İrade ve İmtihan
"İrade ile imtihan olma" meselesini nasıl anlamalıyız?
İnsanın fizyonomisi, anatomisi, biyolojisi gibi onun maddî, cismanî varlığına yönelik hususları âlem-i halk; irade, latîfe-i rabbaniye, şuur, his gibi mânevî yönleri de âlem-i emir içinde mütalâa edilir. Ayrıca bu dört temel rükün yanında latîfe-i rabbaniyenin önemli birer buudu olan sır, hafî ve ahfâ da yine âlem-i emir içinde değerlendirilir.
Âlem-i emri teşekkül ettiren bütün bu unsurlar, doğrudan doğruya ruhla irtibatlıdır. Bunların "seyr ü sülûk"ta, bizim dünyevî hayatımız adına da, uhrevî hayatımız adına da vaadettiği şeyler vardır.. ve tabiî ki, bunların insana ihsan edilmesiyle birlikte, onlarla hedeflenen bir nihaî gaye, bir finalite de söz konusudur ki, insan dünya hayatında hep bu gayeye erişebilme peşinde koşar.
Yalnız şu husus da kat'iyen unutulmamalıdır ki, insanın bu gayeye erişebilmesi, insan-ı kâmil olmasıyla yakından alâkalıdır. Şayet gaye, cismanî arzuların tatmini veya Cennet nimetlerinden istifade, Cemalullah'ı müşâhede ise, insanın bu sonucu elde edebilmesi, kendine lütfedilen bu duyguları, bu potansiyel istidat ve kabiliyetleri kullanmasına bağlıdır. Bu da ancak, amel etmek ve çok temrinatla olur. Onun için insan, daima Abdülkerim Cîlî'nin kitabında anlattığı ve kitabına ismini verdiği "İnsan-ı Kâmil" olmakla, duyup hazzedebilecek ve vâridâtına erebilecektir.
Evet, "Fıtratın gayesi, hilkatin neticesi iman-ı billahtır."; onun ardından muhabbetullah, peşi sıra zevk-i ruhanî, onun bir devamı olarak da aşk, aşkın insan ruhunda hâsıl ettiği şevk; hatta bu mevzuda hayrete dalma, kendinden geçme makamı sayılan vecd, vecde girmek için bazen tevâcüd, vecdin katlanmış şekli olan mevâcîd.. ve bunlardan bir girizgâhla ayrılıp farklı bir varyantta cereyan eden cezb.. iradenin söz konusu olmadığı incizab.. ve incizabın son sınırı "Yakîn gelip çatıncaya kadar ibadet şuuru." Evet, işte bütün bunlarla, bir bakıma fıtratın gayesi, hilkatin neticesi olan insan-ı kâmil seviyesi yakalanabilir.
İradeye gelince; başta da belirttiğimiz gibi, o, âlem-i emir içinde, vicdan mekanizmasının dört temel unsurundan birisidir. İrade, Bediüzzaman Hazretleri'nin sehl-i mümteni diye nitelendirebileceğimiz o enfes üslûbuyla ifade ettiği gibi "Bir meyelan (eğilim) veya meyelandaki tasarruftur." Evet, Üstad'ın, çok veciz ve kısa bir şekilde dile getirdiği bu hakikati, Seyyid Şerif Cürcanî, Teftâzânî gibi kelâm ilminin dâhi imamları, kitaplarında birçok sayfa ayırarak ancak izah edebilmişlerdir.
Evet, irade, bir eğilim veya eğilimde tasarruftur. Yani iki şeyden birini seçme durumunda bulunan bir insanın, o iki şeyden herhangi birini seçme cehd ve gayretini ortaya koymasıdır. Aslında bu, bir şart-ı âdidir. Ve tabiî bu şart-ı âdide, sebeple müsebbep arasında tenasüb-i illiyet prensibine göre bir münasebet de aranmaz. Yani cihanları aydınlatan bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunma ile aydınlanma veya koskoca sistemlerin yıkılması veya teessüs edilmesinin, sizin bir üfürüğünüze bağlanması ve sırf sizin üfürüğünüzle o sistemin yıkılması veya kurulması gibi.
