Şekilcilik Ağındaki Dinî Hayat veya Kültür Müslümanlığı
İnsanın, iman ve mârifet dünyası adına karşılaşabileceği en büyük tehlikelerden birisinin de nazarî bilgilerle sınırlı kalıp amel ve ibadetlerin bir kültür şeklinde ele alınması olduğu ifade ediliyor. Böyle bir afet ve tehlikeden korunma adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?
Bir insanın, gerek inanılması gerekli olan hususlarda, gerekse iman edilen o hususların hayata tatbiki diyebileceğimiz diyanetle alâkalı mevzularda başlangıç itibarıyla nazarî bir bilgisi mevcut olabilir. Zaten genellikle bir mübtedinin bilgisi, nazarî bilginin ötesine geçmez. Bu, hafife alınacak bir mesele de değildir. Fakat eğer o ilk nazarî bilgi, aklî, zihnî, fikrî ceht ve gayretlerle, delil ve esaslarla sağlam bir blokaja oturtulmaz, iman edilen o hususlar amelle benliğe mâl edilip içselleştirilmezse, insan hep nazarî bilginin çeperleri içinde kalır, taklitle ömrünü sürdürür ve dolayısıyla hakiki mânâda Müslümanlığı hiçbir zaman tam olarak duyamaz, gerçek enginlik ve derinliğiyle onu idrak edip yaşayamaz.
Taklitten kurtulup tahkikî imana erememiş böyle insanların birçoğu bir cami hariminde veya inanmış bir toplumun içinde neşet ettiklerinden dolayı Müslümanlık gibi bir mazhariyetin gölgesi altına girebilmişlerdir. Bu açıdan muhalfarz, bu insanlar bir kilise veya havranın hariminde neşet etselerdi, ihtimal bir Hıristiyan veya Musevî de olabilirlerdi. Veya neşet ettikleri yere göre bir Brahmanist, Şintoist, Budist veya Siyonist olarak da hayatlarını sürdürmeleri mümkündü.
Böyle hazin bir tablonun en önemli saiki, İslâm’ın amelî yanının ihmale uğrayışıdır. Amel ihmal edilince sahip olunan nazarî imanla, iman esaslarının üssü’l-esası olan iman-ı billah, hakikat-i ulûhiyet, –tabiri caizse– mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun bilinememiştir. (Bu tabiri kullanırken hep “şayet caizse” demeyi ihmal etmemeye çalışıyorum. Çünkü Zât-ı Ulûhiyet bizim bildiğimiz ve anladığımız mânâda mahiyetlerden, kemmiyet ve keyfiyetlerden münezzeh ve müberradır. Ama neylersin ki, kullanacak başka kelime bilemediğimizden ve bu mevzuda yaşadığımız dîk-i elfazdan dolayı bilmecburiye bu tabiri kullanmak zorunda kalıyoruz.)
Zât-ı Ulûhiyet telakkisinde eksik ve gediklerimiz olduğu gibi, peygamberlere, meleklere, haşr u neşre ait telakkilerimizde de ciddi eksik ve gediklerimiz vardır. Nitekim günümüzde kaderi kabul etmeme gibi imanla, İslâm’la telifi mümkün olmayan bazı telakkilere şahit oluyoruz. Hele bazılarının teolojik alanda öyle nevzuhur ortaya çıkışları var ki, insan görüp duydukları karşısında “Bu kadarı da olmaz!” diyecek ölçüde hayret ve şaşkınlık yaşamaktadır.
