Zikir Alanının Genişliği ve Yanık Nağmeler
Soru: Zikir mülahazasını günlük işlerimiz arasına nasıl içirebiliriz?
Cevap: Sofîlerce, Allah'ın ad ve ünvanlarının teker teker veya birkaçının bir arada anılması ve tekrar edilmesi şeklinde anlaşılan zikir; anmak, hatırlamak, varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah'a ait bir mesaj almak ve O'nu ins-cin herkese ilan etmek demektir. Cenâbı Hakk'ı mübarek isimleriyle yâd etmek, sıfât-ı Sübhâniyesiyle anmak, ef'âl-i ilâhiyesiyle hatırlamak ve "Allah şu işleri nasıl da bin bir hikmetle yapıyor" diyerek takdir ve minnet hislerini ifade etmektir zikir.
Zikir, bazen mücerret bir yâd etme şeklinde olur; bazen onunla beraber bir fikir ve tefekkür de bulunur. Bazen kalbinizde takdir ve tebcil hisleri coşar ve Allah'ın ululuğunu, azametini temâşâ ettiğiniz o an içinizden "Allahu Ekber" demek gelir. Bazen, O'nun sonsuz nimetlerinin sağanak sağanak boşalması karşısında gönlünüzde "Elhamdulillah, elminnetü lillah, eşşükrü lillah" diye bağırma, Cenâbı Hakk'a minnet ve şükranlarınızı ifade etme arzusu hasıl olur. Bir başka zaman, Allah Teâlâ'yı şerikten, nazîrden, zıdd u nidden tenzih sadedinde ya da bazı insanların bir kısım işleri falana, filana veya kendilerine isnâd etmeleri karşısında, "Her şeyin fâili Allah'tır; O, işine başkalarının karışmasından muallâdır, müzekkâdır.. O Sübhândır.." der, "Sübhânallah" diye haykırmak istersiniz. Mesela, bir belgeselde, insan fizyolojisiyle, anatomisiyle ya da ruhun fizikî yapı üzerindeki tasarruflarıyla alâkalı baş döndüren icraât-ı Sübhâniyeyi gördüğünüz zaman, ard arda "Sübhânallah" sözü dökülür dudaklarınızdan; Allah'ı anarsınız, "Ne büyüksün Rabbim, Sen Ahsenü'l-Hâlıkîn'sin" demek gelir içinizden. Bir musibete maruz kaldığınız ya da bir belanın def ü ref'ini gördüğünüz zaman da, yine O'nun merhameti, hıfzı ve inayeti ile alâkalı mülahazalar gelir aklınıza; gelir de siz "Yâ Fârice'l-hemm, yâ Kâşife'l-gamm" yakarışlarıyla bir kere daha O'nu yâd eder ve "Ey sıkıntı ve tasaları kaldıran, ey gam ve kederleri gideren" diyerek O'na yönelirsiniz. Bunların herbiri, değişik şekillerde O'nu zikretme demektir ve hadiselerin insan gönlünde tetiklediği duygularla meydana gelen zikirlerdir.
Bütün Azalarla Zikir
Zikir, hem dil, hem kalb, hem beden, hem de vicdanla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur. Cenâb-ı Hakk'ı o güzel isimleriyle, kudsî sıfatlarıyla yâd etmek, O'na hamd ü senâda bulunmak ve tesbîh u temcîdlerle gürlemek, yerinde Kitab'ı okumak, yerinde de aczini, fakrını duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek... dil ile yapılan birer zikirdir. Allah'ın varlığına dair delillerin mülâhazasıyla oturup kalkmak, enfüsî ve âfâkî yollarla varlık ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek ve basiret yoluyla uhrevî güzellikleri temâşâ etmek de bir kalbî zikirdir. İlâhî emir ve yasakları, kulluk adına yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes'ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir.
