Tesadüf Mümkün mü ve Varlığı İzah Edebilir mi?
Evrim teorisini ilmî bir hakikatmiş gibi sürekli gündemde tutmaya çalışanlar, Miller'in denemelerine dayanarak, bir dönem yeryüzü şartlarında deniz dibinde protein yığılmaları meydana geldiğini ve ortaya çıkan kimyevî reaksiyonlar neticesinde aminoasitlerin teşekkül ettiğini, bütün bunların hem de kendiliğinden olduğunu iddia edebilmekte, fakat, Rusya'da Oparin'in, 20 yıl süreyle yeterince mükemmel kimya lâboratuvarlarında canlı hücre meydana getirmek için yaptığı çalışmaların sonunda, "Dünyanın en mükemmel kimya lâboratuvarlarında dahi saf kimyevî elementlerden canlı hücre yapmak mümkün değildir." itirafında bulunduğunu hesaba katmamaktadırlar. Kaldı ki, sadece bir aminoasitin veya protein molekülünün bile tesadüfen oluşması için, dünyanın şu andaki yaşını kat kat aşan seneler gerektiği hesaplanmaktadır. Dünyanın şu ana kadarki ömrü, ihtimal hesapları içinde bir aminoasit veya protein molekülünün tesadüflerle oluşması için yeterli değilse, bir canlı hücrenin oluşması için nasıl yeterli olabilir?
Esasen, yeryüzünde hayatın varlığı pek çok dengelere ve şartlara bağlıdır. Bir defa, üzerinde yaşadığımız yerküre, şu anda sahip bulunduğu bütün şartları haiz olmalıdır. Biz, güneşimizden 149,5 milyon kilometre uzaklıkta bulunan bir kürenin üzerinde yaşıyoruz. Sadece bu mesafe bile, kat'iyen tesadüflere verilemez. Küremiz, 23,5 derecelik bir meyil göstermektedir. Mevsimlerin teşekkülünde en önemli sebep olan bu meyil de asla tesadüfe verilemez. Yine, küremizi çepeçevre saran atmosferi oluşturan gazların % 21'inin oksijen olması da tesadüflerle izah edilemez. Tesadüf hesaplarıyla biliyoruz ki, bir görme özürlü yere bir iğne atsa, ardından atacağı bir ikinci iğnenin öncekinin deliğine girmesine % 1 ihtimal versek, peşi peşine atacağı 1000 tane iğnenin birbirlerinin deliklerine girme ihtimalindeki nispeti ifade için gerekli olan rakamı matematik, herhalde henüz keşfetmiş değildir. Halbuki, kâinatın ve yeryüzünün tesadüflerle halihazır vaziyetini alması, bunun kat kat ötesinde bir nispet ve rakam gerektirir ki, buna ihtimal vermek, bırakın ilmî bir tavır olmayı, kat'iyen akıl kârı olamaz. James Jeans, bu konuda şöyle der:
"Sadece küre-i arzın, (tesadüflerle) şu andaki şeklini alması için, yeryüzündeki kumların tamamını elinize alın ve bunları saçın. Bunların birinin güneş, diğerinin yeryüzü, bunun gibi, her birinin yeryüzünü teşkil eden nesnelerden biri olarak yerli yerine gidip oturması hangi nispette mümkünse, yeryüzünün şu andaki şeklini alması da, ihtimal hesapları dahilinde o nispette mümkündür."
