Evlilik ve Aile Hayatı
Günümüzde aile içi huzursuzluk ve boşanmaların endişe verecek ölçüde arttığı görülmektedir. Evliliklerin sağlam bir temele oturması ve ailelerde mutluluğun devamlı ve kalıcı bir hâle gelmesi adına neler tavsiye edersiniz?
Günümüzde pek çok konuda olduğu gibi maalesef aile müessesesinde de kendimizden, kendi değerlerimizden bir kaçış var. Hâlbuki her şeyin bizcesini yaşadığımız dönemlerde bizim bu mevzuda ciddi bir problemimiz yoktu. Fakat daha sonra, ne olduysa oldu ve biz, bize ait değerleri “gelenek” diyerek, partal bir eşya gibi, kaldırıp bir köşeye attık. İşte bundan sonradır ki, başka sahalarda olduğu gibi aile müessesesinde de ciddi sıkıntılar baş göstermeye başladı.
Müşterek Değerler Zemininde Mutabakat
Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde:
تُنْكَحُ الْمَرْأَةُ لِأَرْبَعٍ لِمَالِهَا وَلِحَسَبِهَا وَلِجَمَالِهَا وَلِدِينِهَا فَاظْفَرْ بِذَاتِ الدِّينِ تَرِبَتْ يَدَاكَ
“Kadın dört şeyden dolayı nikâhlanır: Malı, soyu sopu, güzelliği ve dindarlığı; sen dindar olanını seç ki huzur bulasın.”(Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ’ 53) buyurmak suretiyle, evlenilecek kadının diğer vasıfları yanında bilhassa dinî yönüne ağırlık verilmesini tavsiye ediyor. O hâlde evlenmeyi düşünen bir mü’min için göz önüne alınması gereken en hayatî değer, sözleri lâl u güher Peygamber beyanındaki bu ölçü olmalıdır. Aynı şekilde kadın da eş tercihinde bulunurken Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) tavsiyesindeki bu kıstası göz önünde bulundurmalıdır. Zira sadece makam, mansıp, para, maaş, güzellik gibi dünyevî değerlere bağlı gerçekleştirilen bir evlilik kazanma kuşağında kaybetme demektir. Evet, Cennet bahçelerinden bir bahçe olabilecek yuva, sadece fanî ve geçici değerler esas alınarak tesis edilirse, o yuva Cehennem çukurlarından bir çukur hâline dönüşebilir. Bu sebeple denilebilir ki, aile içi huzurun devam etmesi, eşler arasında tam bir mutabakatın bulunmasına bağlıdır. Yani mütemadi bir huzur için, öncelikle eşleri mütemadi bir arada tutacak ciddi bağlara, müşterek değerlere ihtiyaç vardır.
İkinci olarak, izdivaç meselesi, akıl, mantık ve muhakeme gibi sağlam esaslar üzerine tesis edilmesi gereken bir müessesedir. Bundan dolayı evliliği düşünen kişi bu mevzuda kendi fikrini ortaya koymanın yanında, anne-babasının, itimat ettiği, ehliyet ve tecrübe sahibi büyüklerinin düşüncesini de almalıdır. Yoksa insan, “Bu mesele benimle alâkalı olduğundan sadece beni ilzam eder” der ve ona göre hareket ederse telafisi çok zor yanlışlıklar içine girebilir. Hâlbuki dünyevî-uhrevî saadete vesile olacak böyle önemli bir meselede, ehliyet sahibi ne kadar çok insanın fikir ve tavsiyesi işin içine girerse, o ölçüde sağlam bir neticeye varılmış olur.
