Kur’ân okuma
Hüzün ve Kur’ân âdeta birbirini tamamlayan iki kelime. Kur’ân hüzünle inmiştir. Allah Rasülü (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde buna işaretle buyurur ki; “Kur’ân-ı Kerim’in en güzel tilaveti ciddî bir hüzün içinde okunanıdır.” Şahsen ben, ruhsuz Kur’ân okumanın insanımızı duygusuz hale getireceğine inanıyorum. Kur’ân’ı anlamak, Kur’ân ile dirilmek, onun özünde derinleşmeye bağlıdır. Kur’ân’ın sadece ibare ve lâfızları ile ilgilenenler sevap kazansalar bile sevaba açık bir topluluk haline gelemezler. Bir başka tabirle, Kur’ân’ı muhtevasına uygun şekilde anlayıp hayatlarına hayat kılamazlar. Evet, Kur’ân’la münasebetimiz açısından asıl mesele kalb, şuur, irade, idrak ve hislerimizle ona yönelebilmek ve benliğimizin bütün buutlarıyla onu duyabilmektir. İşte böyle bir yöneliş ve duyuş sayesinde Allah’ın (celle celâluhû) bize seslendiğini hisseder, suya ve ziyaya ulaşmış rüşeymler gibi birdenbire yeşeririz. Okuduğumuz âyetin her kelimesinde, her cümlesinde farklı derinliklere erer; aynı anda bir yandan ruhumuzun atlasını temaşa ederken, diğer yandan göklerin haritasını müşahede etme ufkuna ulaşırız.
Âcizane kanaatim, Kur’ân okuma tam mânâsıyla bilinmiyor. Onun için bu meselenin çok ciddî olarak ele alınması gerekir. Çünkü Kur’ân’ı kaide ve kurallarına uygun şekilde okuma; onu içte duyma, mânâ ve muhtevasına vakıf olma, derinliklerine nüfuz edebilme kadar önemlidir.
Elfaz maânînin kalıbıdır (lâfızlar, ibareler mânâ ve muhtevanın kalıbıdır). Kalıp bozuk olunca mânâ sıkışıp kalıyor ve derinliklerine nüfuz edilemiyor. Mesela, kendi adıma, Kur’ân dinlerken yanlış okumalar karşısında ruhumda ihtilâc hâsıl olduğunu, konsantrasyonumun bozulduğunu, mânânın derinliklerine inmekten uzaklaştığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Bende böyle olduğu gibi, Kur’ân’ı tam bir konsantrasyonla duyarak, hissederek dinlemek isteyen herkesin ruhunda da aynı türden ihtilâcların olacağı muhakkaktır.
Evet, Kur’ân’ı, Allah’ın (c.c.) Cebrail aleyhisselâma, Cebrail’in “İnsanlığın İftihar Tablosu”na veya “Efendiler Efendisi”nin sahabeye okuduğu gibi okumak gerek. Cebrail (aleyhisselâm), Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, “Kur’ân nazil olduğu şekliyle korunuyor mu, doğru eda ediliyor mu?” diye her sene mukabele ediyordu. Bu açıdan hâdiseye bakınca, mukabeleye “test etme” de diyebiliriz. Bunun bize verdiği ehemmiyetli bir mesaj olsa gerek.
İsterseniz bir benzetme yapalım: Namazı duyma, her rüknünü vicdanında hissederek kılma, Allah’ın (celle celâluhû) huzurunda bulunduğunun şuurunda olma çok önemlidir; ama bunun yanında namazı namaz yapan rükû, secde, kıraat, kıyam, teşehhüd gibi zahirî erkâna riayet de şarttır. Kur’ân’ı tilavet kaidelerine riayet ederek hakkıyla okumayı da namazın zahirî erkânı gibi değerlendirebilirsiniz.
Kur’ân’ı doğru okumak için üç şeyin çok önemli olduğunu söyleyebilirim. Birincisi, bir fem-i muhsinin (okuyuşu düzgün bir hoca) rahle-i tedrisine oturma. Yani mutlaka işin uzmanından ders alma. Kur’ân okumak sadece harfleri bilmek değildir. Ben kendi kendime Fransızca öğrenmiştim; öğrenmiştim, ama nasıl konuşuyordum Allah bilir. Bir ara İngilizce de çalıştım. Bir gün Rahmetli Tuzcu Cahid Bey bana, “Hocam! Türkçe gibi İngilizce konuşuyorsun” dedi ve ben o gün İngilizce öğrenmeyi bıraktım. Harf ve kelimeleri aslına uygun şekilde telaffuz, ancak işin uzmanının önüne diz çökmekle öğrenilir. İkincisi, talim esnasında doğru telaffuz için insanın kendini zorlaması. Mesela mahâric-i hurufa (harflerin mahreçleri) çalışırken bizim kıraat hocamız kendisini ve bizleri çok zorlardı. Öyle ki, “dat” harfini gösterirken parmağını damağına koyardı. Bu ilk bakışta tekellüf gibi görünse de belli bir müddet sonra alışıyor insan. Ve üçüncüsü, kulak dolgunluğu. Bu da, Kur’ân’ı tekellüfsüz okuyan hafızları çok dinlemekle olur.