Yeryüzünde hayat, sadece yeryüzünün, güneşe 149.5 milyon km mesafede ve şu andaki şekli içinde var olmasıyla bitmiyor. Atmosferin yoğunluğu, güneş şualarını süzmesi, meteorları eritmesi bir mesele; üzerindeki gazların yutulması bakımından toprağın birkaç kademe aşağıda veya yukarıda olması bir başka mesele ve denizlerin zehirli gazları yutması da ayrı bir meseledir. Bitkiler ve hayvanlar arasındaki münasebetler, bitkilerin gece karbondioksit verip gündüz alması, meyveler için gerekli fotosentez hâdisesi, bir elma çekirdeğinden elma olabilmesi için, çekirdekte çimlenme, büyüme, ağaç olma, yapraklanıp çiçek açma ve meyve verme özelliklerinin varlığıyla birlikte, bu çekirdeğin güneş, su, hava ve toprakla tam bir yardımlaşma içinde bulunması.. kısaca, yeryüzü ve ondaki hayatın varlığı öylesine muhteşem ve çözülmez bir mekanizmayı, öyle bir ilim, irade, şuur ve kudreti gerektirmektedir ki, bunları tesadüfe, kör, sağır, hayatsız, şuursuz, bilgisiz maddeye veya varlıkların kendine vermek, ancak akıldan ve insanlıktan istifa ile mümkün olabilir.
Bir başka misal olarak: Bir eczaneye veya ilaç fabrikasına girelim. Bir ilaç elde etmek istiyoruz ve bakıyoruz ki raflarda, elde etmek istediğimiz ilaç dahil, her türlü ilaç için gerekli maddeler, şişeler içinde bulunuyor. Acaba aklı olan bir insan, içlerinde elde etmek istediğimiz ilacı oluşturan maddelerin bulunduğu şişelerin rüzgâr gibi hâricî bir tesirle veya kendiliklerinden devrilip, içlerindeki maddelerin ilaç için gerekli dozda bir araya gelerek, o ilacı oluşturabileceğine ihtimal verir mi? Kaldı ki, misalimizde ilacı oluşturacak maddeler hazır, şişelere konulmuş. Burada, bu şişelerle veya içlerindeki maddelerle tesadüflere düşen, sadece hangi ilacı istediğimizi bilmeleri ya da söylediğimizi anlamaları, sonra da onların yere düşüp boşalarak ve uygun dozda bir araya gelerek, ihtiyacımız olan ilacı meydana getirmeleridir.
Halbuki, varlık tesadüflere verildiğinde veya kendi kendine oldu dediğimizde ya da tabiata veya maddeye havale edildiğinde, bu ilacı oluşturacak çeşitli maddelerin de kendiliklerinden veya tesadüflerle ya da tabiat veya maddenin yönlendirmesiyle meydana gelmeleri, bunun da ötesinde, onları şişelere koyacak, sonra şişeleri raflara dizecek, fabrikayı yapacak insanın da, hayatdar, şuur, bilgi, irade ve kuvvet sahibi olarak yine tabiat veya madde veya tesadüfler tarafından ya da kendiliğinden hayat sahnesine çıkmış olması gerekmektedir. Bütün bunları hangi akıl kabul edebilir? Ama ne yazık ki, varlığı sadece Allah'ı inkâr adına, güya ilmîlik perdesi altında evrime, tabiata, tesadüflere veya maddeye verenler, böyle bir hurafeye inanmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Burada, şöyle bir itiraz gelebilir: Bilim, inanç üzerinde yürümez. O, kâinatta olup-bitenleri izah ve buradan çıkacak sonuçlarla geleceği kestirmek ve teknoloji üretebilmek için, objektif mu'talara (veri) dayanır. Biz de deriz ki: Pekalâ, varlık, apaçık bir şuur, irade, plan, ilim, inayet ve kudret ortaya koyarken, bu sebeple de, Allah'ın varlığını gösteren apaçık deliller ortada iken, varlığın menşeini madde, tabiat, tesadüf, kendi kendine olma gibi hurafelerle izaha çalışmanın bilime kazandırdığı, buna karşılık, Allah'ı kabul edip, bundan sonra çalışmalara devam etmenin bilime kaybettireceği nedir?
