His, Heyecan ve Akl-ı Selim
Soru: Salâbet-i diniye nedir ve onun tezahürleri nasıl olmalıdır?
Cevap: Salâbet kelimesini, katılık, taassup ve huşûnet şeklinde anlamak doğru değildir. Biz katılığı daha ziyade, körü körüne, delilsiz ve mesnetsiz bir şekilde kendi düşüncesine bağlı kalma, başka fikirlere karşı tahammülsüz ve müsamahasız olma mânâsına gelen yobazlık ve bağnazlığın karşılığı olarak kullanırız. Bu açıdan salâbet-i diniye, katılığı değil pekliği, temessükü, dine sımsıkı sarılmayı ifade eder. Bu mazmun Bakara Sûre-i Celilesinde şu şekilde ifade edilir:
لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى لَا انْفِصَامَ لَهَا
“Dinde zorlama yoktur; hak, bâtıl birbirinden ayrılmış ve gerçek bütün vuzuhuyla ortaya çıkmıştır. Artık kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, işte o, kopması mümkün olmayan en sağ¬lam kulpa yapışmıştır.” (Bakara Sûresi, 2/256) Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) din-i mübîn-i İslâm’ı, o nur-u ezeliyi bize emanet ederken:فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتيِ وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجِذِ
“Siz, Benim ve doğru yolda olan Raşid Halifelerin yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Ebû Davud, sünnet 5) buyurmuştur. Hadis-i şerifteki “Azı dişleriyle tutma” Arapça’da kullanılan bir ifade tarzı, bir idyumdur. Dolayısıyla lafzî mânâdan ziyade Arapların bu sözü söylerken kastettiği mânâyı anlamaya çalışmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında “Azı dişlerinizle tutun.” ifadesini “Dini hiçbir zaman bırakmayacak şekilde âdeta bir kerpetenle tutar gibi sımsıkı tutun.” şeklinde anlayabiliriz. İşte mezkûr nasslardan anlaşılacağı üzere dine, dinin emirlerine sımsıkı sarılma, sadakatle bağlı kalma; iman, ahlâk, namus… gibi ulvî değerler konusunda pek olma, gevşeklik göstermeme ve kendini salmama salâbet-i diniyedir. Yoksa dini kabule zorlamak için katı ve sert olma, dayatmada bulunma, başta da söylediğimiz gibi, salâbet-i diniye değil, bir tür yobazlık ve bağnazlıktır.“Dine Hizmet Ediyorum” Derken Dinden Uzaklaştırmak
Bu sebeple eğer bir fert dayatma, huşûnet ve sertliği salâbet-i diniye olarak anlıyor ve bu anlayışla dine hizmet ettiğini/edebileceğini düşünüyorsa ciddi bir yanılgı içinde demektir. Çünkü bu tür tavır ve davranışlar tepkiye sebebiyet verir ve neticede insanların dini kabul etmesi bir yana, onların dinden nefret edip uzaklaşmalarına yol açar. Bundan dolayı rahatlıkla denebilir ki, eğer insanlara, dinin özünü, iç derinliğini, onlar için ifade edeceği mânâ ve muhtevayı ve kendilerine kazandıracağı iyilik ve güzellikleri anlatmıyor; dinin onlara sunduğu bişaretle gönüllerde dine karşı bir hâhişkârlık uyarmıyorsanız, maksadınızın aksiyle tokat yer, hiç beklemediğiniz tepkilerle karşılaşır ve dine hizmet ediyorum dediğiniz noktada insanları dinden uzaklaştırmış olursunuz. Evet, taassup ve dayatmacı zihniyetle ortaya konan bir mesajın kaybettirdikleri kazandıracağından daha fazladır.