Misallerde de görüldüğü üzere, burada sebep ile netice arasında münasebet, kat'iyen söz konusu değildir. Aslında ve normal şartlar altında o sebebin, bu neticeyi meydana getirmesi imkânsızdır. İşte Bediüzzaman Hazretleri bu çerçevedeki iradeye, sair kelâmcılar gibi "nisbî, kisbî irade" adını veriyor.
Şimdi bu kısa ve öz açıklamalardan sonra, irade ile imtihan olma meselesini incelemeye çalışalım:
1. Öncelikle biz irademizle imtihan oluyoruz. Bu kadar küçük bir şeyle (eğilim veya eğilimde tasarruf) nasıl böyle büyük neticeler elde edilebiliyor? Hâlbuki, sebeple müsebbep arasındaki münasebetin, aklî ve mantıkî buudlarda olmaması, bize O'nun büyüklüğünü ve o mutlak büyüklüğün çok önemli bir buudunu gösteriyor. –Yalnız bu buud tabiri kemmiyet ve keyfiyet ifade ettiğinden, bunun Allah'a isnadı hata olabilir. Eğer hata ise Rabbim affetsin– Evet, Bediüzzaman Hazretleri'nin ısrarla üzerinde durduğu gibi bir çekirdekten koca bir çam ağacının meydana gelmesi, bir yumurtadan veya daha doğru bir ifadeyle yumurtanın içindeki küçücük bir "ukde-i hayatiye"den civcivin meydana gelmesi… hepsi Allah'ın kudretinin, kuvvetinin birer tecellîsidir.
İşte bizim iradelerimiz de bu ölçüde bir şeydir. Yani o çekirdeğin veya o ukde-i hayatiyenin bir ağaç ve bir civcivdeki rolü ne ise, bizim iradelerimizin de yapageldiğimiz işler ve o işlerin neticelerindeki –ne kadar büyük olursa olsun– rolü odur. Aslında bütün bunlar "Allahu Ekber" gerçeğinin birer göstergeleridir. Onun içindir ki günde beş defa ezan vesilesiyle minarelerde 30 defa Allahu Ekber diyor veya dinliyoruz. Hatta "Daha yok mu?" ufkunda dolaşan mü'minler, bunu kâfi görmüyorlar da namazların sonunda 33 defa "Allahu Ekber" diyerek bu hakikati bir kere daha ilan ediyorlar.
2. İradenin mahiyeti ne olursa olsun, mademki Allah bazı şeyleri onun üzerine bina etmiştir; öyleyse ona itibar etmek lâzımdır. Zira Allah, geleceğimizi, bizim iradelerimiz üzerine kurmuştur, yani geleceğimiz adına irade, bir bakıma plan ve proje gibidir. Onun için Ehl-i Sünnet olarak biz, ne Mutezilîler gibi ifrata ne de Cebrîler gibi tefrite düşmeden, iradeye gerçek değerini vererek dengeyi korumuş oluyoruz. Evet, bazıları "Doğduğumdan bu yana hep O'nun dediği oluyor." deyip iradenin hiçbir kıymeti olmadığını iddia ederek, bazıları da iradeyi her şey görüp, hatta "O'nun haricî vücudu bile vardır." diyerek imtihanı kaybediyorlar. Ehl-i Sünnet'e gelince onlar, "İrade itibarî bir varlıktır. Madem Allah (celle celâluhu), irade üzerine çok şeyleri bina etmiştir. Öyleyse iradenin küçüklüğüne veya yaratmanın, yaratılanın büyüklüğüne bakıp aldanmamalı." diyor ve böyle bir düşünce ile veya düşüncede istikameti yakalamakla imtihanı kazanıyorlar.
İşte biz, bu çerçevede iradeye gerçek değerini verip Ehl-i Sünnet çizgisini yakalıyor, geleceğimize, hususiyle de işleyeceğimiz günahlara, hep bu açıdan bakıyoruz.
