diye bir şey var mı?” dediğinden bahsettiler. Hâlbuki bu yaşa gelmiş bir insanın tevehhüm-i ebediyete girerek bir süre daha yaşamayı arzulaması, kanaatimce rezalete talip olması demektir. Tûl-i emel duygusunun yani sonsuz arzu ve emellerle beraber hiç bitmeyen uzun bir ömür isteğinin insan tabiatında bulunduğu bir hakikattir. Fakat unutulmamalıdır ki, bu duygu öbür âlem için insana verilmiştir.
İşte diğer vasıflarda olduğu gibi adanmışlık mevzuunda da bazıları sürekli sizinle oturup kalktıkları halde yine de ruh dünyaları itibariyle sizinle aynı ufku paylaşamayabilirler. Bazılarının gözü dünyevî menfaatler açısından hep yukarıdadır. Bu sebeple onlar verilen maaş, paye veya mansıba kanaat etmez; etmez de belli aralıklarla maaşlarında farklılık, daha yüksek bir makam ve daha geniş dünyevî imkân isterler. İstedikleri makama ulaştıklarında da, bu sefer daha üstte bir makam araştırmaya başlarlar. Kanaatsiz olduklarından dolayı da bulundukları durumdan sürekli şikâyet ederler. Bu açıdan daha başta, adanmışlık dairesinde de olsa her zaman bu tür insanların bulunabileceğini bir realite olarak kabul etmek gerekir.
Emanet ehline tevdi edilmeli
Bu realite karşısında yapılması gereken hususlara gelince; öncelikle insanları belli yerlerde belli vazifelerle tavzifle sorumlu kişiler, mes’ul oldukları insanların karakter ve tabiatlarını çok iyi okumalı, bu mevzuda mümkün olduğunca müşterek akla müracaat etmelidirler. Bu ortak akıl, basiretle hareket edip hayat basamaklarında yukarı doğru tırmanan insanları her safhada test etmeli ve onlar için, “Bu, şu seviyenin insanıdır.” diyebilmelidir. Eğer bu yapılabilirse, daha başta bazı insanların belli konumlara ulaşıp da aşırı isteklerde bulunarak istiğna düsturuna muhalif davranmalarına fırsat verilmemiş olur.
Vakıa, bazen önemli bir yerde istihdam edilmesi gereken bir insana ihtiyaç duyarsınız da kendi kriterlerinize uygun birini bulamayabilirsiniz. Çevrenizde o vazifeyi yapabilecek bir-iki insan vardır, ancak onların da hırs ve kıskançlık gibi zaafları bulunmaktadır. Bununla birlikte bu makamı dolduracak onlardan başka kimse de mevcut değildir. İşte o zaman sizin ölçüleriniz çizgisinde iffetli, müstağni ve fedakâr olmayan birine de, “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” diyerek muvakkaten o önemli işi emanet edersiniz. Yani söz konusu boşluğu dolduracak ehil insan bulamadığınızdan dolayı, mutlaka yapılması gerekli o işi ihmal etmeme adına bir başkasıyla o vazifeyi yerine getirmeye çalışırsınız. Fakat işin ehlini bulduğunuzda, ehil olmayan şahsa daha muvafık bir yer işaret eder, onu başka bir yerde istihdam eder, o emaneti de hemen gerçek sahibine devredersiniz. Çünkü emanet, ehli dururken bir başkasına tevdi edilmez. Yoksa söz konusu vazifeye ihanet edilmiş olur.
Habib-i Kibriya Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kıyametin ne zaman kopacağını soran birisine:
فَإِذَا ضُيِّعَتْ الْأَمَانَةُ فَانْتَظِرْ السَّاعَةَ
“Emanet zayî edildiği zaman kıyameti bekle!”
şeklinde cevap vermiştir. Soru sahibi bu kez emanetin nasıl zayi edileceğini sorduğunda ise şöyle buyurmuştur:
إِذَا وُسِّدَ الْأَمْرُ إِلَى غَيْرِ أَهْلِهِ فَانْتَظِرْ السَّاعَةَ
“Bir iş, nâehline tevdi edildiği zaman kıyameti bekle!” (Buhari, İlim 2)
Buna göre siz, ehil olmadığı halde birisine bir iş tevdi ettiğiniz takdirde o işte kıyamet kopmuş demektir. Eğer bu iş hep nâehillerin elinde kalmaya devam edip durursa o zaman umumî kıyamet kopabilir. İhtimal ki, dünyanın ömrünün vakt-i merhunu geldiğinde, emanette hıyanet meselesi çok ciddi boyutlara ulaşacak ve âlemşümul bir hal alacaktır.