Malesef biz doğru düzgün Kur’ân-ı Kerim okumayı unutmuşuz. Hatta İmam Hatip liselerinde ve ilâhiyatlarda bile bu eğitim insanımıza tam tekmil verilemiyor. Kur’ân kursları ölçüsünde verilemiyor, desem kimse bana alınmasın.
Bu faslı, Hafız Münâvi’den nakledilen bir vak’a ile kapatalım: “Bir genç, hafızlığını ikmal ederken hemen her gün sabahlara kadar uyumayıp Kur’ân-ı Kerim’i hatmeder. Ertesi gün de tabiî olarak hocasının karşısına rengi solmuş, benzi sararmış olarak çıkar. Hem maddî hem de mânevî açıdan kendisine mürşid olabilecek kapasitede olan hocası, bu durumun sebebini onun ders arkadaşlarına sorar. Onlar cevaben, ‘Üstadımız, bu talebeniz hemen her gün sabahlara kadar uyumayıp Kur’ân-ı Kerim’i hatmedip duruyor’ derler. Üstad, talebesinin Kur’ân-ı Kerim’i böyle okumasını arzu etmediği için bir gün onu karşısına alır ve ‘Evlâdım! Kur’ân indiği gibi okunmalıdır. Bugünden itibaren sen Kur’ân’ı, şu ana kadar okuduğun gibi değil de beni karşında farz ederek, dersini bana takrir ediyormuşsun gibi oku’ tavsiyesinde bulunur. Genç gider, hocasının tavsiyeleri çerçevesinde o gece Kur’ân-ı Kerim’i okur ve sabah hocasının huzuruna geldiğinde, ‘Efendim, bu gece ancak Kurân-ı Kerim’i yarısına kadar okuyabildim’ der. Üstad, ‘Pekâlâ, bu gece de Kur’ân-ı Kerim’i doğrudan doğruya Resûl-ü Ekrem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda okuyor gibi oku!’ emrini verir. Talebe “Kendisine Kur’ân nazil olan zâtın huzurundayım, doğru okumalıyım” düşüncesiyle o gece Kur’ân’ı daha dikkatli tilavet eder. Ertesi gün üstadına Kur’ân-ı Kerim’in ancak dörtte birini okuyabildiğini söyler. Üstadı talebesindeki terakkiyi görünce, bir mürşidin müridinin dersinin arttırması gibi, ‘Bugün o emin melek, Cibril’in Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem)’e tebliğ ettiği anda dinliyor gibi oku!’ der. Talebe ertesi gün ‘Vallâhi üstadım, bugün ancak bir sûre okuyabildim’ der. Üstad son adımı atar: ‘Evlâdım! Şimdi de onu, binlerce hicabın verasında bulunan Mevlâ-yı Müteal’in huzurunda okuyor gibi oku! Düşün ki, okuduğunu Allah (celle celâluhû) dinliyor, senin için indirdiği kelâmını senin ile mukâbele ediyor.’ Talebesi ertesi gün ağlayarak üstadının karşısına gelir ve şöyle der: ‘Üstadım, “Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Errahmanirrahim. Mâliki yevmi’d-dîn” dedim; ama “İyyake na’büdü” demeye bir türlü dilim varmadı. Çünkü “Sadece sana kulluk yaparım” diyeceğim; diyeceğim, fakat ben o kadar çok şeye kulluk yapıyorum ve o kadar çok şey karşısında serfürû ediyorum ki, onun karşımda hazır ve nazır olduğunu mülâhazaya alınca “İyyake na’büdü”yü aşamadım.”
Hafız Münâvi, bu gencin fazla yaşamadığını, bir iki gün sonra vefat ettiğini kaydeder. Onu bu seviyeye getiren o bilge ve mânâ eri üstad, gencin mezarının başında onun ahvalini müşahede ederken, delikanlı, hocasının duyabileceği bir sesle, “Üstadım, ben hayyim (hayattayım). Hayy u Kayyum olan Sultanlar Sultanı’nın huzuruna vardım ve hiç hesap görmedim” diye konuşur.
Bu menkıbeyi nakletmekle “Bu ölçüler içinde Kur’ân’ı okumuyor veya okuyamıyorsanız onu okumayın!” demek istemiyorum. Fakat şu da unutulmaması gereken bir hakikat ki ruhumuzda inkılâplar meydana getirmeyen Kur’ân’ın ferdî ve içtimaî hayatımızda müessir olacağı düşünülemez. Biz Kur’ânla değişebilmeli, onun ufkuna yönelebilmeli, onu kendi derinlikleriyle duymalıyız ki o da esrarını sinelerimize boşaltsın.
Keşke çeşitli vesilelerle bir araya gelindiğinde, çok değil, bir on dakika bu işe ayrılsa; ağzı düzgün bir kişi talimde bulunsa; bilenler bilmeyenlere talim etse; bire bir mukabele şeklinde Kur’ân okunsa. Keşke!
- tarihinde hazırlandı.