Başörtüsü ve provokasyonlar
Bir yandan, İlahiyatçı olsa da olmasa da, hemen herkes tesettürle alâkalı ahkâm kesiyor; diğer taraftan da, çarşaf yakma ve dinin esaslarına hakaret etme gibi provokasyonlarla ciddi gerginlikler çıkartılıyor. Mevcut tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu dönemi arızasız ve kayıpsız atlatabilmek için kimlerin ne gibi görevleri olduğunu düşünüyorsunuz?
Tesettür meselesinin bazıları tarafından politize edilerek ayağa düşürülmek istendiğine esefle şahit oluyoruz. Ne yazık ki, bazı kesimlerde çok ciddî bir din düşmanlığı var ve bunlar her fırsattan istifade ediyorlar. Şu anda da başörtüsünü bahane ederek, ülkemizin yakaladığı nisbî istikrarı bozarak, kavgaya zemin hazırlamaya çalışıyorlar. Ülkemizin kavgaya tahammülü yoktur. Hususiyle Allah'a gönül veren ve kendilerini milletimizin hayrına adayanların kavga ile işi olamaz. Olmamalı. Onlar, kendilerini en çetin bir kavganın içinde buldukları zaman bile, hemen silm ü selâma dönmeliler. Kur'an-ı Kerim, mü'minlere savaş içinde iken bile, "Karşı taraf, silm ü selâma, sulh ve barışa yönelirse, siz de yönelin ve Allah'a tevekkül edin!" (Enfâl, 8/61) buyurur.
Lâik bir hukuk devleti olan ülkemizde din ile siyaset birbirinden ayrıdır; Kur'an'ın söz konusu hükmünü dolayısıyla antr-parantez olarak zikrettim. Fakat akıl ve mantığın yanında, ülkemizin içinde bulunduğu şartlar ve umumî menfaatlerimiz de kat'iyen böyle davranmayı gerektirmektedir. Zira, kavga, insanda akl-ı selim, hiss-i selim ve mantık bırakmaz. Cahiliye şairlerinden İmrü'ül-Kays, "İki şeyi başlattığınız zaman, onlar durmasını istediğiniz yerde durmaz: Yangın ve kavga!.." der. Bu bakımdan, soğukkanlılığımızı korumamız lâzımdır.
Başörtüsü dinin açık emridir
Tesettür, gerçi dinin esasını teşkil eden imanî meselelerden değildir; İslâm'ın beş şartı arasında da yer almaz. Fakat, Kur'an'ın açık emridir. Farziyeti, hem Kur'an'la, hem Sünnet-i sahiha ile, hem de 14 asırlık İslâm tarihindeki uygulamalarla sabittir. Nur Suresi'nin 31. âyetinde mü'min kadınların başlarını, boyunlarından ve göğüslerinden açık bir yer bırakmayacak şekilde örtmeleri emredilmektedir. Dinin bu konudaki emirleri mezkur ayetle de sınırlı kalmamıştır. Düşünün ki, Peygamber Efendimiz'in pak zevceleri, hükmen mü'minlerin anneleridir. Peygamberimizden sonra onlarla evlenmek mü'min erkeklere haram kılınmıştır. Böyle iken, Ahzab Suresi'nin 59. âyetinde, sadece mü'min kadınlara değil, Peygamber Efendimiz'in pak zevcelerine de "Dış örtülerini, cilbablarını üzerlerine salsınlar" emri bildirilmiş; Sünnet-i sahihanın ve İslâm tarihindeki bütün uygulamaların ortaya koyduğu üzere, el, ayak ve -Hanefi Mezhebinde'de yüz dışında- bütün vücudun bol bir elbise ile örtülmesi emredilmiştir.
Arz edildiği gibi, başın tamamını içine alacak şekilde tesettür emri, yalnız Kur'an-ı Kerim'le değil, -aksine hiçbir ihtimal vermeyecek şekilde- Sünnet-i sahiha ve İslâm tarihindeki uygulamalarla da sabittir. Bu hususta müfessirler, muhaddisler, fakihler arasında farklı ve aykırı görüş belirten olmamıştır.
Fantastik muhalefetin bir değeri yoktur
Günümüzde -belki de bir kısım kimselere şirin gözükmek ve fantastik düşüncelerle kendilerini ifade etmek için- baş örtüsünün Kur'an'ın emri olmadığını iddia eden ilâhiyatçılar vardır. Fakat, bu mevzuda Kur'an'ın emri o kadar açıktır ki, tarih boyunca hiçbir müfessir farklı mülâhazada bulunmamıştır. Peygamber Efendimiz ve Sahabe-i Kiram başta olmak üzere, Din'i bugünlere kadar taşıyan ve meselenin mütehassısı olan, on binlerce müfessir, muhaddis ve fakihin yanında, 14 asırlık İslâm tarihinde bütün Müslüman nesillerce ittifakla uygulanabilmiş bir hükme, günümüz ilâhiyatçılarından birkaçının, bazı garezlere bağlı muhalefeti hiçbir değer ifade etmez.
