Toplumun İleri Gelenleri ve Gönüllerin Fethi
Yaşadıkları mekân, yedikleri yemek, kullandıkları vasıta vb. hususları göz önünde bulundurup kendilerini farklı ve üstün konumda kabul eden muhatapların gönüllerine, insanî değerleri duyurmaya çalışırken nasıl bir yol ve usûl takip edilmelidir?
Ellerindeki maddî imkân ve gücü esas alıp kendinden başka kimseyi görmeyen, dünyayı heva u heves ve nefsanîliklerine göre dizayn etmek isteyen ve başkalarına da halayık nazarıyla bakan bir anlayış, bugün, dünyanın doğusunda-batısında var olduğu gibi ülkemizde de mevcuttur. Hatta bu anlayış, insanlık tarihi boyunca hemen her zaman mevcudiyetini korumuştur ve belki bundan sonra da varlığını sürdürmeye devam edecektir. Bununla beraber bilinmesi gerekir ki, kast sistemi diyebileceğimiz bu zihniyet, insanlığın kaderine her zaman hâkim olamamış, tarihin belli dönemlerinde güç kaybına uğramış, dar bir alan içinde kalmış; kalmış ve toplumu halayık yani boynu tasmalı kapıkulları yapma imkânı bulamamıştır. İmkân bulamayınca da böyle bir anlayışın tahripkâr tesirleri toplumun her yanına sirayet etmemiş/edememiştir.
Bu arada şunu ifade edeyim ki, meydana gelen bu olumsuzlukları, sadece oligarşik zihniyetin temerrüt ve inatlarına, zulüm ve kaba kuvvet kullanmalarına, ellerine fırsat geçtiğinde bütün alanları işgal etmelerine vermemeliyiz. Beri taraftan, hakka sahip çıkması gereken insanların gaflet, zühul, hesapsızlık ve plansızlığının da böyle bir sonucun ortaya çıkmasına sebebiyet verdiğini bir realite olarak kabul etmemiz gerekir. Çünkü istihkak kesb etmeden hiç kimse o zalimlerin tahakkümü altında ezilmez. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan:
وَمَۤا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ
“Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” (Şûrâ Sûresi, 42/30) buyurarak, başımıza gelen musibetlerin yine bizim yapıp ettiklerimizden kaynaklandığını haber veriyor. Yani Kur’ân, bir mânâda bize, “başınıza dolanan o dolapları, maruz kaldığınız o mekr ve hileleri siz kendi elinizle kendiniz yaptınız” buyuruyor. İnsan hiç kendi eliyle kendisine zarar verir mi? Evet, verir. Çünkü insan nefis sevdasına düşüp varlık gayesini unutmuş, bugünü-yarını göremeyecek bir gaflete dalmışsa kendi eliyle kendine zarar veriyor demektir. Dolayısıyla böyle olumsuz bir mesele –hâşâ– kader-i ilâhîye değil ancak bize nispet edilir. Bütün bu ihmal ve gaflete rağmen bir kısım güzellikler var ise, onlar da Allah’a aittir. Zannediyorum mebdede meseleyi bu şekilde tespit edip ele almalıyız.
“Hakkımı Vermem” Diyen İrade Kahramanları
Asıl konumuza dönecek olursak, evet, bugün siz, dünyanın pek çok yerinde aynı tabloyla karşı karşıya kalırsınız. Yani sermayeyi ellerinde tutan, hâkimiyeti ele geçiren, halka bakarken yere bakıyor gibi küçümseyici ve tahkir edici bir bakışla bakan, kendilerine ise göklere bakıyor gibi bir gurur ve kibirle bakan sınıf ve zümreler toplumların kaderine hâkim gibi görünmektedir. Bu acı tablo karşısında yapılması gereken ise, hak ve hakikat yolcularının, basiret ve firasetle haksızlıklar karşısında iradelerinin hakkını vermeleridir. Merhum Âkif bir yerde “Hakkımı vermem” diyenin hak sahibi olduğuna dikkat çeker. Bu, haksızlıklar karşısında bağırıp çağırma ve yaygara koparma demek değildir. Çünkü mücerret bağırıp çağırma hakkın istirdadı noktasında hiçbir şey ifade etmez. Başta yapılması gereken, insanın hakkını muhafaza mevzuunda uyanık, müteyakkız ve kararlı bir tavır ortaya koymasıdır. Eğer fert, her şeye rağmen hakkını başkalarına kaptırmışsa, o zaman da onu istirdat yolunda her türlü fedakârlığı göğüslemeli, basiret ve firasetle, adalet dairesi içinde ve hukuka riayet çerçevesinde kararlı bir şekilde hakkını geri alma gayreti içinde bulunmalıdır.