İmkânların genişlemesi ve gerçek iktisat
Elindekine kanaat etmeyip gözlerini hep daha yukarılara diken insanlarla alakalı yapılabilecek diğer bir şey, fedakârlık yapma ve elindeki imkânlarla yetinmenin sadece zor şartlarda riayet edilmesi gereken esaslar olmadığı üzerinde durmak ve her halükarda iktisat ve istiğna düsturlarıyla yaşamanın tabiatları haline gelmesini sağlamaktır. Evet, imkânların genişlemesi, servetin çoğalması bizim genel disiplinimizi değiştirmemelidir. Zira Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) nehrin kenarında abdest alan bir insanın bile israftan sakınmasını ifade buyurmuştur. Buna göre nehrin kenarında da olsa abdest alan bir insanın kolunu suyun içine sokup iki üç dakika orada tutması israf olduğu gibi, uzuvlarını dört veya beş kere yıkaması da israftır. Onun orada da yapması gereken yine avucuna suyu alıp üçer kere uzuvlarını yıkamasıdır. Temeli bu ölçüde iktisatlı davranmaya dayanan bir din, diğer meselelerde de aynı hassasiyeti ister. Yani denizin kenarındaki bir insanın iktisatlı davranması gerekiyorsa, deniz gibi bir servetin kenarında duran bir insan da muktesit olmalı, müstağni yaşamalı ve hayat tarzını hiçbir zaman değiştirmemelidir. Mesela yeme-içme mevzuunda İslam’ın koyduğu ölçülere her zaman riayet etmeli ve asla israfa girmemelidir. Bildiğiniz üzere Hazreti Pir tenevvü-ü et’imenin sunî bir iştah oluşturacağına dikkat çekmiştir. Demek ki insanın, bir çeşit yemekle doyacakken, mükellef sofralar hazırlatarak bir lokma ondan, bir kaşık şundan, bir parça da diğerinden alması onda sunî iştihayı tetiklemektedir. İşte bu durum, mahzurlu bir hal teşkil eder. Dolayısıyla Cenab-ı Hak ne kadar servet verirse versin, insanın ihtiyacı ölçüsünde yiyip içmesi, hiçbir zaman aşırıya kaçmaması gerekir.
Sahabe-i kiram efendilerimizden bazıları çok büyük servetlere sahip olmalarına rağmen çok basit bir hayat yaşamışlardı. Mesela Hazreti Osman, Tebük seferi öncesinde üç yüz deveyi vermenin yanında on bin tane de askeri teçhiz edecek kadar imkâna sahipti. Fakat buna rağmen Hazret, yaşama standartlarını hiç değiştirmemişti. Çok defa hayatını Mescid-i Nebevî’de kumlar üzerinde geçiriyordu. Kumdan yastık yapıyor ve kıvrılıp kumların üzerine yatıyordu. Diğer insanlarla aynı yemeği yiyordu. Hayatını aynı basitlik içinde götüren Hazreti Ali’nin de sadece bir kat elbisesi vardı. Hem yaz hem de kış onu giyiyordu. Hâlbuki o, Türkiye’nin yirmi katı büyüklüğünde bir devletin halifesiydi ve o gün için bu devlete dört bir yandan ganimet akıyordu. Buna rağmen o ve diğer büyükler, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşadığı hayatı tercih ederek hayatlarını hiç değiştirmemiş ve sade bir hayat sürmeye devam etmişlerdi. Bunlar bizim için de çok önemli misallerdir. Eğer bizim imkânlarımız genişlediğinde, hayatımız da değişecekse hafizanallah namütenahi bir değişmenin fasit dairesine girmişiz demektir.
Bohemce yaşamanın sınırı yoktur
Bu konuda o kadar sâbitkadem olmalısınız ki, Cenab-ı Hak gökten şakır şakır para yağdırsa ve onlar önünüzde bir tepe oluştursa, siz yine de, “Ne kadar çok gelirsen gel, benden nasibini alamazsın, kalbime giremezsin. Ben seni kullanacağım yeri biliyorum.” demelisiniz. Bazı ehlullah, Allah’ın kendilerine verdiği malların hepsini ertesi güne bir dirhem bile bırakmadan Allah yolunda harcamışlardır. Buhari’de geçen bir hadis-i şerif de dünyevi imkânlar karşısında nasıl bir tavır takınmamız gerektiği hususunda bize yol göstermektedir. Buna göre bir gün Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Mescid-i Nebevi’de tam namaza durmak üzereyken, heyecanla birden mihraptan ayrılarak hücre-i saadetlerine girmiş ve bir süre sonra tekrar çıkıp gelerek cemaate namaz kıldırmıştır. Namazı bitirdikten sonra hayret içinde bekleyen cemaate dönerek şöyle demiştir: “Tam namaza duracağım esnada, eve gelen bir hediyeyi hatırladım. Evimdeki bu dünya malı kafamı meşgul eder diye Hazreti Aişe’ye onu başkasına vermesini söyledim. Ta ki kalbim fariğ olarak Allah’ın huzurunda durayım.” Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu mükemmel yaşayışı, nuraniyeti ve insibağı etrafındakilerde öyle bir tesir icra ediyordu ki, sahip oldukları imkânlar sahabe efendilerimizin tavır ve davranışlarını hiçbir zaman değiştirmiyordu.