İnsan sadece ceset ve cisimden ibaret bir varlık değildir. Onun aynı zamanda ruhu, kalbi, hissi, şuuru, mantığı, muhakemesi, ideali ve gelecek adına beklentileri vardır. Ayrıca evlilikten bir nesil meydana gelecektir. Dolayısıyla evlilik sürecinde olan bir kişinin bütün bunları hesaba katarak ona göre karar vermesi gerekir. Teenni Rahman’dandır. Cenâb-ı Hak her şeyi imhal ile yaratır. Mükâfatlandırırken de, cezalandırırken de insana mehil verir. Diğer yandan acele ise şeytandandır. Acelecinin yaptığı iş çok kere gelir başına dolanır. Bu açıdan izdivacın da aceleye getirilecek bir iş olmadığı unutulmamalı ve hissiyattan uzak, akl-ı selimle ve üzerinde durulup düşünüldükten sonra karar verilmelidir.
Çevremdekilere hep şunu söylemişimdir: Ben bir iş yaparken, beni seven, beni gözü kadar aziz bilen insanların mülâhazalarına çok önem veririm. Zira yapmayı planladığım işte, ben meseleye dar bir açıdan bakıyor, bir anlık hissiyatla hareket ediyor olabilirim. Hâlbuki o insanlar, beni benden daha iyi düşünür ve dolayısıyla benim hakkımda daha sağlam ve daha sıhhatli bir tercihte bulunurlar. Aynı mülâhaza evlilik hususunda da geçerlidir. Zira evlilik bütün bir hayatı kuşattığından geçici hissiyatla karar verilmemeli; mutlaka mantıkî bir esasa dayandırılmalıdır. Bir ömür boyu beraber olacak, beraber el ele tutacak, bir hayatı beraber paylaşacaksınız. Hayatınızı yaşarken dininizi yaşayacak, çocuklarınıza miras olarak dininizi bırakacaksınız. Böyle önemli bir meselede ben kendi isteklerimden sarf-ı nazar eder, güvenip itimat ettiğim büyüklerimin bakış, görüş, takdir ve değerlendirmelerini tercih ederim.
“İlmihali Üç Defa Okudum” Diyecek Kaç İnsan Vardır?
Maalesef bugün Müslümanlar, İslâm’ı ve onun hayatımızı tanzim eden esaslarını, bilinmesi gerektiği ölçüde bilmiyorlar. Kaldı ki, Müslümanlığı gerçek mânâda duyup hissedebilmek için sadece nazari bilgi de yeterli değildir. Dinin hayata hayat kılınması, yaşanarak tabiat hâline getirilmesi gerekir. İşte Müslümanlık gerçek derinlik ve enginliğiyle bilinmediğinden ve ona göre bir hayat yaşanmadığından dolayı, insanlar kendi iradeleriyle sorumluluk altına girdikleri hususlarda dahi bazı sıkıntılara katlanmaları gerektiğini bilmiyor/bilemiyorlar. Diyelim ki, aile içi münasebetlerde eşlerden birinin bir eksiği, bir gediği var. Böyle bir problem karşısında şahsın kendisine “Acaba ben bu eksiği nasıl giderebilirim; hangi yolla, bu problemin altından kalkabilirim?” sorularını sorması ve bu noktada dinin emir, tavsiye ve nasihatlerini araştırması gerekir. Ne var ki, bu mevzuda ciddi bir i’mal-i fikir olduğu kanaatinde değilim. Evet, maalesef günümüzde kimse ciddi mânâda kendi dinini öğrenmeyi düşünmüyor. Acaba içimizde, “Dinimi öğrenme adına bir ilmihali üç defa okudum.” diyecek kaç insan çıkar? Arapçaya âşina olup da “Ben Ni’metü’l-İslâm’ın veya Mültekâ’nın izdivaçla alâkalı bahislerini okudum.” diyecek kaç insan vardır?
Evet, maalesef kendi temel değerlerimizden bîhaberiz. Bunun neticesinde değerlerimize yabancı bir ahlâk anlayışı gelip ruhumuza hâkim olmuştur. Bir dönem “Avrupa Birliği’ne girersek, bozulur muyuz, bozulmaz mıyız” şeklinde münakaşalar yapılıyordu. Oysaki biz çok daha erken bir dönemde bozulmuşuz. Ve günümüzde mesele öyle bir noktaya gelmiş ki, erkek de, kadın da serazat bir hayat yaşıyor. Evler aşhaneye dönmüş. Evlerde baba kavas, anne aşçı, çocuklar da yemekhanedeki insanlar konumunda. Elbette ki, böyle bir yuvada sorumluluk şuuru, sabır, tahammül, birbirine katlanma, birbiri için fedakârlıkta bulunma, birbiri için yaşama gibi ahlâkî ve mânevî değerler ve bunlardan neşet edecek sevgi, saygı ve hürmet bulunmaz. Bütün bunlar bulunmayınca da o yuvada kalıcı ve mütemadi huzur olmaz.