Aslında, bırakın bütünüyle kâinatı, bir zerre, atom, hücre bile tek başına mutlak kudret, ilim ve irade sahibi Allah'ın varlığına yeter delildir. Çünkü kâinat, insan vücudu gibi, öylesine iç içe ve bütün parçaları birbiriyle, ayrıca kâinatın tamamıyla bütünlük içinde bir birlik, bir münasebet arz etmektedir ki, kâinatı yaratamayan bir atomu yaratamaz. Gerçek ilim ehli, bunu görecek ve itiraf edecektir. Nitekim, kendisini çok takdir ettiğim Sir James Jeans'le ilgili bir hatırayı, Pakistanlı İn'âmullah anlatıyor:
"Amerika'da bulunuyordum. Sık sık Sir James Jeans'le görüşürdüm. Bir gün sokakta giderken baktım, şiddetli yağmur yağıyor. Üstad, şemsiyesi koltuğunun altında süratle kiliseye doğru gidiyor. Sessizce hemen yanına sızıverdim ve "Üstad" dedim, "dalgınsın galiba, yağmur yağıyor!.. Şemsiyen de koltuğunun altında!" Uykudan uyandırmışım gibi kendine geldi. Nazarları çok ileriye, bizim ufkumuzun çok ötesine müteveccih, bakışları çok derindi. İkazım üzerine şemsiyesini açtı. Beraber yürümeye başladık. Kiliseye gittiğini öğrenince, "Kiliseye nasıl gidebiliyorsunuz; çok kimseler, ilim yaptıkça dinden ve kiliseden uzaklaşıyorlar?" dedim. O anda çok doluydu, çok duygulanmıştı. Soruma cevap vermedi ve "İn'âmullah" dedi, "yarın evime gel; bir çayımı içersin ve bu arada konuşuruz."
Ertesi gün evine varıp, ziline bastığımda, beni nur yüzlü bir çocuk karşıladı ve babasının, kendi odasında çayını yapmış, beni beklediğini söyledi. Onun iç dünyasına girdiğim zaman, gözümde şefkatten damlacıklar, bir bulut gibi dökülmek için bir sâik bekliyordu. Yanına oturdum, o konuşmaya başladı. Yerin yaratılışını, hayata müsait hâle getirilişini anlattı. Allah'ın tasarruflarından söz ederken coşuyor, kendinden geçiyordu. Nebülozlardan bahsetti; bu geniş âlemde nasıl bir iradeye râm olduklarını, mekânın genişlemesini, Allah'ın bütün bu olup bitenlerdeki tasarruflarını izah etti. Bu şekilde kâh büyük âlemdeki (makrokosmos), kâh küçük âlemdeki (mikrokosmos) hakikatleri anlatırken, sanki, "İleride onlara dış âlemde ve kendi nefislerinde âyetlerimizi peyderpey göstereceğiz. O zaman hak ve hakikatin ne demek olduğunu anlayacaklar." (Fussılet sûresi, 41/53) âyetinin mânâsı tecelli ediyordu. Bir aralık öylesine doldu ki, "İn'âmullah, hayret ediyorum" dedi ve ekledi: "İnsan ilim yapar, şu feza-i ıtlakı öğrenir, derinlemesine insanın içine girer, şu teşrihata vâkıf olur da, nasıl Allah'a inanmaz, hayret ediyorum!" Taşı tam gediğine koyacağım anı yakalamıştım. "Üstad (dedim) müsaade eder misin?" "Buyur" dedi ve şunu söyledim:
"Kur'ân'da bir âyet var. Rasûlüllah'a Allah şöyle diyor: "Allah karşısında, kulları içinde ancak hakkıyla âlim olanlar saygıyla ürperir." (Fâtır sûresi, 35/28). O zaman ayaklarının bağı çözülüverdi. "Bunu Muhammed mi söylüyor?" dedi ve ilâve etti: "Eğer bunu O diyorsa, sen şahit ol İn'âmullah, Muhammed, Allah'ın Rasûlü'dür."