İktisat Risalesi bu konuda çok önemli bir rehberdir. Kanaate ve iktisatlı yaşamaya alışmak için zaman zaman onu okumak çok faydalı olacaktır. Yoksa refah içinde, çakırkeyif ve bohemce bir hayat yaşamanın bir sınırı yoktur. İnsan kendisini böyle bir hayata salarsa, hafizanallah koca bir ömrü cismaniyetin güdümünde tüketir. Bu açıdan ister fakir isterse zengin olsun herkes için iktisat ve kanaat çok önemli birer değerdir.
Hususiyle Kur’an ve iman hizmetine gönül vermiş inananlar için kanaat daha bir ehemmiyet arz eder. Onlara, çoluk çocuğunu ve kendisini geçindirecek miktarda bir maaş takdir edilmesi, onları istihdam edenlerin vazifesidir. Ancak adanmışlık yoluna baş koyanların da bir ömür boyu hep muktesit ve kanaatkâr olmaları ve kendi hayatlarını dışarıdaki insanların hayatlarıyla mukayeseye girişmemeleri gerekir. İster yurt içinde isterse yurt dışında, nerede olursa olsun adanmış ruhlar burs ölçüsünde bir maaşla çalışmaya kendilerini alıştırmalıdırlar. Dışarıdaki insanların çok yüksek maaşlarla çalışmaları fedakârlık ufkunda pervaz edenler için örnek teşkil etmez. Onlar ev-bark sahibi olmayı düşünmez, başını sokacakları kiralık bir ev bulur ve çoluk çocuklarının geçimini temin edecek miktarda Cenab-ı Hakk’ın lütfettiği şeylerle geçinir giderler.
Adanmışlığın temel disiplini budur. Maaş, kıdem peşinde koşanlara imrenip onların durumunu esas almak bu disiplini bozmak demektir. Bazıları yiyip içip, yan gelip yatarak hayatlarını gaflet içinde geçirebilirler. Fakat bu, adanmış bir ruh için ölçü değildir. Cenab-ı Hak, hak yolunda koşturanlardan bazılarına meşru yollardan bazı imkânlar bahşedebilir. Bu ayrı bir meseledir. Fakat hakka hizmet yolunun imkânlarından istifade eden insanların bu konuda çok dikkatli olmaları gerekir. Hiç kimse hak ettiğinin üstünde bir şey almamalıdır. Hazreti Ebû Bekir, hilafeti süresince maişeti için gerekli miktarın üzerinde bir maaş verildiğinde çoluk çocuğunun geçiminin dışında kalanını bir testinin içine atmış ve vefat ederken de bu testinin kendisinden sonraki halifeye verilmesini vasiyet etmiştir. Bu durum karşısında Hazreti Ömer gözyaşlarını tutamamış ve: “Kendinden sonra başkalarına adeta hak ve mesuliyet hassasiyetiyle yaşama imkânlarının yolunu kestin.” ifadeleriyle o büyük zatın büyüklüğünü dile getirmiştir. Esasen günümüzün adanmış ruhları da böyle olma mecburiyetindedir.
Eğer onlar, başkalarının sahip oldukları imkânlara veya aldıkları maaşa bakarak, “Herhalde bu makamın, bu konumun hakkı buymuş.” deme gibi bir zehaba kapılırlarsa, bilmelidirler ki Allah yolunda soluk soluğa koşsalar bile, bu düşüncelerinden dolayı onlar ahirete ait nimetleri dünyada yiyip bitiriyorlar.
Sürekli muhasebe
Konuyla ilgili dikkat edilmesi gereken bir diğer mesele de, “Acaba ben aldığım bu maaşı hak ediyor muyum?” muhasebesi içinde olmaktır. Hatta umuma açık bir yerde namaz kılarken, bir kurumun yemeğini yerken bile her zaman onu hak edip etmediğimizin muhasebesini yapmalıyız. Mesela biz, burada namaz kılıyor, buranın sularıyla abdest alıyor ve buranın yemeğini yiyoruz. Kendimizi hizmete vakfetmiş bulunsak da, biz yine de “acaba” deyip iç dünyamızda bu tür meselelerin endişesiyle kıvrım kıvrım kıvranmalıyız.
