İnsanın kulluğu
Soru: Kur’ân-ı Kerim’de, “Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât sûresi, 51/56) buyruluyor. İnsanların melekler gibi kulluk yapmamalarının hikmeti nedir?
Bu âyette Cenab-ı Hak, cin ve insi, eskilerin ifadesi ile, ille-i gâiye olarak Kendisini bilmeleri, irfanına ermeleri ve kulluk yapmaları için yarattığını ifade etmektedir. Her iş ve hâdisenin, Frenkçe ifadesiyle, bir finalitesi vardır. Bu kevn ü fesat âlemi olan kânatın yaratılması, düzene konulması ve insanlara ibadet sorumluluğunun getirilmesi, Allah’a kulluk teklifinin kabul ve edası içindir. Yani herkes Allah’ı bilip, Allah’a kulluk yapmak zorundadır. Bu husus eşya ve hâdiseleri Allah’ın yaratmasındaki –tabir caizse– ilâhî maksattır. İnsan, tohumu tarlaya atarken hedef olarak hasat mevsimini nazara alıp öyle atar. Harmanda döveni sapların üzerinde koşturduğu zaman başaktan buğdayın sıyrılıp çıkmasını hedefler. Bunlar bir bakıma insanın bu tür ameliyesinin finalitesi ve ille-i gâiyesi sayılır. Aynen onun gibi Allah’ın eşya ve hâdiseleri yaratmasının ille-i gâiyesi de –min gayri cebrin– şuuru ve iradesi olan kimselerin, Rabbilerini bilip O’na kulluk yapmalarıdır. Evet, abes işten münezzeh olan Allah, insanları ve cinleri bunun için yaratmıştır.
Aslında yerde-gökte her şuurlu fert, Allah’a kulluk yapmakla mükelleftir. Ancak bu kulluk, herkesin fıtrat, cibilliyet ve tabiatına göre teklif edilmiştir. Bu sorumluluk cinlere ve şeytanlara ayrı şekilde yüklendiği gibi, kâinatta eşya ve hadiselere de Allah’ın emirlerine boyun eğme şeklinde teklif edilmiştir. Onlar cebrî kanunlar içinde Allah’a itaat ederler. Melekler bizde olan beşerî garîzelerden, hayvanî hislerden, cinsî arzulardan, yeme içme iştihasından arınmış olup Cenab-ı Hakk’a karşı devamlı ibadetle mükelleftirler. Onlar, bu ibadetlerini yaparken aksini hiç düşünmezler. Biz, güzel kokudan, yemeden içmeden hoşlandığımız gibi melekler de kıyamda durmadan hoşlanır, rükua ve secdeye giderken lezzet alırlar. Hakk’a itaatte onlar için fevkalâde bir lezzet vardır. Fıtratlarının muktezası, nur ve revh u reyhandan olduğu için ruhî inşirah veren şeylerden hoşlanırlar.
Meleğin hoşlandığı şeylerden biz “mukayyet” (belli kayıtlara bağlı) olarak hoşlanırız. Şöyle ki, melekiyet tarafımız galebe çaldığı an bizim de ibadet ü taattan hoşlandığımız anlar olur. An olur ki, sağımızda ve solumuzda çocuklarımız feryad u figan etse veya cazibedar keyfiyetleriyle gözümüzün önüne dikilse, evlad ü iyal, mal ve menal zihnimizde canlansa hepsini bir tarafa iter, “Hayır, hiçbiriniz bana lazım değilsiniz. –Yunus’un diliyle– Bana Seni gerek Seni.” deriz. Bir ân-ı seyyâle nuranî hayatı yakaladığımız ve ruh âlemimize bir pencere açıldığı an, farkına vararak veya varmayarak lâhut âleminden içimize bir esinti geliverir ve böylece iç dünyamızda melekiyet keyfiyetine ait bir şeyler belirmeye başlar. İşte bizdeki bu kayıtlı ve geçici durum meleklerde devamlıdır. Melek her an elinin ters tarafıyla dünya ve mâfihâya (içindekilere) ait her şeyi atabilir ve her an kemerbeste-i ubûdiyet içinde Rabbin huzurunda lezzet ve zevkle kanatlanır.