Öyleyse, bizim bütün ibadetlerimiz, zekâtımız, orucumuz, haccımız ve namazımız da birer zikirdir. Mesela, namaz, potansiyel olarak hatırlatıcı bir güce sahiptir. Namaz kılmak, Cenâbı Hakk'ın emrine bir riâyettir ama aynı zamanda Allah'ı anmaya da bir vesiledir. Kur'ân-ı Kerim, "Ve ekımi's-salâte lizikrî-Beni hatırlamak için namaz kıl." mealindeki âyetle bu hakikati hatırlatır.
Ayrıca, Kur'an-ı Kerim mealen şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, düşünen insanlar için ayetler vardır. Onlar ki, Allah'ı kâh ayakta divan durarak, kâh oturarak, zaman zaman da yanları üzere uzanmış olarak zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: "Ey büyük Rabb'imiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!" (Âl-i İmran, 3/190-191) Ayet-i kerimelerde zikirden sonra tefekkür nazara verilmekte ve zikir tefekküre bağlanmaktadır. Ayaktayken, oturuyorken ve uzanmışken Allah'ı zikreden, uzanmış haldeyken bile bir iç anışla da olsa O'nu zikretmelerini kesmeyen ve hayatlarının her safhasını, hemen her faslını zikirle derinleştiren insanların, ömürlerini sürekli zikir-fikir arası seyahatlerle mânâlandırdığı ifade edilmektedir.
Bu ayet-i kerimeyle ve zikir-fikir münasebetiyle alâkalı olarak Hazreti Âişe der ki: Bir gün Rasûlullah yanıma geldi ve "Âişe, bu gece Rabbime ibadet etmem için bana izin verir misin?" buyurdu. Ben de, "Ey Allah'ın Rasûlü, ben senin yakınlığını da severim, isteklerini de." dedim. Kalktı, odadaki su ibriğine vardı, abdest aldı, suyu çok da dökmedi, sonra namaza ve Kur'ân okumaya başladı. Çok geçmedi ki ağlamaya durdu. O kadar ağladı ki gözyaşlarının yeri ıslattığını gördüm. Sonra Bilâl geldi, kendisine sabah namazını bildiriyordu. Baktı ki O ağlıyor, "Ey Allah'ın Elçisi, dedi, Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahını affetmiş olduğu halde ağlıyor musun?" "Ey Bilâl, buyurdu, şu halde ben şükreden bir kul olmayayım mı?' Bundan sonra buyurdu ki, 'Nasıl ağlamayayım, Allah Teâlâ bu gece "inne fi halkıssemâvâti vel ard..." ayetini indirdi. Rasûlullah bunu söyledi, sonra da "Vay onu okuyup da, o konuda tefekkür etmeyenlere! Vay onu çeneleri arasında çiğneyip de onun hakkında derince düşünmeyenlere!" buyurdu.
Her Zaman ve Her Yerde Zikir
Evet, demek ki, zikir için herhangi bir hususi mahal yoktur. Kuran'ı Kerim "kıyâmen, kuûden ve alâcunûbihim" dediğine göre, demek ki insan ayakta, rüku'da, otururken ya da yatarken de Allah'ı zikredebilir. Nitekim, yatağa girdiğimiz veya uyumaya hazırlandığımız zaman, hadis-i şeriflerden anlaşıldığına göre, elimizi başımızın altına koyup, sağ tarafımız üzerine uzandıktan sonra, "Allahümme inni eslemtü nefsî ileyk..." sözleriyle başlayan ve "Allahım, rahmetini umarak, azabından korkarak kendimi Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana ısmarladım, sırtımı Sana dayadım. Senden başka sığınılacak, Senden başka güvenilip dayanılacak yoktur. Allahım, indirdiğin Kitab'ına, gönderdiğin Peygamberine iman ettim. Allahım, kullarını dirilteceğin gün beni azabından koru. Senin isminle ölür ve yine onunla dirilirim." şeklinde kabaca mealini verebileceğimiz duayı okuyor ve yatarken de O'nu zikretmiş oluyoruz. O an başka şeyler söylememize de hiçbir mani yoktur. Mesela, Peygamber Efendimizin, Hazreti Fatıma ve Hazreti Ali'ye tavsiye buyurduğu gibi 33 kere "Sübhanallah", 33 kere "Elhamdulillah", 34 kere "Allahu Ekber" dememiz de mümkündür ve bu da bir