Din Diyanetle İnsan Tabiatına Mâl Edilmeli
Bu sebeple bir kez daha ifade edelim ki, imana müteallik mevzuların arka planına nüfuz ederek onları sağlam bir zemine oturtma ve daha sonra da onların devam ve temadisini sağlama diyanete bağlıdır. Evet, nazarînin bir yönüyle hakikat hâline gelmesi –Kant’ın, Saf Aklın Kritiği’nde ortaya koyduğu gibi– amelle mümkündür. Başka bir ifadeyle inanılan mevzuların hakikatine ulaşabilme ve onların inkişaf ettirilmesi amele mütevakkıftır. Unutulmaması gerekir ki, eğer insan nazarî olarak inandığı hususları amele döker ve o mevzularda derinleşme cehdi içinde bulunursa, Allah da (celle celâluhu) o insana emin güzergâhlarda yürüme imkânını lütfedip ona derinliğe doğru giden yolları ihsan eder. Yoksa insan sadece nazarî planda kalır da inayet-i ilâhiyenin en büyük davetçisi olan ameli sahaya müracaat etmezse yani dinini diyanetle taçlandırmazsa hep sığ kalmaya mahkûmdur. Aynı zamanda böyle bir insan, Allah bilgisi mevzuunda da her zaman kandırılıp aldatılabilecek bir noktada bulunuyor demektir.
Keşke imkân olsa evlerimizdeki yavrularımıza ay, hafta, hatta günlere göre mama tebdili yaptığımız gibi, ilim ve mârifet adına da genç nesillere vereceğimiz bilgilerin dozunu ayarlayabilecek bir donanım ve yetkinliğe sahip olabilsek. Zira anne-babaların, evlatlarının yaşına başına göre imana dair doyurucu bilgiler vermeleri çocuklarına karşı mutlaka eda etmeleri gereken bir vazife ve sorumluluktur. Fakat bir realite olarak kabul etmemiz gerekir ki, maalesef büyük çoğunluğu itibarıyla evlerimiz böyle bir anlayıştan mahrumdur. İstisnalar kaideyi bozmaz. Evet, toplumumuzda büyük çoğunluğu itibarıyla anne ve babalar her seviyedeki akla hitap edebilecek bir kıvam ve donanımda değillerdir.
Kaldı ki anne-babalar evde ve yuvada, istenen seviyede çocukların terbiyesiyle meşgul olsa dahi, kâmil bir iman ve mârifet adına bu da tek başına yeterli değildir. Zira çocuğun evde aldığı oksijeni sokakta birileri karbondioksite çeviriyorsa sizin evde vermeye çalıştığınız eğitimin ancak belli bir seviyede tesiri olacaktır ve belki zamanla o tesir de silinip gidecektir. Bu açıdan sokağın da bir emniyet ve güven atmosferine kavuşturulması gerekir. Sokağın yanında mektep de, çocuğun, evde aldığı nazarî bilgilerini koruyucu ve aynı zamanda yaşına başına göre onları artırıcı, eşya ve hâdiseleri hallaç edecek hâle getirici bir teminat müessesesi olmalıdır. Eğer mektebin böyle bir hedef ve gayesi, o hedef ve gayeye göre bir programı yoksa çocuğun evde aldığı şeyler, sokakta erimemişse bile mektepte eriyip gidebilir.
Topluma ait bu müesseseler içinde geriye mabet kalıyor. Orada da dine ait meseleler belli format, formalite ve folklor içinde eda ediliyorsa; yani bir aşk u heyecan yoksa meselâ imam vaaz u nasihat ederken içten içe ürperti yaşamıyor, tir tir titremiyorsa; kalbinden kopup gelen, kontrol altına almak istediği fakat engelleyemediği gözyaşları sözlerine ortak olmuyorsa, icra edilen şeyler şekilden ibaret bir faaliyete dönüşebilir demektir. Bu noktada durup bir tavzihte bulunayım: Bizim bu ifadelerimizden, his ve heyecandan mahrum, aşk u şevk derinliği olmayan bu amellerin hiçbir şey ifade etmediği, o amel sahiplerinin bütün bütün kaybedenlerden olacağı gibi bir mülâhaza akla gelmemelidir. Biz burada nazarî bilginin amelî bilgi ile derinleşerek yaşa başa göre nasıl belli bir kıvama ereceği, yani bilginin nasıl ilme dönüşeceği, ilmin insanı nasıl bir mârifet ufkuna taşıyacağı ve böylece bunun bir vicdan kültürü hâline nasıl geleceği üzerinde duruyoruz. Vicdan kültürü ise, atalarımızdan tevârüs ettiğimiz, düğün ve derneklerimizde yaşadığımız gelenek ve görenek kültüründen farklı bir meseledir.