Esasında 20. asırda bir kısım “izm”lerin kendi sistemlerini insanlara kabul ettirmek adına başvurdukları kaba kuvvet, dayatma ve baskıların nasıl bir netice ile sonuçlandığı herkesin malumudur. Bildiğiniz üzere bu uğurda, bir ülkede kırk-elli milyon insan öldürülmüş ve sistem âdeta o öldürülen insanların kafatasları üzerine kurulmaya çalışılmıştır. Ancak bu zulüm, baskı ve kaba kuvvetin geride bıraktığı tek şey sadece kin ve nefret olmuştur. Evet, o kadar şiddet, dehşet ve baskıya rağmen aradan elli-altmış sene geçtikten sonra, kurulmak istenen o sistem çözülüp dağılmaya mahkûm olmuştur. Baskıya maruz kalan insanlar ise, eskiden nerede duruyorsa orada durmaya, neye inanıyorsa yeniden ona yönelmeye başlamışlardır.
Dine Sadakatin Gerçek Ölçüsü
O hâlde salâbet-i diniye sahibi bir mü’min, hissiyata bağlı kalarak, bağırıp çağırarak meselelerini duyurma gibi bir yanlışlığın içine asla girmemelidir. Böyle bir üslûp, muhatapların sadece nefret hislerini harekete geçirir, onların kabuk bağlayıp daha da bir katılaşmalarına sebebiyet verir. Daha sonra ise bu hâlet-i ruhiye tepkiye, hatta saldırganlık ve düşmanlığa dönüşür. Bütün bu olumsuz sonuçlara, komplikasyonlara yol açmamak için müspet hareketi esas almalı, kendi değerlerimize sımsıkı sarılmalı, onlar üzerine yoğunlaşmalı, onların dellalı olmalı ve aynı zamanda gönül dili, hâl şivesiyle o değerleri en güzel şekilde temsil etmeye çalışmalıyız. Meselâ, ilim ve beyanın öne çıktığı, medenilere galebenin ikna yoluyla gerçekleştiği günümüzde, dinine bağlı, salâbet-i diniye sahibi bir insanın yapması gereken, öncelikle kendi değerlerini çok iyi öğrenmek, öğrenip tabiatına mâl etmeye çalışmak olmalıdır. Eğer bunun için meselâ yüz kitap okumak gerekiyorsa, dinine hizmet etmek isteyen bir fert, onları temin etmeli ve iki üç sene kendisini o kitapları okuyup anlamaya vakfetmelidir. Gerekirse özet çıkarmalı, okuduklarını tahlil ve terkibe tâbi tutmalı ve netice itibarıyla o kitaplardan süzüp çıkardığı mânâ ve muhtevayı özümsemeye, benliğine mâl etmeye çalışmalıdır. Bütün bunların yanında meselenin mânevî buudunu da asla ihmal etmemelidir. Sebat ve kararlılık içinde gerekirse kırk sene geceleyin kalkıp, teheccüt namazı kılıp, hacet namazında başını yere koyup: “Allahım bahtına düştüm! Ne olur bu insanların kalblerini din, iman adına yumuşat!” diye yalvarıp yakarmalıdır.
Eğer kendi değerlerini okuyup öğrenme, öğrenip tabiatına mâl etme, bu kadar bir azm ü cezm ü kast istiyorsa sen o ölçüde okuyacak, o ölçüde kendini bu işe vereceksin. Aynı zamanda bu mesele, ferdî bir mesele olmadığından, ferdî okumalarla yetinmeyecek, oturup arkadaşlarınla müzakere edecek, düşüncelerini ortak akla test ettirecek ve böylece o ortak aklın, o ortak duygu ve düşüncenin mânevî gücünü arkana alarak yola koyulacaksın. Bunu da yeterli görmeyecek, Cenâb-ı Hakk’ın teyidatını arkana alma adına Rabbinle irtibatını hep kavî tutma ve her zaman iyi bir kul olma gayreti içinde olacaksın. Böylece Allah da (celle celâluhu) bu samimi gayretleri destekleyecek ve sözlerine nüfûz imkânı verecek. Öyle ki ağzından çıkan kelimeler ruhlara diriliş üfleyecek ve muhatabının gönlünde heyecan uyaracak. Görüldüğü gibi mesele başta hissîliğe değil, mantık ve muhakemeye emanet edilmeli ve sonra da onların rehberliğinde yol yürünmelidir. Zaten Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolu da bu değil midir? O, yirmi üç sene zarfında mesajını hep muhataplarının kabul edebileceği şekilde sunmuş, Kur’ân aklı ve Kur’ân mantığıyla hareket etmiş ve kimsede tepki uyarmadan vahy-i ilâhiyi gönüllere duyurmuştur.