zikirdir. Bundan dolayı, Allah'ın azameti, ululuğu ve üzerimizdeki hakları açısından zikrin zeminini Kitab'ın ve Sünnet'in genişlettiği ölçüde geniş tutmak lazımdır. Çünkü, Cenâbı Hakk'ın lütufları çok geniş dairede bize geliyor, çok geniş dairede O'nun ululuğunu görüyor ve nimetlerine mazhariyetimizi duyuyoruz.. duyuyor ve aynı genişlikte "Sübhânallah! Elhamdulillah, Allahu Ekber" demek geliyor içimizden. Bu açıdan, zikir alanını da elden geldiğince geniş tutmamız gerekir. Yaptığımız her şeye O'nun adıyla başlayıp her işi O'nun adıyla bitirmemiz ve konuştuğumuz şeylerde de sözü evirip–çevirip O'na getirmemiz icab eder ki bu da bir mânâda zikirdir.
Hususiyle, iradenin hakkının verilmesi gereken yerlerde, yani insanın zorlandığı durumlarda meseleyi getirip O'na bağlamak zannediyorum daha çok sevap kazandırır. Yani birileri insanları laubâliliğe, mâlâyânî, boş, lüzumsuz, hatta zararlı şeylere çağırabilir. Yedinci Söz'de dendiği gibi, "Hey, arkadaş! Gel, gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel suretlere bakalım. Şu eğlendirici sözleri dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim." diyebilir. İşte insan, değişik dalaverelerle, lehv ü lağve (boş ve faydasız işlere) çağırıldığı bir yerde, iradesinin hakkını vererek zirek durursa, "Hayır, Allah'ı analım, sohbet-i Cânanla şenlenelim" derse.. -isterseniz bir "iç isyan, iç başkaldırma" da diyebilirsiniz- boş ve gereksiz şeylere karşı bir iç başkaldırma tavrı sergilerse.. o durumda ve bu şekilde bir yönelme iradîdir, diğerlerinden daha güçlü ve daha makbuldür.
Burada istidrâdî olarak bir hususu arz edeyim: Değişik maniler ve engeller karşısında zorlandığınız ama her şeye rağmen hakkıyla yerine getirdiğiniz zikir, fikir ve ibadet gibi mükellefiyetler, düz ibadet, düz zikir ve düz fikir de diyebileceğimiz normal şartlar altında yaptıklarınızla mukayese edildiğinde on kat, belki yüz kat daha faziletlidir. Mesela, bir yönüyle cismaniyetiniz ve bedeniniz sizi bir şeye çağırır. O anda iradenizin hakkını vererek ondan kurtulmanız ve meşru daireden ayrılmamanız çok önemlidir. Diyelim ki, hevâ-i nefsiniz ve şehevânî duygularınız sizi bir günaha çağırıyor, bir kısım dürtülerle sizi bir çukura itmek istiyor.. orada iradenizin hakkını vermeniz ve günah çukuruna yuvarlanmaktan kurtulmanız bazen yüzlerce rekât namaz kılmanızdan daha fazla kazanç sağlayacaktır size. Kezâ, Cenâbı Allah, bazı kimselere bazı istidat ve kabiliyetler vermiştir. Bazı insanlarda bir kısım istidatlar ve kuvveler daha güçlü, kuvvetlidir. Bu istidat ve kuvvelerin bazısı insanın aleyhinde ve dezavantaj gibi de görülebilir; fakat, haddi zâtında onlara terettüp eden vâridat çok fazladır. Eğer, sizin fenalıklara eğiliminize esas teşkil edebilecek duygularınız varsa, o duygular sizi günahlara zorluyorsa ve siz her şeye rağmen o duygulara karşı dimdik durabiliyorsanız, günah çağrılarına cevap vermiyor ve kötülük dürtüleri karşısında eğilmiyorsanız başkalarına göre çok daha hızlı terakki edebilirsiniz. Ne var ki, böyle bir terakkînin semeresini dünyada görmek her zaman müyesser olmayabilir. "En büyük ikram-ı İlahî, ikramını hissettirmemektir" fehvâsınca Allah, iradesinin hakkını veren kullarına ikram ve ihsanlarını hissettirmez; onların meyvelerini ahirette verir; sürpriz yapar onlara ve "gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve insan havsalasının kavrayamayacağı nimetler" lûtfeder.