Farklı Fıtratlardaki Eşlerin İmtizâcı
Ben, geçmiş dönemde kadınıyla erkeğiyle yuvasına gerçekten bağlı aile fertlerine şahit olmuşumdur. Müsaadenizle burada bir-iki misal arz edeyim: Dedem şedit ve oldukça sert denebilecek bir insandı. Dedemin güldüğünü hiç görmedim, çok ciddiydi. Evden çıkıp camiye giderken herkes “Şamil Ağa geliyor!” diye teyakkuza geçer, onun heybetinden ürperirdi. Zahidane bir hayat yaşıyordu. Belki her gece 50-100 rekât namaz kılardı. Ninem ise adı gibi mûnise bir hanımdı. Allah haşyetiyle doluydu. Bir kere yanında, gönülden “Allah!” dediğinizde, etekleri gözyaşlarıyla dolardı. İşte fıtrat itibarıyla farklı denebilecek bu iki insan meğer birbiriyle öyle imtizâç edip öyle kaynaşmış ki annemin anlattığına göre ninem her zaman: “Allah’ım! Beni bu adamdan bir saat geri bırakma. Bahtına düştüm, ben onsuz yapamam.” diye dua edermiş.
Ölümüne yakın ninem hastalanmıştı. On ayı aşkın bir süre hasta yatmıştı. O durumda dahi hiçbir zaman namazını terk etmemişti. Annemin anlattığına göre vefatından az bir zaman önce abdest için annemden su getirmesini ister. Abdest aldıktan sonra bir kahkaha atar ve sonra dedeme hitaben şöyle der: “Dünyadan murat almamışız. İkimizin de cenazesi bu gece evde kalacak.” O gün itibarıyla dedemin herhangi bir rahatsızlığı yoktu. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra ninem vefat eder. Annem, ninemin gözlerini kapatırken o esnada diğer odadan “Dede öldü!” diye bir feryat kopar. İşte dedem ile ninem arasında böylesine bir imtizâç vardı.
Müsaadenizle ayrı bir misal daha vereyim: Bir gün babam, anneme bir meseleden dolayı sinirlenmişti. Hayatımda belki bir kez babamın böyle bir hâline şahit olmuşumdur. O esnada ninem de oradaydı. Babam kaşlarını çattı ve anneme tavır aldı. Fakat annem, kayınvalidesine öyle nüfuz etmiş, gönlüne öyle girmiş ki, ninem hemen araya girdi ve babama şöyle seslendi: “Ramiz! Ona dokunursan, sana sütümü, emeğimi haram ederim.”
İşte bu, bizim genel kültürümüzdür ve bu kültürde eşler, birbirine emanettir. Her iki taraf da bunun şuurunda olmalıdır. Bu ise sağlam bir eğitime bağlıdır. Bugün bu eğitim, sokakta ve mektepte verilmiyor. Bu sebeple evlenecek bazı delikanlı ve hemşirelerin evlenme rüştünü idrak etmeden bu önemli işe teşebbüs ettikleri görülüyor. Bundan dolayı fakir, öteden beri iki mevzuda insanların eğitime tabi tutulup diploma/sertifika almaları gerektiği hususunda ısrarcı oldum. Bunlardan biri hac, diğeri de nikâh mevzuu.