Rica ederim, bir kere düşünün! İnsan gibi, varlıkların en akıllısı ve en kabiliyetlisi, en gelişmişi bir varlık, tahtaya çizdiği bir karenin aynı ebatta tıpatıp aynısını, bırakın bir kareyi, bir doğru parçasının bile ikizini (aletsiz) çizemezken, bir aminoasit dizisi, bir protein, bir hücre, bir organizma ve iç içe organizmalar gergefinde çok komplike olan sıra ve tertiplerin kendiliğinden veya tesadüflerle gözetilmiş ve meydana getirilmiş olmasına ihtimal verilebilir mi? Ve hele, bu mütedahil (iç içe) olmazlar halkasında hayâlen oluşturduğumuz bir aminoasit dizisini veya minik bir canlı organizmayı evrim potasında kaynata kaynata mükemmel organizmalar elde etme iddiası..!
Bu mevzuda en iyimser kimseler dahi, sırf zaman bakımından, bir aminoasit dizisinin meydana gelebilmesi için dünyanın ömrünün yetmeyeceği kanaatinde oldukları düşüncesinde ise, işte o zaman insanın sorası geliyor: Acaba evrim, öbür âlemde başlayıp olgunlaştıktan sonra, burada mı gelip meyvesini verdi!? Değilse, başka hangi yollarla şu muhteşem varlık, arkada kaoslar bırakarak hâlihazırdaki göz kamaştırıcı güzellik ve ihtişamı kazandı? Hayat, nasıl kendiliğinden entropiye karşı koyarak varlığa erme başarısını elde etti? Şu anda mevcut olan milyonlarca canlı kendi kendine nasıl meydana çıktı? Termodinamiğin ikinci kanununa rağmen, her şey yok olma tümseklerini aşarak nasıl basitten mürekkep ve mükemmele, sanatsızlıktan sanat harikası olmaya ulaştı? Bütün bunlara, ilimlerin ruhuna uygun cevap verebilecek miyiz? Yoksa, bir kısım kimseler gibi ilmî gerçeklerden kaçarak "Evrim bir kere nasıl olmuşsa olmuş; artık onu ispat etmeye gerek yok!" mu diyeceğiz? Sorarım size; o zaman her biri başlı başına birer sanat harikası olan bütün canlıların, o aşılmaz şâhikalarını tesadüf balonlarıyla mı aşacağız?!
Neyin nasıl olacağının, en büyük canlıdan en küçük canlıya kadar daha baştan şifrelenmiş bulunmasını; bir baş döndürücü program içinde (DNA) ve (RNA)'ya en akıl almaz vazifelerin gördürülmesini; en küçük ve basit üniteden en komplikesine kadar her canlı bünyede fevkalâde mükemmel işleyen bir hiyerarşiyle her şeye en düzenli şekilde hizmet ettirilmesini rastlantılarla mı izah edeceğiz? Yoksa olup biten bunca işi, kafa kafaya vererek anlaşmış atom parça ve parçacıklarına mı vereceğiz? Bir bilgisayar dahi, önceden kendisine şifre edilen bir programla çalışırken, bu minik parçacıkların bu kadar harika işleri kendi kendilerinin yaptığına imkân ve ihtimal verilebilir mi? Böyle bir ihtimali mevcut ilimlerle telifimiz nasıl mümkün olacaktır? Muhalfarz, madde platformunda böyle bir şeye "evet" dense bile, çok komplike olan canlıların yapısındaki aşılmazlar nasıl aşılacaktır?
İlim, aslında imanın kapılarını açar ve insanı Allah'a götürür. Fakat, terkibi yapılmayan, künhüne erilmeyen ilim ise, eğer bir de gurur, kendini beğenmişlik, yanlış bakış açısı ve zulümle birleşirse, bu defa dalâlete, küfre götürür. İlim adına piste ortadan giren ve ilmin mahiyetini kavrayamamış kimseler, yarışı kazandıkları zannıyla ve zafer sarhoşluğu içinde gururdan birer heykel halinde ortada gezinirlerken, aslında, Ziya Gökalp'e ait, bilmediğini de bilmeme, fakat biliyorum zannı taşıma mânâsında nasıl bir cehl-i mük'ab (katmerli cehalet) içinde olduklarının farkında değillerdir.
- tarihinde hazırlandı.