Hakiki eşitlik
Soru: İslâm’da eşitliğin gerçek mahiyeti nedir? İslâm’daki eşitlikle, sosyalistlerin ortaya attıkları eşitliği karşılaştırabilir misiniz?
Eşitlik, çok evveliyatı olan bir kavramdır ve tarihin değişik dönemlerinde sosyal sınıflar arasında çeşitli dalgalanmalara sebebiyet vermiştir. Bu kelime, bizim dilimizde “müsavat” sözcüğüyle ifade edilegelmiştir.
İşin esası, Allah (celle celâluhu), bütün insanları birbirine müsavi olarak yaratmış ve teşriî emirleri de o istikamette koymuştur. Evet, Allah, mahlûkatı nasıl yaratmışsa, onlarla alâkalı mevzuatı da peygamberleri vasıtasıyla o çizgide talim buyurmuştur.
Allah’ın insanları müsavi yaratmasına rağmen, bir kısım akıllılar ve güçlüler, zayıfları ve aklı her şeye ermezleri hep sömürmüşlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de, Allah’ın (celle celâluhu) ilâhî mevzuatı, insanların eşit olduğunu göstermesine rağmen o mevzuatı tanımayan haknâşinas insanlar, beşeri hep istismar edegelmişlerdir. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), nübüvvetle serfiraz kılınınca, bozulmuş bu düzeni yeniden ıslah buyurmuş ve bir kanun koyucu ve ıslah edici olarak yepyeni mevzuatla her şeyi bir kere daha düzene sokmuştur. Ne var ki, O’ndan sonra yine bir kısım güçlü insanlar zayıf insanları istismar etmiş, dünyamız dâhil her şey bir kez daha alt-üst olmuştur.
Orta Çağ anlayışında yetişenler ve daha sonra da kapitalist bazı sistemler, beşerin büyük bir kısmını ticari eşya gibi almış-satmış, az bir ücretle çalıştırmış ve değişik şekillerde zayıf kimseleri istismar etmişler/etmektedirler. Allah’tan korkmayan, mahkeme-i kübrâya inanmayan, hesap duygusu taşımayan insanlar, o zayıf kimseleri hep istismar etmişlerdir. O bakımdan, müsavat dediğimiz zaman, sadece bu konuda mevzuatı ortaya koymak kâfi değildir. Gülhane Hatt-ı Hümâyunu içinde müsavat, debdebeli laflarla yerini alınca Avrupalılar bizi alkışlamış ve “Türkiye bir hayli ileri gitti!” demişlerdi. Hâlbuki o günden beri aradan iki yüz seneye yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen Türkiye, Avrupa’ya nispeten âdeta yerinde saymaktadır ve nispî olarak bir adım bile ileriye gidememiştir. Dahası, Fransız ihtilalinin olumsuz esintileri, dalgalanmaları Müslümanların yaşadığı topraklarda da tesirini göstermeye başlamıştır.
Eğer ilerleme denen şey, üniversitelerdeki başkaldırmalar, birbirini öldürmeler, bomba patlatmalar ise bu, yol değil; belki sosyal ihtilaller tarihine yeni bir kısım kareler ilave etme demektir.
Bugün İslâm dünyasında bazı mütefekkirlerce eşitlik adı altında ortaya atılan şeyler yeni değil, Fahr-i Kâinat Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem), prensipleriyle getirdiği ve kendi hayatında da fiilî olarak uyguladığı esaslardır. Ne var ki, bu müsavatın umumun vicdanında makes bulabilmesi için bir kısım temel rükünler vardır ve bunlar ihya edilmedikten sonra gerçek eşitlik hiçbir zaman tahakkuk edemeyecektir. Rusya, eşitlik davasıyla bir ihtilal yaptı ama kat’iyen eşitlik getiremedi. Eşitlik şöyle dursun, kendine muhalif olanlara hakk-ı hayat bile tanımadı. Bunun için de on dokuz milyon insanı kesmekten çekinmedi ve Haccâc-ı Zâlim’e rahmet okutturacak zulümler irtikâp edildi. Böylece istibdat dağıtılıp şahısların elinden alınarak despot bir azınlığın eline verildi…
Her şeyden evvel Müslümanların ortaya koyacağı müsavatın temelinde, tek bir arpadan dahi Allah’a hesap vereceğine inanmış vicdanlı insanların mevcudiyeti söz konusudur. Hazreti Osman (radıyallâhu anh), işte bu müsavatı temsil ediyordu. O halife olduğu zaman, dünyaya “Sağdan hizaya gel!” komutunu verecek bir mevkide bulunuyordu. Buna rağmen koca halife, mescidin içinde, başının altında kumdan bir yastıkla istirahat edebiliyordu ve topluma örnek oluyordu. Bir gün o, yanlışlıkla hizmetçisinin kulağını çekmiş, sonra buna çok pişman olmuştu. Hizmetçisini çağırmış ve ona “Çek kulağımı!” demişti. Zira o biliyordu ki, kulağı burada çekilmezse mutlaka ahirette çekilecektir.