Bu açıdan, zikir atmosferini korumanın zor olduğu, insanın cismâniyet tarafından tehlike vadilerine çekildiği yerlerde dimdik durup sürekli "Allah" demek, dil, beden ve kalble hep O'nu anmak çok daha önemlidir ve insana daha çok sevap kazandırır. Laubâliliğe, faydasız meşgalelere ve mâlâyânî şeylere açık yerleri bile Cenâbı Hakk'ı zikirle ve mahlukâtı tefekkürle süsleme, zikir ve fikirle oraları da nurlandırma pek faziletlidir. Mesela, herkes hacca gidemez, Arafat'a çıkamaz, Müzdelife bilemez, Mina göremez... fakat, herkes için objektif olan bir şey vardır; o da, insanın cismâniyet ve nefsi itibariyle olumsuzluğa çekildiği yerde iradesinin hakkını verip amel-i salihe yönelmesi.. karanlık zeminleri, sisli atmosferleri ciddi ve samimi tavrıyla nurlandırması.. işte bu, bir yönüyle her yeri o insan için Arafat haline getirir; her yeri Kâbe'nin metâfına çevirir. Peygamber Efendimiz, tehlike anında hudutta nöbet tutan bir insanın bir saatlik nöbetinin bir sene ibadet hükmüne geçtiğini beyan buyurmuyor mu? Bir dakika şehitlik meşekkati çeken bir insan birden bire en büyük velilerden biri olmuyor mu? Evet, bir Arap atasözünde dendiği gibi "Bikadri'l-keddi tüktesebü'l-meâlî-Meşakkat ölçüsünde mükafat elde edilir." Maddî–manevî her türlü muvaffakiyet, maddî–manevî bir kısım mahrumiyetlerin arkasında meknîdir. Ne kadar mahrumiyete katlanır, ne kadar kendinizi sıkar, ne kadar zorlanırsanız, semere ve mükafatınız da o ölçüde kıymetli olur. Şu kadar var ki, "Ben kendimi sıkayım da, daha çok sevap kazanayım" düşüncesi doğru değildir. Allah'tan afv u afiyet istenir, sıkıntı ve meşakket değil. Benim anlatmak istediğim husus: Sıkıntı ve zorluklar karşısında da mümince duruşunuzu korumanız, Cenâbı Hakk'ın rızası arzusuyla kıvamı muhafaza etmeniz sizi normal zamanlarda ve düz yollarda yürürken kazandığınız şeylerin kat kat üstünde fazilete ulaştırır.