Evet, biz, bilginin, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn kademelerinden geçerken, bu mertebelerden hangi noktaya dokunulursa dokunulsun orada
لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ
sesinin işitileceği bir seviyeye ulaşılmasına mârifet diyoruz. Böyle bir mârifet muhabbeti netice verir. Hz. Pîr de bu meseleye işaret ederken: “Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki mârifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o mârifetullah içindeki muhabbetullahtır.” diyerek bu sıralamaya dikkat çekmektedir.
İşte selef-i sâlihînin mârifet ve vicdan kültürü olarak gördüğü bu mesele maalesef günümüzde belli formatlara emanet edilmiş durumdadır. Meselâ bir vilâdet gecesinde, insanların belli makamlarda mevlit okumaları güzel bir uygulamadır. Ancak böyle bir gecede, Ruh-u Seyyidi’l-Enâm olan Hazreti Ahmed ü Mahmûd u Muhammed Mustafa’ya (aleyhi milyon milyon essalâtü vesselâm) alâkanın belli bir canlılık içinde ortaya konması, herkesin gözünün yaşarması, yüreklerin hoplaması ve herkeste halisane bir aşk u iştiyak duygusunun şahlanması esas olmalıdır. Öyle ki, böyle bir program herkeste şu köhne dünyadan bir an evvel kurtularak Efendiler Efendisi’nin maide-i semaviyesinde O’nunla diz dize oturma, bir an evvel O’na mülaki olma duygusunu uyarmalıdır. Okunan mevlitte böyle bir duygu uyarılmıyorsa, onun içinde böyle bir ruh, böyle bir can yoksa, merhum Nurettin Topçu’nun ifadesiyle gırtlak ağalığı yapılıyor, mesele sadece bir kültür hâlinde ele alınıyor, demektir. Bu sözlerimle benim mevlidin veya vilâdet gecesinin aleyhinde olduğum zannedilmemelidir. Ben sadece aşksızlığın, şevksizliğin, hissizlik ve heyecansızlığın aleyhinde olduğumu ifade etmek istiyorum.
Mebdede Aldandık Bari Müntehada Aldanmayalım
Evet, işin mebdeindeki nazarî bilginin, bir nimete basamak olacakken, bir bela hâlinde bize kement vurması, bizi bağlayıp derdest etmesi ve sonra da bizim bu boş ve kuru formatlarla müteselli olmamız gibi bir tehlike söz konusudur. Şu anki tabloya bakıldığında denilebilir ki, halisane Müslümanlığı yaşayan, duyması gerekli olan şeyleri derinlemesine duyan, aşk u iştiyakla her zaman şahlanan ve fevvareler gibi köpürüp duran insanların yanı başında pek çoğumuz itibarıyla bizler mebdedeki böyle bir nazarînin esiri ve zebunu gibiyiz. İlerlemiş yaşımıza ve duyup ettiğimiz onca nazarî bilgiye rağmen hâlâ değişik şekil ve formatlarla müteselli oluşumuz bunun açık bir göstergesi değil midir? Bakın, Regaib, Beraat, Kadir ve Vilâdet Gecesi gibi kutlu zaman dilimi mübarek vakitler esasen bizi Allah’a yaklaştırıcı ve bizim yeniden dünyaya gelmiş gibi kendimizi duyacağımız birer altın fırsat aralığıdır. Fakat biz çoğu zaman, “Sabadan nağmeler tutturdular, bir uşşak çektiler, hicazdan dem vurdular.” diyerek sadece çok hoş bir gece geçirmiş olmanın tesellisiyle avunuyoruz. Hâlbuki bu kutlu zaman dilimlerinde, Allah’la münasebet ve kulluk adına derinlerden derin bir insan ufkuna ulaşma varken, sırf bunlarla müteselli olma, insanın kendi kendisini aldatmasından başka bir şey olmasa gerek.