Meselenin dinî buudu böyle iken kalkıp başörtüsünü farklı adlar altında da olsa başka kaynaklara bağlamak, bu mevzuda tuhaf ve birbiriyle tutarsız iddialar ortaya atmak, gülünç kaçmaktadır. Tesettüre, başörtüsüne bazı mülâhazalarla karşı olan çıkabilir, ama bunun İslâm'da olmadığı iddiası ileri sürülemez. Hele hele, en basit meselelerde bile, aklın ve bilimin icabı olarak işin uzmanına müracaat edilirken, Allah'ın marziyatının, bizden neler isteyip neler istemediğinin ifadesi olan din konusunda rastgele konuşulamaz. Bu, en hafif ifadesiyle gayr-ı aklîliktir, gayr-ı ilmîliktir, had bilmemektir. Dahası, ülkemizde din işlerini tanzimle vazifelendirilmiş Diyanet Teşkilatımız ve ona bağlı çalışan Din İşleri Yüksek Kurulu var; onlar hem bu konuların mütehassısıdır, hem de salahiyet sahibi kılınmışlardır. En azından, onlara müracaat edilmeli ve onların sözleri dinlenilmeli değil midir?
Dinimiz bilimle çatışmaz
Bu, meselenin bir diğer yanı da şudur: Ülkemizde ilmî ve teknik kalkınmaya hizmet etmesi gerekenler, üniversitelerin din ve inanç değil, bilim yeri olduğunu söyleyerek başörtüsüne karşı çıkıyorlar. Ne yazık ki bunu, bilimi en öne alan insanlar yapıyorlar. Galiba, nasıl bir tenakuz ve çarpıklık ortaya koyduklarının farkına varamıyorlar. Batı'da uzun süren çatışmalar sonunda din ile bilimin arası ayrılmış; Descartes çıkmış, "Buraya kadar bilimin, şuraya kadar da dinin sahasıdır" demiş. Bugün üniversitelerimizde benimsenen de bu. Gerçi böyle bir ayrılık, Müslümanlar olarak bizim inanç sistemimizde de, ilme bakışımızda da, tarihimizde de yoktur. İlim ve din, bizde aynı manânın iki farklı ifadesinden ibarettir. Biri zihnin, diğeri kalbin ışığı olarak görülmüştür. Bu sebeple bizim, Batı'da Rönesans'ın ve ilimlerin gelişmesine zemin teşkil eden, bu gelişmeye dinamikler sağlayan muhteşem bir ilim tarihimiz vardır. İbn-i Sina, Zehravî, Birunî, Harizmî, İbn Heysem gibi bu tarihi dolduran on binlerce ilim adamı, hem çok iyi dindardı, pek çoğu da sufi idi. Din ve ilim, bizim tarihimizde birbiriyle iç içe yer aldı, hiçbir zaman çatışır görülmedi. Dolayısıyla, "Bir insan, dindar ise, dine bağlı ise, başını örtüyorsa, bu insan ilim yapamaz, ilim insanı olamaz" demek; üniversitelerde başörtüsü takmayı üniversitelerin ilim yuvaları olmasına aykırı görmek, bir ilim adamına asla yakışmayan bir tavırdır. Kaldı ki, hepimiz biliyoruz, Galileo da Newton da, Laplace da ve daha pek çokları da dine karşı değillerdi; hattâ içlerinden bazıları ciddi derecede dindardı. Eddington'u nereye korsunuz? Dindar olmakla ilim yapmayı birbirinden ayrı mütâlaa ederseniz, ilim âleminin başının taçlarından olan Einstein'e da muhalefette bulunmuş, din ile ilimden birini kör, diğerini topal yapmış olursunuz.
Laiklik adına müdahale laikliğe aykırıdır
Üçüncü olarak, böyle bir tavır laikliğe de aykırıdır. Zira laikliğin temelini, dinin devlete devletin de dine müdahale etmemesi, hattâ devletin din hürriyetini sağlaması prensibi teşkil eder. Bu sebeple, başörtülü bir kızımızın üniversitede ilim tahsili yapması lâikliği yıkmaz; cumhuriyete de demokrasiye de hiçbir zarar vermez. Tam tersine, bunları güçlendirir. Onlar da zaten, dinî inançları gereği başlarını örtmeyi laikliğin, cumhuriyetin ve demokrasinin gereği olarak görüyor ve haklı olarak, hem laikliğin, hem cumhuriyetin, hem de demokrasinin korumaya aldığı din ve vicdan, hattâ düşünce ve düşünceyi ifade hürriyeti içinde mütâlaa ediyorlar. Problemi çözmek isteyenler de meseleye bu açıdan yaklaşıyorlar. Yoksa ne kızlarımız, laikliğe, cumhuriyete, demokrasiye karşı çıkmak için başlarını örtüyor, ne de çözüm arayanlar bunlara karşı olsun diye başörtüsünü serbest bırakmaya çalışıyorlar.