Ayrıca, bu mevzuda hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmamak gerekir. Zira beşer tarihi göz önünde bulundurulduğunda görülecektir ki, insanların sırtından geçinen zümreler ilelebet aynı konumu muhafaza edememiş, hak ve hakikat yolcularının güzel temsilleri neticesinde gün gelmiş ya gittikleri yolun yanlışlığını anlayıp o yoldan geri dönmüş veya hak ve adalete teslim olmak zorunda kalmışlardır. Meselâ, devr-i risalet-penahiye bakıldığında, bu tür bir değişim ve dönüşümü müşâhede edebilirsiniz. Bildiğiniz gibi, İki Cihan Serveri’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) inanan ilk insanlar arasında Bilal-i Habeşi, Zeyd b. Harise, Ammar b. Yasir gibi toplum tarafından küçük görülüp tahkir edilen insanlar vardı. Ayrıca Kufe Mektebi’nin müessisi diyebileceğimiz, İbrahim en-Nehaî, Esved b. Yezid, Alkame b. Kays gibi tâbiînin önde gelen imamlarına rehberlik yapan Abdullah İbn Mes’ud Hazretleri, İslamiyet’i tanıdığı esnada çobanlık yaparak geçimini temin ediyordu. İlk iman edenlerden birisi olan Hazreti Ali de fakirlerden fakir bir insandı. Cafer b. Ebî Talib’in (radıyallahu anh) durumu da Hazreti Ali’den farklı değildi. Görüldüğü üzere Allah Resûlü’ne ilk olarak iman eden o saff-ı evvel içinde, fakr u zaruret içinde bulunan, ezilip hor görülen bir hayli insan vardı.
Nitekim hadis ve siyer kitaplarında geçtiği üzere, Heraklius Antakya’ya geldiğinde Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), Hazreti Dıhye’yi namesiyle birlikte ona göndermişti. O esnada Ebû Süfyan da orada bulunuyordu. Heraklius, Ebû Süfyan’a Resûl-i Ekrem Efendimiz’le alâkalı birçok soru sormuştu. Bu sorulardan birisi de, Allah Resûlü’ne iman edenlerin kimler olduğuydu. Ebû Süfyan, bu soruya, “O’na halkın fakirleri iltihak ediyor.” şeklinde cevap verdi. Beni Ümeyye’den olan Ebû Süfyan, o sırada Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) can alıcı hasmıydı. Buna rağmen Ebû Süfyan, Heraklius’un sorduğu sorulara hakperestlikle cevap vermişti.
Hüsrev Gibi Hanlar ve Yumuşayan Gönüller
Fakat ilerleyen zaman içinde görüleceği üzere, mebdede her ne kadar merkezi tutanlar fakir fukara olsa da gün gelmiş, toplumun ileri gelen büyükleri, senadid dediğimiz şahıslar da Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) etrafında bir halka teşkil etmeye başlamıştır. Mesela çok onurlu bir insan olan Hazreti Hamza, bir gün gelmiş, Peygamber Efendimiz’e karşı söylenen nâsezâ, nâbecâ sözler karşısında gayret-i insaniyesi coşmuş ve bir yönüyle haksızlığa karşı başkaldırmıştır. Demek ki, böyle bir istidat onun cevher ve ruhunda varmış. Belki muvakkat bir tereddüt yaşamıştı. Ama zamanı geldiğinde kendisini Allah davasına öyle bir bağladı ki, onun Uhud muharebesinde nasıl uçtuğunu biliyorsunuz. Öyle ki, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize onun adının göklerde “Allah’ın Aslanı” diye yazıldığını haber veriyor. Hatta Mekke’nin fethine kadar hep temerrüt içinde bulunan Ebû Süfyan bile o günden sonra Allah Resûlü’nün yanında yerini almıştır. Onun oğulları ve ahfadı da aynı şekilde İslâm davasına sahip çıkmışlardır.