Sâkin ve Sâmit Zâkirler
Evet, değişik keyfiyetleriyle ve değişik dalga boyundaki halleriyle zikri umûmî görüp, Cenâbı Hakk'ın bize bahşettiği nimetlere, teveccühlere ve tecellîlere çok geniş alanlı bir zikirle mukabelede bulunmak bizim vazifemizdir. Zikir o kadar geniş alanlı olmalıdır ki, dil, kalb ve sair azalar zikrettiği gibi insanın hal ve tavırları da zikirden nasibini almalı ve onu görenlere de bir manada zikir vesilesi olmalıdır. Zikri ve kulluk şuurunu bütün mahiyetiyle temsil eden İnsanlığın İftihar Tablosu'nu görüp de yüreklerin ürpermemesi mümkün değildi. O'nun gülyüzüne, nuranî çehresine bakanlar mutlaka Allah'ı hatırlıyorlardı. Demek ki bazen tavır, davranış, imaj.. gibi şeyler de vesile-i zikir oluyor. Bazen insan, tavır, davranış, hâl ve duruşuyla da bir yönüyle bir zâkir halini alıyor; adeta bir zâkir-ü sâkin ve sâmit oluyor... Nitekim bir hadis-i şerifte, " Allah'ın velileri öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allah hatırlanır." buyurulmaktadır. Bundan dolayı, Cenâbı Hakk'ın bazı seçkin kullarına "Hüccetullahi ale'l-âlemin" yani, "Allah'ın varlığına hüccet olmak üzere dünyaya gönderilen insanlar" denilmiştir. Tabakât kitaplarında pek çok zat için "Görüldüğünde Allah hatırlanırdı." ifadesi kullanılmaktadır. "Secde ettiğinde secdesinde Allah tecelli ederdi." cümlesi de başka bir ifadedir o büyüklerin mücessem zikir olan hâllerini anlatmak için. Mesela, Ka'nebî diye tanınan büyük hadis alimi Abdullah b. Mesleme, bir topluluğa uğradığı zaman onlar bu büyük insanın görünüşünde müşahede ettikleri mehabetten dolayı "Lâ ilâhe illallah" "Sübhanallah" demekten kendilerini alamazlarmış. Onu anlatan birisi der ki: "Ne zaman Ka'nebî'yi ziyarete gitsek onu uçurumun kenarındaymış da neredeyse cehenneme düşüverecekmiş gibi bir vaziyette görürdük." İşte böyle bir insanın hâli elbetteki çevresindekilere tesir eder. Döneminin en büyük alimlerinden birisi olarak bilinen İbn Cüreyc hakkında Abdurrezzak b. Hemmam der ki: "İbn Cüreyc'i ilk gördüğüm zaman dedim ki, işte bu Allah korkusundan yanıp tutuşan birisidir."
Ayrıca, zikir alanını geniş tutma mevzuuna yolda yürüme, koşu bandına binme ve araba kullanma gibi günlük işlerinizi de dahil ederek mütemâdiyen Allah'ı zikretmeniz de mümkündür. Mesela; her gün bir saat araba kullanıyorsanız, yarım saat-kırk dakika yürüyorsanız; o yarım saat ya da kırk dakikalık zamanda bir günlük hizbinizi, belki yarısını belki de bütününü okuyabilirsiniz. Teybinizi açar, ya Kur'an dinler ya da bir ilahîye kulak verir ve onun içinden kendinize göre bir yol bulup O'na yürüyebilirsiniz.. kalbinizi işletip, ruhunuzu söyletebilir, nefsinizin burnunu kırıp şeytana ağzının payını verebilirsiniz. Eğer bir yol arkadaşınız olursa, onun hâlini-hatırını da sorabilirsiniz; ama, bir müddet sonra bir şey okumaya başlayarak hüsn-ü misal teşkil etmeniz de mümkündür. Böyle bir davranışı ille de yol emniyeti mülahazasına bağlamak da doğru değildir; zira, öyle bir düşüncede de nefsanîlik vardır. Esasen, bir şeye binerken, "Sübhânellezî sehhara lenâ hâzâ ve mâ künnâ lehû mukrinîne ve innâ ilâ Rabbinâ lemünkalibûne Bunu bizim hizmetimize veren Allah'ın şanı ne yücedir; O bu nimeti bize musahhar kılmasaydı, biz buna tâkat getiremez, güç yetiremezdik. Biz elbette Rabbimize dönmekteyiz." (Zuhruf, 43/13) demek, Rabbimizi zikredip hamd ü senâ duygusuyla O'nu anmak sünnettir. Selef-i sâlihîn efendilerimiz işleğe, ata, deveye binerken bu ayeti okur ve şükür hissiyle dolarlarmış. Öyleyse, taksiye, otobüse, trene, uçağa binerken mümkünse bu duayı katlamak lazım; çünkü, bunlar da Allah'ın birer nimeti. "Seni tesbih u takdis ederiz, bu arabayı, bu treni, bu uçağı bize musahhar kıldın Allahım" demek lazım. İşte Allah'ın bu nimetlerine mazhariyetinizi de, onlardan istifade ederken değişik şeyler okuyarak ve Cenâbı Hakk'ı isim ve sıfatlarıyla yâd ederek tam bir zikre çevirebilirsiniz.