Mebdede aldanmak başka, müntehada aldanmak başkadır. Asıl mesele, İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin ifadesiyle veraların veraların veraların ötesinde sürekli
هَلْ مِنْ مَزِيدٍ
mülâhazasıyla, “Daha yok mu, daha yok mu, daha yok mu?..” diyerek ölesiye bir aşk u şevk içinde çırpınıp durmaktır. İşte bu tür bir seviye yakalanamayınca bir kıvamdan söz etmek de oldukça zordur. Tabiî ki, “Her şey boşluğa akıyor” diyerek kimsenin kuvve-i mâneviyesini kırmaya hakkımız yoktur. Zira Allah’ın rahmeti çok engindir. O sadece
لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ
diyenleri bile Cennet’ine koyacağını vaad etmektedir. Fakat bu, ayrı bir mesele; yapılması gerekli olanların O’nun hakkı bizim de vazifemiz olduğunu unutmamak ve böylece O’na karşı saygısızlığa düşmemek ayrı bir meseledir.
Ortaya konan bu tablo bize, hepimizin belli ölçüde bir rehabilitasyona ihtiyacı olduğunu göstermektedir. İnsanlığın İftihar Tablosu, bir hadis-i şeriflerinde:
جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ
“İmanınızı yenileyiniz.” buyuruyor. Sahabe-i kiram efendilerimizin; “İmanımızı nasıl yenileyeceğiz?” diye sorması üzerine de:أَكْثِرُوا مِنْ قَوْلِ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ
“La ilahe illallah sözünü çok söyleyiniz!” buyuruyor. (Keşfu’l-hafa, 1/299)Biz aynı mazmunun ifadesi olan,
لاَ مَعْبُودَ إِلَّا اللّٰهُ , لاَ مَقْصُودَ إِلَّا اللّٰهُ , لاَ مَحْبُوبَ إِلَّا اللّٰهُ , لاَ مَعْرُوفَ إِلَّا اللّٰهُ
hakikatleriyle de imanımızı yenilemeliyiz. Diğer yandan Kur’ân-ı Kerim:
يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اٰمِنُوا
buyuruyor. (Nisâ sûresi, 4/136) Burada Cenâb-ı Hak iman edenlere hitap ederek, “Ey iman edenler!” diyor. Görüldüğü üzere kullanılan kip mazi kipidir. Fiillerde ise teceddüt esastır. Bu açıdan burada mü’minlere yönelik olan hitabı şu şekilde anlamalıyız: “Ey imanını yenileyerek iman eden insanlar!” Fakat böyle olmakla birlikte, Cenâb-ı Hak bunun arkasından bile yine اٰمِنُوا yeniden bir kere daha iman edin, buyuruyor. Demek ki, insanın sürekli imanını kontrol etmesi, mârifet ve muhabbet açısından sürekli kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor.
Şimdi yol güzergâhı bunu gerektirdiği hâlde başka şeylere takılmak, başka şeylerle müteselli olmak ve böylece bir donukluk ve durgunluğa girmek bence mü’mine yaraşmaz ve yakışmaz. Hâlbuki Allah (celle celâluhu) bizi canlı yaratmış ve her zaman canlılığımızı koruyabileceğimiz potansiyel kabiliyet ve donanımlarla serfiraz kılmış. O hâlde bizim de bütün bu nimetlere birer şükür olarak, hep canlı kalmamız, canlı kalma adına ciddi bir mücadele ortaya koymamız ve böylece Rabbimize hep hüşyar bir gönülle kullukta bulunmamız gerekir.
- tarihinde hazırlandı.