Bu açıdan kendilerini kast sisteminin en üst basamağında gören ve hakkı ezmek haklarıymış gibi davranan o oligarşik azınlık içinden de “nice servi revan canlar, nice gül yüzlü sultanlar ve nice Hüsrev gibi hanlar” çıkacak ve insanlık davasına omuz vereceklerdir. Günümüzde de değişik vesilelerle bunun emarelerini görebilirsiniz. Belki bir yağmur gibi olmasa da yapraklara konmuş bir şebnem ve jale gibi bunun emareleri görülmektedir. Meselâ dünyevî imkânları çok iyi olan, toplumun üst basamaklarında bulunan şahısların, Anadolu insanının başlattığı eğitim hareketini takdir edip “Müsaade ederseniz, bir yerde çağımıza uygun şöyle bir okul da ben yaptırmak istiyorum!” şeklinde tekliflerde bulunduklarına sizler de şahit olmuşsunuzdur.
Evet, siz İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirleri gözden geçirin, Gaziantep’e uzanın, oradan Adana ve Antalya’ya geçin, ülkemizin farklı beldelerinde çok farklı kesimlerden insanların eğitim hizmetine sahip çıktığını göreceksiniz. Meselâ, yakın bir zaman önce, arkadaşlar, Akdeniz bölgesinde bir vilayette bir zatın tek başına bir üniversite yaptırdığını, onu gören başka bir şahsın da, “Bir üniversite de ben yaptırmak istiyorum.” teklifinde bulunduğunu nakletmişlerdi. Öyle anlaşılıyor ki, bugüne kadar ciddi bir şekilde eğitim meselesine sahip çıkılmadığını gören insanlar, günümüzde eğitime yapılan yatırımların yerinde kullanıldığını, çarçur edilmediğini, cevher gibi, sevgi ve hoşgörüyle, ilim ve irfanla mücehhez bir nesl-i cedidin yetiştirildiğini görünce işin hakkaniyetine kanaat getirdi, ona gönülden teveccühte bulundu ve o işi sahiplendiler.
Bütün bunları söylememdeki maksadım şudur: Dünyevî imkânlara sahip, dünyevîliklerle âdeta ihata edilmiş insanlar hakkında olumsuz önyargılar taşımak ve bundan dolayı onlarla münasebet tesis etmemek doğru bir bakış açısının ürünü değildir. Başka bir ifadeyle, bütün bir toplumu ilgilendiren eğitim gibi önemli bir meseleyi, sadece Anadolu’daki fakir fukaraya veya orta tabakada bulunan insanlara arz etme düşüncesi yanlıştır. Belki bir dönem bu bir mecburi istikametti, öyle olması gerekiyordu. “Anadolu insanı” dediğimiz o fakir fukara, işin başlangıcında her türlü fedakârlık ve hasbiliği yaptı, ilim ve irfan hareketine evvelemirde onlar hüsnükabul gösterdi, onlar sahip çıktı. Fakat kanaatimce günümüzde himmeti âli tutup milletimizin ana davası diyebileceğimiz eğitim meselesini her yere, herkese ulaştırmak gerekir.