Evet, Halife kendi yanında çalışana kendini eşit tutuyordu. Böyle bir hareketse, vicdanda bulunan bir mânâya dayanıyordu ki bu, ihya edilmedikten sonra gerçek mânâda kat’iyen müsavat olmaz.
Sahabenin (radıyallâhu anhüm ecmaîn), müsavatı nasıl gözettiğini gösteren vak’alardan birisi de Hazreti Said İbn Âmir’e (radıyallâhu anh) aittir. O, belki Türkiye kadar bir eyaletin valisiydi. Bir gün çarıklarını sopasının ucuna takmış olarak halifenin huzuruna gelmiş ve kendisinin artık valilik yapamayacağını belirterek görevden ayrılmak istediğini arz etmişti. Halife bunun sebebini sorunca da, karşısına muhakeme olmak üzere bir zimminin geldiğini anlatmış ve muhakeme esnasında bir ara canı sıkılarak zimmiye “Allah cezanı versin!” anlamına gelen bir şeyler söylemişti. Bundan dolayı o, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kim bir zimmiye eziyet ederse, onun hasmı benim.”[1] hadisini düşünüp görevden alınmak istiyordu. İslâm’ın getirdiği müsavatta vali ile –zimmî bile olsa– halk arasında böyle bir eşitlik vardı.
Bir defasında da Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), muhakeme olmak üzere o zaman hakem tayin ettikleri Zeyd İbn Sâbit’in (radıyallâhu anh) huzuruna çıkmıştı. Halife içeri girerken Zeyd ona biraz iltifat etmiş ve oturması için yanındaki minderi göstermişti. Bunun üzerine Hazreti Ömer, Zeyd’e “İlk zulmü işledin!” diyerek mahkemede herkesin eşit olması gerektiğini vurgulamıştı.[2] Hazreti Ömer’in bu tavrı, vicdanında bulunan o derin anlayışın, ilmin, irfanın ve Allah huzurunda hesap verme şuurunda olmanın ifadesiydi.
Benzeri pek çok misalden biri de; kılıcı insanları rahatsız eden birine Hazreti Ömer’in bir kırbaç vurmasıydı. Şöyle ki, bu zat farkında olmasa bile, insanlara kılıcının ucuyla eziyet ediyordu. Hazreti Ömer ona kırbaçla dokunuyor, sonra pişman oluyor ama ona bir kırbaç vurduğunu da söyleyemiyor. Bir sene sonra bu zatın hacca gideceğini öğrenen Hazreti Ömer, onu çağırıyor, yemek yediriyor. Hacda harcaması için biraz da para veriyor. Bunları niçin yaptığını da anlatıyor. Adam kendisinin hâdiseyi unuttuğunu söyleyince Hazreti Ömer, “Ben unutmadım. O günden beri o, kafamdan hiç çıkmadı.” diyor.
İşte İslâm böyle bir müsavat anlayışı getirmişti. Demek ki müsavatın kâğıtlarda, defterlerde yazılı kalmaması için evvela o, vicdanlarda bir esasa dayanmalıydı ki kalıcı olsun. İşte böyle bir eşitliğin, umumi vicdanda hüsnükabul görmesi ancak sağlam bir iman şuuruyla mümkün olacaktır. Yani “Yapmazsam Allah’a hesap veririm.” duygusu hâkim olmayınca müsavat da olmaz. Yeryüzünde umum beşeri, hiç olmazsa yüzde doksan dokuzunu memnun edebilecek içtimaî adalet Hazreti Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) eliyle inşa edilmiş, Hulefa-i Râşidîn devrinde doruk noktada yaşanmış, daha sonra da fâsılalarla ümmet-i Muhammed’e huzur getirici keyfiyette kendini göstermiştir. Fakat İslâm’a sırt dönüldüğü, Kur’ân tanınmaz hâle geldiği, Allah’ın unutulduğu, hesap vermenin kulağın arkasına atıldığı günden bugüne de kâğıtlar üstünde içtimaî adaletin veya müsavatın muhakemesi, müzakeresi yapılmakta ve asla daha ileriye gidilememektedir.
[1] Münâvî, Feyzu’l-kadir, 6/19. Ayrıca bkz.: Ebû Davud, imare 33.
[2] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 10/144.
- tarihinde hazırlandı.