Evet, hacca gidecek veya evlenecek kişiler için “Bu kişi hacca gidebilir” veya “Bu kişi evlenebilir.” şeklinde bir diploma/bir sertifika verilmeden hacca gitmeye veya evlenmeye müsaade edilmemesi gerektiği kanaatindeyim. Belki, bu teklife, “şekil ve usûl itibarıyla dinde böyle bir şey yoktur.” denilerek itiraz edilebilir. Fakat bilinmesi gerekir ki dinde cehalete de, cahil olarak hayatını sürdürmeye de cevaz yoktur.
Anne-Baba Hayattayken Yetim Kalan Çocuklar
Bu sebeple, bir kez daha ifade etmek istiyorum ki, bir insan, evliliğin getirdiği sorumluluk ve mükellefiyetlerini, hiç olmazsa asgari seviyede bilecek ve uygulayabilecek ölçüde donanıma sahip olmalı; böyle bir donanıma sahip değilse evlenmemelidir. Aksi takdirde evlilik müessesesinde daha başta kırılma ve çatlamalar oluyor. Çünkü yapı, zaten kırılmaya müsait bir temel üzerine bina ediliyor. Neticede, olan çocuklara oluyor ve onlar derin bir ikilem içinde ortada kalıyorlar.
Bir evde kavga eden bir anne ve baba varsa, onlar, teâruz ve tesâkut ağında, sürekli kendi değerlerini, kendi itibar ve kredilerini aşındırıp yıpratıyorlar demektir. Çocuklar, hayatı bizden öğrendikleri gibi ahlâkı da bizden öğrenirler. Bir tartışma esnasında, anne-babanın ağzından çıkan kırıcı sözler, çocukların ruhlarında çok olumsuz tesirler meydana getirir. Böyle bir manzara karşısında çocuk, anne ve babasına değersiz bir insan nazarıyla bakar. Bunun neticesinde de ikilem içinde ortada kalmış, anne ve babası daha hayattayken onları yitirmiş, anneli babalı bir sürü yetim çocuk ortaya çıkar.
Son bir husus olarak şunu ifade edeyim: Evlilik gibi önemli bir mesele, daha başta dinin vaz’ ettiği esaslara, aklî ve mantıkî temellere bina edilmelidir. Fakat fert, her şeye rağmen bazı hususlarda yanılmış olabilir. O zaman da kişi firaset ve kiyasetini kullanıp meseleyi yumuşatmaya çalışmalı ve “Acaba ben nerede hata ettim?” diyerek kendi boşluklarına, eksik yanlarına bakmalı, kırılma noktalarını tespit etmeli, daha sonra da ehil ve tecrübeli büyüklerinin rehberliğinde problemlerini çözmeye çalışmalıdır.
Yaşanan ailevî sıkıntıları, bilhassa kadınların maruz kaldıkları mağduriyetleri görüp duyduğumda çok üzülüyorum. Günümüzde kadın, maalesef bir yandan bir kısım feministler tarafından putlaştırılmak isteniyor ve bunun getirdiği fıtrata zıt bir kısım handikaplarla boğuşuyor. Öte yandan, bazı kimseler kadına hoyratça davranıyor; kendi bilgisizliklerini, boşluk ve zaaflarını bir hınç ve hışma çevirerek onun başına boşaltıyorlar. Bu durum öyle rikkatime dokunuyor ki, onların o rakik hâllerini görünce ağlayasım geliyor. Annem gadre uğramış bu türlü mazlum ve mağdurlar için “kanayak” derdi. Eşinin kanına gireceksin, ondan sonra da tehdit edeceksin. Bu olacak, kabul edilecek bir şey değildir. Buna hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu zulmü irtikâp edenler Allah’tan korkup tevbeye yönelmeli, başıını yere koyup af dilemelidirler. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Veda Hutbesi”nde hanımlar için: “Onlar sizin nezdinizde emanettir.” buyurur. Onlara karşı söylenecek her türlü çirkin söz, yapılacak her türlü çirkin muamele, çirkin tavır ve hâl ise emanete hıyanettir. O halde insan, doğru dürüst düşünmeli, doğru dürüst davranmalı ve emanetullaha hıyanet etmemelidir.
- tarihinde hazırlandı.