Ebû Cehil Kurtulamasa da İkrime Kurtuldu
Bir misal olması açısından ifade edeyim: Kim bilir İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) cehlin babası dediğimiz Ebû Cehil’in kapısının tokmağına kaç defa dokunmuş ve bütün olumsuzluklara rağmen kaç defa mesajını ona sunmuştur. Çünkü Ebû Cehil, Benî Mahzum’un önde gelenlerinden birisiydi. O, İslamiyet’e girdiği takdirde bütün kabilesi onun arkasından gelebilirdi. Bunun için Allah Resûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) ona da diğer müşriklere de, mefkûresi uğruna hiçbir zaman kırılmamış, gönül koymamış ve her fırsatı değerlendirerek sürekli onların kapılarının eşiklerini aşındırmıştı. Evet, yıldızların ayaklarının altında kaldırım taşı gibi serileceği Âlemlerin Sultanı, İki Cihan Serveri, gelmiş gitmiş ve sürekli onlara mesajını sunmuştu. İman, Ebû Cehil’e nasip olmasa da Efendiler Efendisi’nin (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) o inceliği, şefkat ve re’feti oğlu İkrime’ye tesir etmiş ve o, bir gün gelip iman etmişti. Sonra da fevt ettiği, vaktine kavuşup da eda edemediği o civanmertliğin kazasını yapmak istemişti. Âdeta geçmişte bıraktığı bütün kirlerin zail olması için gayret göstermiş, belki de elli yerinden yara aldığı Yermük savaşında şehit olmuştu. Ben hayret ediyorum, bir insan iki üç senede nasıl böyle bir evc-i kemalat-ı insaniyeye çıkabilir? Bildiğiniz üzere Hazreti İkrime’yi şehit olmadan evvel çadırına getirip yatırıyorlar. Hidayetine vesile olan, onu tutup Resûl-i Ekrem Efendimiz’e teslim eden hanımı da başında bekliyor. Hazreti İkrime bir aralık doğruluyor, başını kaldırıyor ve: “Sen mi geldin Ya Resûlallah? Vazifemi yaptım mı?” diyor. Çünkü o, kılıcıyla gelip Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) teslim olduğunda, sahip olduğu kılıcın hakkını vereceğine dair O’na söz vermişti.
Senadid diyebileceğimiz toplumun ileri gelen insanlarının İslâmiyet’e iltihak etmeleri, diğer insanlar üzerinde de tesir icra etmiş ve bu durum onların da fevç fevç İslâmiyet’e dehalet etmelerine vesile olmuştur. Nitekim Mekke fethini müteakip bütün taife ve kabilelerin Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi efdalu’t-tahiyyât ve ekmelü’t-teslîmât) etrafında farklı bir hale teşkil ettiğini gören uzaktaki kabileler: “Mekke’nin ileri gelenleri, rehber, pişuva ve pişdarlarımız İslâmiyet’e iltihak ettiklerine göre bize de iltihak sırası geldi.” demiş ve Müslüman olmuşlardır. Bu açıdan bütün vesileleri değerlendirerek çok alternatifli yürümek ve hiç bıkmadan, usanmadan, darılmadan ve gönül koymadan herkesin kapısının tokmağına dokunmak mü’min fert üzerine düşen bir vecibedir. Siz bunu yaparken belki size gerici ve yobaz diyecek, belki de daha farklı hakaretlerde bulunacaklardır. Fakat bu öyle bir mesele ki, bir insanın ebedî, sonsuz bir hayatı kazanması veya kaybetmesi bu işe bağlı.
İşte şayet sizin mesajınız, onların ebedî cennet hayatını kazanmasının sırlı ve sihirli bir vesilesi, bir anahtarıysa bu anahtarı onların eline tutuşturmak için kanaatimce elli defa el ve etek öpülse değer. Bu açıdan Kur’ân hadimleri, “dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz gerek” diyerek bu türlü şeylere takılmamalıdır. İnanan gönüllerin, Allah’a veya Efendiler Efendisi’ne (aleyhissalâtü vesselâm) hakaret edildiği zaman rahatsızlık duymamaları düşünülemez. Fakat bu tür olumsuzlukları, bu tür hakaretleri Allah ve Resûlü’nü bilmeyen o insanların gönüllerinden söküp atmak için bu mevzuda da azm u cehde ve hep kararlı durmaya ihtiyaç vardır. Siz bıkma ve usanma bilmeden bu konuda o kadar ısrarcı olacaksınız ki, belki muhataplarınız “Yine mi siz?” diyecekler. Siz de, gülümseyecek ve “Yine biz geldik!” diyeceksiniz. Her defasında farklı bir şeyle onların kapılarına gideceksiniz. Daha önceki gidişinizde bir çorba götürmüşseniz, şimdi aşureyle gideceksiniz. Bir başka seferinde su böreğiyle kapının tokmağına dokunacaksınız. Başka bir zaman ise kapısına gidip: “Senin hakkında güzel bir şey duydum. Onu sana haber vereyim de gönlün rahat etsin diye geldim.” diyeceksiniz. Hâsılı, her seferinde farklı bir argüman kullanarak, o insanların kurtuluşuna vesile olmak ve böylece Hakk’ın hoşnutluğunu kazanabilmek için bıkmadan, usanmadan eşik aşındırmaya devam edeceksiniz.
- tarihinde hazırlandı.