Evet, bizde de böyle bir melekiyet yönü vardır, ancak biz câmi bir varlığız ve binbir esmânın kısm-ı âzamının nokta-i mihrakiyesi durumundayız. Yani bizde hem ruhanilik, hem cismaniyet hem de hayvaniyet vardır. Cismaniyet, hayvaniyet ve melekiyetten meydana gelmiş bir varlık olarak insan bu yönüyle Allah’ın esmâsına farklı bir aynadır. İnsan, melekler gibi şeffaf olmayıp sadece ubûdiyet sırrının mütecelli olacağı bir keyfiyeti taşımaz. Aynı zamanda şehvet, ğılzet, behîmiyet, cemâdiyet ve nebâtiyet hususlarını da mahiyetinde barındırır. Bazen bunların hepsi kendi hükümlerini icra eder ki, o türlü durumda insan kendisini odun gibi hisseder. Mevlâna Celâleddin Rumî Hazretleri, tekâmülcülerin (evrim nazariyesine inananlar) yanlış anladıkları bir sözünde özetle, maden idim, nebât oldum; nebât idim, hayvan oldum; hayvan idim, insan oldum; insanım ölüyorum, ölmekle tekâmül ediyorum, niye üzüleyim,[1] der.
Evet, insan bazen yirmi dört saat içinde çizdiği kavsiyesinde bu makamlara uğradığı anlarda, bu hususların onun ruhunda hükmünü icra ettiklerine şahit olur ve hayatın bir köşesinde nebâtiyetin bir bekçi gibi beklediğini görür. Hayat o yönüyle tamamen ottur ve bitkidir. Ayrı bir yöne yöneldiğinde orada da hayvaniyetin kendine has silahıyla silahlanmış vaziyette beklediğine şahit olur. O yer, tamamen hayvaniyetin hükmettiği bir sahadır. O sahanın içine girdiğinde sadece ve sadece behîmiyet hükmünü görür. Ayrı bir sahaya girdiğinde şuur ve idrak olarak orada da insaniyet mânâsı tebellür eder, billurlaşır ve insanlık, özüyle kendini bulur ve vicdanıyla bir kısım hakikatlere vâkıf olur. Burası da insaniyet mertebesidir. Şayet insan, esmâ ve sıfât dairesine yelken açarsa bu defa da kendisini unutacak öyle bir seviyeye gelir ki “Sen!.. Sen!..” der, ileriye atılır ve bî kem u keyf Zât-ı Ulûhiyet sahiline yaklaşır ve مَـا عَرَفْنَـاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ “Seni hakkıyla bilemedik Allahım!”[2] sözüyle Hak hakkındaki irfanını seslendirir. Bu da insan-ı kâmil mertebesidir.
Binaenaleyh Hazreti Mevlâna bu meseleyi anlatırken, bir insanın belki haftada bir, belki her gün uğradığı mertebeleri anlatmıştır. İşte insan, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne, sırlı mânâları nefsinde toplayan, melekiyeti aksettiren, bütün âlemlerin enmûzeci ve numunesi, bütün hakikatleri nefsinde tayyeden bir kitab-ı matvî (dürülmüş kitap) mahiyetindedir. Öyleyse böyle bir kitaptan sâdır olacak ibadetin keyfiyeti de başka olacaktır. Onun, namaz kılarken şeytanın ağzına yumruk salladığı an olacak, bazen nefs-i emmâreye baş sallayacak, bazen omuz silkecek, bazen Kur’ân’da ses yükseltmek suretiyle şeytanı tardetmeye çalışacak, bazen de Rabbin huzurunda olmanın haşyetiyle sesini alçaltacaktır. Bütün bunlar namaz kılarken dahi üzerimizde hükmünü sürdüren, melekiyet mertebesinin dışında ne kadar mertebe varsa bir bakıma onların hükmünü kabul etmenin ifadesidir.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, beşerin hayatı, serâdan süreyyâya kadar bir renklilik içinde kavisler çizerek cerayan ettiği gibi bu durum, hayatımızın bir mânâsı, miracımız olan namazda dahi kendisini göstermektedir ve yükselirken dahi acaip hâller göstererek yükselmektedir. Melek, bir kere pervaz eder yükselir. Ancak insan her köşe başında bizi bekleyen şeytan veya nefs-i emmâre adına bir kısım badirelerle, mânialarla karşı karşıya kalır, onlarla savaşır ve öyle yürür. İç murakabesi çerçevesinde kendini kontrol ede ede Rabbin huzurunda duran kimseler –objektif olmasa bile– şu söylediğim sözlerin ne mânâya geldiğini, sağa sola namazda savurdukları çiftenin ve salladıkları yumruğun, eğip büktükleri kafalarının mânâsını az çok anlayacaklardır. Ancak herkes böyle yapmamalıdır. Zira bunların belli kanun ve prensipleri yoktur. Belki bir iç derinliktir ki, herkes kendi içinde bilmediği bir âlemi keşfederken, mazhar olduğu şeylerle bir kısım ahval ve etvarda bulunmaktadır.
Cenab-ı Hak, hakikat-i salâtı edaya bizleri muvaffak eylesin!
[1] Bkz.: Mevlâna, Mesnevi 3/154.
[2] el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/410; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 4/79, 17/202.
- tarihinde hazırlandı.