Bu bakımdan, şayet bazı kimseler başörtüsüne -hangi ad altında olursa olsun- karşı iseler, bunu açıkça söyleyebilmeli; onun neden takılmaması gerektiğini aklî, mantıkî ve ilmî olarak ortaya koymalı ve insanları bu suretle ikna etmelidirler. Bunu yapmaya çalışırken de, kendileriyle tenakuza düşmemeye, ülkeyi kavga ortamına çekmemeye, yakışık almayan protestolara kalkışmamaya ve tepkilerini medenî bir şekilde seslendirmeye dikkat etmelidirler. Yoksa protestolar, ülkeyi kavga ortamına sürüklemeler, darbe hatırlatmalarında bulunmalar, tehditler, yakışıksız üslûplar, ihtilâl günlerine özlem duymalar, fikrî ve ilmî kifayetsizliğin ifadesinden başka bir şey değildir.
"Baskı olur" sözleri provokasyon hazırlığı mı?
Burada, mevzu ile alâkalı olarak önemli bir ikazda bulunmak istiyorum: Şimdiye kadar Türkiye'de, İslâm'da başörtüsünden çok daha önemli olduğu halde hiçbir namaz kılan kılmayana baskıda bulunmadı, Ramazan'da doğruluğu şüpheli birkaç haber çıktıysa da, kimseye oruç baskısı olmadı. Hacca gidenler gitmeyenleri "Siz neden gitmiyorsunuz?" diye sorgulamadı. Her Kurban bayramı öncesi onca menfî yayınla Kurban aleyhinde olunmasına rağmen, hiçbir Müslüman, kurban kesmeyenlere "Neden siz de kesmiyorsunuz?" diye hücumda bulunmadı. Bırakın bunları, içki içen, kumar oynayan, her türlü günahı irtikap edenlere de dindarlar, nasihatta bulunmak dışında bir şey demedi. Kızlarımızın başını örterek okuyabildiği yıllarda hiçbir hadise olmadı. Bundan sonra olacağına da, başlarını örtmeyen kızlarımız dahi ihtimal vermiyor.
Gerçek bu iken, asıl mağduriyete zaman zaman daha çok dindarlar maruz kalıyorken, başörtüsü serbest bırakıldığında başını örtmeyenlere baskı olur demek, aslında yapılabilecek bazı provokasyonları akla getirmektedir. Önceki dönemlerde şahit olduğumuz üzere, eğer başörtüsü kanunu meclisten geçer –ki, bu kanunu kabul edip etmemek Meclis'in, onu tasdik edip etmemek Cumhurbaşkanı'nın selâhiyeti içindedir– kızlarımız üniversitelerde başörtülü okuma imkânına kavuşursa, ciddî provokasyonlar sahnelenebilir. Belli yerlerde kendilerine çarşaf giydirilmiş bazı vazifeli erkekler, tesettüre sokulmuş bazı vazifeli bayanlar, başlarını örtmeyen kızlarımıza rahatsızlık verebilir; sözlü, hattâ fiilî tacizlerde bulunabilirler. Bu konuda fevkalâde endişeliyim ve rical-i devletimizin bu hususta mesul olanlarının çok dikkatli olması gerektiğine inanıyorum.
Ayrıca, görüyoruz ki, yıllarca uğraşıp, on binlerce şehid verdiğimiz, onu bitirme yolunda pek çok millî serveti tükettiğimiz, sonunda dünya kamuoyunu da nispeten yanımıza çekerek belli muvaffakiyetler kazandığımız terör belasının asıl merkezleri de başörtüsünün serbest bırakılacak olmasından endişe duymaktadırlar. Çünkü, bu serbestliğin, Güneydoğumuzu teröre zemin teşkil etmekten uzaklaştıracağından, bölge halkını terör örgütünden tamamen koparacağından ve böylece terör örgütünün gücünü bütün bütün kaybetmesine vesile olacağından korkmaktadırlar. Öyle ise, sorumlu mevkiinde bulunan insanlar başta olmak üzere hepimiz, ülkemizin selameti adına bugünlerde her zamankinden daha çok duyarlı davranmak; sağduyu dediğimiz akl-ı selim, hiss-i selim ve mantık dahilinde hareket etmek mecburiyetindeyiz.
Hâsılı, ülkemizin bir istikrar ve kalkınma ortamını yakaladığı, hattâ Asya, Afrika ve Balkanlar gibi çok geniş bir coğrafyadaki milletlerin şuuraltında var olan tarihî müktesebatı değerlendirebilecek bir konumu ihraz etmeye başladığı, pek çok sahada önünün açıldığı bir zamanda her meselemizi konuşarak, seviyeli bir üslûp içinde ve ülkemizin umumi menfaatlerini dikkate alarak değerlendirmemiz ve çözmemiz elzemdir. Hangi siyasî görüşten ve hangi müesseseden olursa olsun herkese güven kredisi kazandıracak da budur. Yoksa, bu ülkeye bir defa daha çok büyük kötülük yapılmış olur.
- tarihinde hazırlandı.