En Dokunaklı Ses
Bu meselenin az önce telmihte bulunduğum bir diğer yanı da, sizinle beraber olan insanlara da güzel örnek olmanız ve onlara da yapmaları gerekli olan şeyi telkin etmenizdir. Mesela, size sorsam ve desem ki "En dokunaklı ses hangi sestir?" Şimdi siz, falan sanatçının ya da filan hafızın sesi" diyeceksinizdir. Hayır, en dokunaklı ses her insanın kendi sesidir. İsterseniz deneyin; sesinizi yükseltin gece hiç kimsenin olmadığı ve duymadığı bir yerde. Sizi sadece O'nun duyduğunun ve O'na içinizi döktüğünüzün şuurunda olarak elinizden geldiğince nağmenin en yanığıyla dilendirmeye çalışın elem ve emellerinizi.. başınızı yere koyun ve "Rabbim" diye inleyin.. Size çok dokunacak kalbinizden yükselecek olan o nağmeler.. tebahhur eden denizler gibi buharlaşacak, çiy noktasına ulaşacak ve oradan dönüp yeniden teveccühler halinde sizin kalbinize akacak. İşte öyle bir an ve o türlü bir mekanda sesli okumalısınız.
Hazreti Üstad diyor ki, "Bu gece evrad ile meşgul olurken nöbetçiler ve başkaları işitiyorlardı. Kalbime geldi ve ‘Acaba bu izhar, sevabımı noksan etmiyor mu?' diye telâş ettim. Sonra, Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazâli'nin meşhur bir sözü hatırıma geldi. O demiş: "Bazen izhar, çok defa ihfâdan daha ziyade efdal olur." Yani, açıktan ve sesli okuyunca başkaları da istifade ederler, hatta gafletten uyanıp belki de taklit etmek ve kendileri de aynısını yapmak isterler. İşte, arabanın içinde veya bir yolda yürürken yanınıza aldığınız insana bu mevzuuda bir öncülük yaparsanız, onu da aynı hayırlı amele teşvik etmiş ve alıştırmış olursunuz. Ne biliyorsunuz, üzerine basıp çiğnediğiniz otların, dokunup geçtiğiniz yaprakların ve gölgesinde yürüdüğünüz ağaçların da sizin zikrinizle harekete geçmediğini!. Ne biliyorsunuz, içinde yol aldığınız vasıtanın ihtizaza gelmediğini!. Ben bir yönüyle, o canlı hayvanların da bir ruh –hayvanî ruh– taşıdıklarına inanıyorum. Bu arabaların, trenlerin, gemilerin ve uçakların da Allah tarafından görevlendirilmiş kendilerine göre bir ruhları ya da onlarla vazifeli birer melek olamaz mı? Allah hiçbir şeyi boş bırakmaz; onlara da nezaret eden birileri vardır mutlaka. Neden onu da ihtizaza getirmeyecek, neden onu da coşturmayacak ve neden onu da şahlandırmayacaksınız ki! Bütün bunlarda size dönen bir fayda olabilir; fakat, o faydayı düşünmemelisiniz. Kulların her fırsatta O'nu anmaları onların vafizesi, Allah'ın da hakkıdır. Bununla beraber, siz zikr u fikr ile yola çıkarsanız, Allah da sizi yolda bırakmaz, muhtemel kaza ve belaları def' eder. Emniyetle gider, emniyetle dönersiniz. Fakat, buna bağlıyarak yapmamak lazım zikir ve sair ibadetleri. O netice, Cenâb-ı Hakk'ın lütfunun bir çeşit tecellisi olarak sizin amelinize terettüp etse de siz amelinizde öyle bir fayda gözetmemelisiniz.