Aksi takdirde, hususiyle günümüzde, insanlar belli ölçüde mantığa uyandığından, düşünceye değer atfettiğinden ve meseleleri kitabî çerçevede ele aldığından, kuvvete dayanarak, bağırıp çağırarak, külhanbeyliği yaparak kimseye bir şey anlatamaz, problemleri çözemezsiniz. Evet, kendinizi feda edecek kadar dine hizmet etme düşüncesinde iseniz, din ve diyanet adına yüksek seviyede bir fikrî ve ruhî donanıma sahip olmalı, Allah’la kavî irtibata geçmeli ve sürekli fikir sancısı yaşamalısınız. Ve hele küçülüp büzüşen dünyamızda İslâm’ın temsili meselesi, bir amme meselesi hâline geldiğinden, umumun hukukunun söz konusu olduğu bir yerde, kimsenin asla şahsî tavır ve davranışlar içine girmemesi gerekir. Zira bu tür ferdî davranışlar bütün mü’minleri mahcup edecek yanlışlıklara sebebiyet vermektedir. Meselâ güya İslâm’ı müdafaa adına canlı bombalarla, intihar saldırılarıyla masum insanları katletme, İslâm adına öyle kapkara bir tablo ortaya koymaktadır ki, yeryüzündeki bütün Müslümanlar bu tabloyu izah etmekte güçlük çekmekte ve zor durumda kalmaktadır. Karşı taraf da, “Bunları yapanlar Müslüman. Kılık kıyafetleri onların Müslüman olduğunu gösteriyor.” deyip hak, adalet ve rahmetin mümessili bir dini tam zıt kutupta gösterip bütün inananları zan altında bırakmaya çalışmaktadır. İşte bütün mü’minlerin hukukunu ilgilendiren böyle bir yanlışlık, dinin ruhunu anlayamamaktan, sırat-ı müstakîm düşüncesini idraksizlikten ve Kur’ân aklîliği ve mantıkîliğini bir tarafa bırakıp hissiyatla hareket etmekten kaynaklanmaktadır.
Akıl ve Mantıkla Tadil Edilen Heyecan Dinamizmi
Bu söylediklerimden, benim hissizliği alkışladığım anlaşılmamalıdır. His elbette ki, din-i mübîn-i İslâm’ı anlatma ve onu müdafaa adına çok önemli bir faktördür. İnsan, inandığı değerleri ruhlara duyurma adına pürheyecan olmalı, dine gelebilecek bir felaket karşısında âdeta ölecek hâle gelmelidir. Fakat bütün bunlarla beraber o, her zaman, akıl ve mantığıyla o heyecan dinamizmini tadil etmesini, onu doğru yola kanalize edip en güzel şekilde ondan yararlanmasını bilmelidir.