Allah’ın nam-ı celilinin yüceliğinin herkes tarafından bilinmesi için verilen mücadelede elde edilen ganimet bile, belli kurallara bağlı olarak meşru ve mübah kılınmıştır. Mesela bir muharebede, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
مَنْ قَتَلَ قَتِيلًا لَهُ عَلَيْهِ بَيِّنَةٌ فَلَهُ سَلَبُهُ
“(Savaş esnasında) Kim bir düşmanı öldürür ve bunu isbatlarsa, maktûlün üzerindeki mallar kendisinin olur.” (Buharî, Hums 18)
buyurmuştur. Fakat ismini bilemediğimiz bir sahabiye ganimet verilmek istendiğinde: “Ben bunun için Müslüman olmadım. Ben, (boğazını göstererek) şuradan bir ok yiyeyim diye Müslüman oldum.” demiş ve ganimeti elinin tersiyle geriye itmiştir. İşte ben, bizim hak yolunda hizmet mesleğimizi bu düşünceye bağlıyorum. Bu meslek içinde bulunanlar hep müstağni yaşamalıdırlar. Böyle insanlar halk nazarında da makbul hale gelirler. Onlar, tavır ve davranışlarıyla müessir olurlar. Onlar görüldüğünde Allah hatırlanır. Onların çok fazla bir şey anlatmalarına gerek yoktur. Çünkü onların tavırları fasih bir lisan ve talakatli bir hitabedir. Yoksa bu kıvamı yakalayamayan insanların bağırıp çağırmaları insanlara çok fazla bir şey ifade etmez. Muvakkaten onları meşgul etse de, Allah’a doğru yürüme istikametinde kat’iyen onlara mesafe aldıramaz.
Belki bazılarımız bu ölçüde bir hayat yaşamayı çok zor görebilirler. Fakat biz, zora talip olmuşuz. Unutmamalıyız ki Cenâb-ı Hakk’ın Efendimiz’e hitaben ifade buyurduğu:
وَلَلْآَخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولَى
“Ahiret, öncü olan bu dünyadan senin için daha hayırlıdır.” (Duhâ Sûresi, 93/4)
âyet-i kerimesi bizim için de geçerlidir. Başka bir âyet-i kerimede de Allah Teâlâ, bunun aksini düşünenleri şu ifadeleriyle tevbih etmiştir:
كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآَخِرَةَ
“Gerçek şu ki: Siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için âhireti terk edip durursunuz.” (Kıyâme Sûresi, 75/21)
Hazreti Pir de Lahikalarda, يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْآَخِرَةِ âyet-i kerimesinin işaretiyle, “Bu asır, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslâm’a da bilerek, severek tercih ettirdi.” demiştir. Yani o, ahir zamandaki en büyük bir felaket olarak dünya sevgisinin ahiretin önüne geçmesini göstermiş ve yukarıdaki âyetin asrımıza baktığını söylemiştir. يَسْتَحِبُّونَ fiilinin muzari sigasıyla geldiğini göz önüne alacak olursak, bu durumun uzun bir süre devam edeceğini anlayabiliriz. Dolayısıyla önümüzdeki yıllarda da dünya hayatını, bilerek ahiret hayatına tercih etme anlayışının devam edeceği söylenebilir. Seyyid Kutub'un kardeşi Muhammed Kutub herhalde bu gibi hususları göz önünde bulundurarak, bir kitabına, مُسْلِمُونَ نَحْنُ هَلْ “Biz Müslüman mıyız?” ismini vermiştir. Gerçi Ebu Hanife’nin Fıkh-ı Ekber’deki ifadelerine göre böyle bir tereddüt insanı küfre düşürür. Fakat “Biz nasıl Müslümanız!” manasında bunu kullanmada bir mahzur yoktur. Veya bu anlayışa “Nerede İslamiyet, nerede biz” bakış açısı da diyebilirsiniz. İstiklal Şairimiz de: “Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile; Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile! Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir, Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!” mısralarıyla aynı derde işaret etmiştir.
Evet, bu asrın ifritten bir çağ olduğu muhakkak. Bol bol tüketen, yiyip içip yan gelip yatan insanların neş’et ettiği bir çağda yaşıyoruz. Ahiret duygusu katledilmiş ve üzerine kocaman kocaman taşlar konularak kalkmamak üzere yerin altına gömülmüş. O halde asla unutulmamalı ki, böyle bir zamanda başkaları üzerindeki müessiriyetimiz yere düşen gölgemizle çok alakalıdır. Biz ne kadar doğru isek, gölgemiz de yere o kadar doğru düşecek ve halimiz gönüllerde o ölçüde müessir olacaktır.
- tarihinde hazırlandı.