İşte böyle geniş alanlı bir zikirdir esas olan.. ve o ille de şöyle olacak, böyle olacak şeklinde daraltılmamalıdır. Belki daraltılacak bir yer vardır; o da, hadis-i şeriflerde ifade buyurulduğu için; hela gibi yerlere girerken sadece "Bismillahi, Allahumme innî eûzu bike mine'l-hubsi ve'l-habâis-Allahım, serâpâ pis olan ve pisliklerle hemhâl bulunan muzır şeytanlardan Sana sığınırım" demekle yetiniriz. İçeriye adım attıktan sonra artık Rabbimizin adını zikretmeyiz. Fakat orası da temiz mülahazalarda bulunmaya mani değildir. Gönül yine temiz tutulabilir; derin istekler onu doldurabilir. Hem o istekler söze dökülmeden melekler onları yazmaz, ancak söylediğiniz şeyleri yazarlar; oraya girmek zorunda bırakıp meleklere eziyet etmeye lüzum olmasa da, orada da saf ve duru hisleri muhafaza etmek mümkündür. Dahası, nerede olursanız olun, temiz mülahazalar kalbinizde belirince, Sahibi bilir onları. –Hâşâ– Sahib o türlü yerlere girmekten münezzehtir, mukaddestir, müberradır. Kezâ, bir haram şey yeyip içerken, bir haram iş işlerken.. mesela, katî haram olduğu bilinen bir oyunu oynarken de O'nun adı zikredilmez. –Allah korusun– haram yudumlarken O'nun adını zikretmede küfre düşme ihtimali bile vardır. Haram olması muhtemel şeylere başlarken de O'nun adını zikretmemek daha uygundur. Bahsettiğimiz mahzurlu yerler zikir alanını daraltma sayılır mı bilemeyeceğim. Belki oralar zikir alanı değildir, Allah muaf tutmuştur oraları. Belki de orada anmama, anmadır. Çünkü, orada da aslında O'nu gönülden anma vardır ve orayı Nâm-ı Celîli zikretmeye yakıştıramamadan dolayı anmama, anmadır.
Son bir hususu daha hatırlatmakta fayda var: İnsan, yeme-içme, yatıp kalkma gibi adetleri Hazreti Muhammed aleyhissalâtu vesselam Efendimize ittiba mülahazasıyla yaparsa o adetler de ibadet hükmünü alır. Efendimizi anma ve bazı şeyleri o yapıyor diye ve onun yaptığı gibi yapma da neticede Allah'ı anmaya dayanır. Efendimizi niye anarız Çünkü, O Allah'ın elçisidir. Hem O büyük bir elçi de değil, en büyük elçidir. Gelen bütün elçiler büyük elçilerdir; O ise, en büyük elçidir. Bir elçi kim tarafından gönderilmiş ise, onu temsil eder. Büyük elçiler kendi ülkelerinin cumhurbaşkanını temsil ederler. Reis-i Âlem, Mâlik-i Âlem, Hâlık-ı Âlem Allahu Teâlâ, Peygamberimizi bu dünya memleketine bir elçi olarak göndermiş mi, göndermemiş mi? Kimin halifesi ve kimin elçisi o zaman? Kimi temsil ediyor? Tabii ki, Allah'ın elçisi ve O'nu temsil ediyor. Öyleyse, Ona karşı bir hakaret de, bir ta'zim de Allah'a râcî olur. Bu açıdan Efendimiz'i anma da Allah'ı anma demektir. Ona salât u selam getirme ve Onun bir sünnetini uygulama da Allah'ı zikretme manasına gelir.
- tarihinde hazırlandı.