Maksadımı bir misalle izah etmeye çalışayım: Meselâ yüksek dağların eteğinde yer alan bir beldeyi düşünün. Bu beldede, her sene, karlar eridiğinde debisi çok yüksek, önüne gelen her şeyi kütük gibi sürükleyip götürebilen bir sel tehlikesi bulunmaktadır. Şimdi burada aklî ve mantıkî olan; bir baraj yapmak, o coşkun suyu kontrol altına almak, daha sonra da kanallar açıp onunla kurak arazileri sulamaktır. Aynen bunun gibi, bir mü’minde de mutlaka heyecan olmalı. Öyle ki, din adına olumsuz bir durum zuhur ettiğinde ızdırapla iki büklüm olmalı, kıvrım kıvrım kıvranmalı, uykuları kaçmalı ve kalkıp odasının içinde deli-dîvâne gibi dönüp duracak hâle gelmelidir. Fakat o, bu heyecanı hiçbir fayda getirmeyen bağırıp çağırmalarla israf etmemeli, boşa harcamamalıdır. Aklî-mantıkî olarak o hâdise karşısında ne yapılması gerekiyorsa onu yapmaya çalışmalı ve bu şekilde o coşkun heyecanını müspet harekete, iş ve aksiyona dönüştürmelidir. Ve bunu yaparken kat’iyen ferdî, hissî ve fevrî bir hareket içine girmemelidir. Çünkü heyecan ne kadar takdire şayan bir duyguysa, o heyecanı kontrol altında tutup akıl ve mantık kanalları içinde faydalı hâle getirme cehdi de o ölçüde takdire şayandır. Meselâ bugün topyekün İslâm âleminin ve hatta bütün insanlığın içinde bulunduğu hazin durum elbette ki hepimizi ızdırapla inim inim inletmeli ve tepeden tırnağa heyecanla dopdolu hâle getirmelidir. Fakat bir insan sadece o heyecanla hareket ederse, çevresini kırıp döker, insanlarda nefret hissi uyandırır ve neticede karşısında saldırgan ve tahripkâr bir cephe oluşturur. Evet, his ve heyecan, akıl ve mantığa test ettirilmez, akıl ve mantığın belirleyeceği kanallar içinde değerlendirilmez ve ona göre salıverilmezse, o his ve heyecan bir seylâpa dönüşür ve çevresine faydadan daha çok zarar getirir.
Bu noktada Üstad Hazretleri’nin ortaya koyduğu o müstesna ve sağlam duruşu hatırlamamak mümkün mü? Bildiğiniz üzere o, aşk u heyecanla dopdolu bir insandır. Denilebilir ki, yaşadığı çağda o ölçüde heyecanlı bir insan yoktur. Fakat aynı zamanda denilebilir ki, onun kadar itidal içinde hareket eden insan da yoktur. Evet, bir ömür boyu milletin maddî-mânevî terakkisi adına çalışıp durduğu ve bu yönüyle baş tacı edilmesi gerektiği hâlde, yaşı yetmiş beş-seksenleri bulduğu dönemde bile hapishanelerde, hem de kimi zaman helâ gibi yerlerde tecride tâbi tutulmuş ve ona hiç mi hiç gün yüzü gösterilmemiştir. Fakat bütün bunlara rağmen o, asla hissî ve fevrî hareket içine girmemiştir. Öyle ki o müstesna kâmet, kendisini frenlemenin yanı başında, çevresinde hissî hareket edebilecek insanları da frenlemesini bilmiş, o mevzuda da hiç kusur etmemiştir. Yoksa etrafında pervane gibi dönen yürekli, cesur, heyecanla dopdolu pek çok insan vardı. Fakat Hazreti Pîr mücerred hissiyatla, tepki hareketleriyle bir yere varılamayacağını bildiğinden o heyecan potansiyelini Kur’ân aklı ve Kur’ân mantığıyla değişik kanallara imale ederek öyle bir değerlendirmiştir ki, bugün ilim, irfan ve iman adına çevrenizin neşv ü nema bulmasında o büyük tesiri görmezlikten gelmek mümkün değildir.
Netice itibarıyla diyebiliriz ki, his ve heyecan, dini gönüllere duyurma ve yapılan saldırılar karşısında da onu müdafaa adına gerekli ve çok önemli bir dinamiktir. Fakat bu dinamik, mutlaka, ilim, akl-ı selim, mantık, muhakeme, meşveret, ortak akıl ve ortak düşünceyle tadil edilmeli; tadil edilip faydalı ve verimli hâle getirilmelidir.
- tarihinde hazırlandı.