3. İradenin Allah'ın gösterdiği istikamette ve makul sınırlar içinde kullanılması da çok önemlidir. Meselâ sizler, savunageldiğiniz dava adına ölesiye koşturur ama iradenizin hakkını tam vermez, onu dengeli bir biçimde kullanmaz, kullanamaz veya iradenizi kuvvetlendirecek sair unsurlar ile onu besleyemezseniz, birtakım önü alınmaz yanlışlıklar içine düşmeniz her zaman söz konusu olabilir. Yani Asr-ı Saadet şablonunu, içinde yaşanılan şartları, insan ve irade faktörünü hesaba katmadan, "Hizmet için sokağa dökülecek, silahlı mücadele yapacak, siyasî yolları deneyecek, âlemle yaka paça olacak ve hedefe bu yolla yürüyeceğiz." der ayak diretirseniz, irade mevzuunda imtihanı kaybetmiş sayılırsınız. Hâlbuki irade, mantıkî ve hissî boşluklara çarpmamalı, çeşitli destekleyici unsurlarla daima beslenmelidir. Hatta bu bağlamda irade mutlaka şuur ile birleştirilmelidir. Böylece o, daha bir derinliğe ulaşacak ve mehbit-i vahy-i ilâhî veya ilham-ı ilâhî olan latîfe-i rabbaniye, irade hesabına harekete geçebilecektir.
İşte o zaman vahyin veya ilhamın aydınlatıcı tayfları altında irade, ister ubûdiyet isterse hizmet alanında çok farklı buudlara ulaşacaktır ki, Allah da yapılan ibadet ve hizmetlerin birini binlere yükseltecektir. Mantıkî ve hissî boşluklar içine düşülmeden yapılan böyle iradî hizmetler neticesi imtihan da kazanılmış olabilir.
4. İrade-imtihan münasebeti açısından meselenin bir diğer buudu da şudur: Bizim kendimize ait vazifeleri yapıp kat'iyen şe'n-i rubûbiyetin gereğine karışmamamız gerekir. Evet, bu da yine bir irade meselesidir. Zira bizim, Allah'ın yapacağı şeylere talip olmamız, irademizi aşan bir mevzudur. Kaldı ki gücümüzü, takatimizi aşan şeylere talep, neticede bizim ye'se düşmemize ve imtihanı kaybetmemize de sebep olabilir. Onun için buna da, yine Üstad'ın eserlerinde verdiği ölçüler içinde bakmalıyız. Bediüzzaman'ın ifadeleri içinde; harbe giderken vezirleri Celâleddin Harzemşah'a demişler: "Sen muzaffer olacaksın!"; o da onlara: "Ben Allah'ın emriyle cihad etmekle mükellefim. Galip veya mağlup etmek Allah'ın vazifesidir." diye cevap vermiş. Aslında buna "vazife" demeli mi, dememeli mi çok bilemiyorum? Ama başta Üstad olmak üzere, bu kelimeyi, Allah hakkında birçok kelâm ulemâsı kullanmıştır. Belki mukabelenin bahis mevzuu edildiği bir yerde "Allah'ın vazifesi" demekte şer'î bir mahzur olmayabilir. Ancak ben yine de, Cenâb-ı Hakk'a ait noktada, "şe'n-i Rubûbiyet" demeyi tercih ediyorum. O büyük Üstad ve diğerleri beni affetsinler!
Evet, bu ülkede yakın geçmiş itibarıyla Mehmed Âkif, Süleyman Nazif gibi insanlar hep ümitsizliğe düşmüşlerdir. Necip Fazıl'ın tabiri ile "milletin künde künde üstüne" yediği o dönemde, bu devâsâ kametleri ümitsizliğe iten herhâlde bahsini ettiğimiz meseleyi bütünüyle kavrayamamaları olsa gerek…
Netice itibarıyla bize kulluk yapmak düşer. Allah'a karşı: "Ben böyle yaparsam, Sen böyle yapar mısın?.." türünden gizli de olsa, pazarlık yapıyor gibi tavırlar takınmak çok yakışıksız şeylerdir ve kat'iyen kulluk sınırları içinde mütalâa edilemez. O hâlde biz, bize düşeni yapıp şe'n-i Rubûbiyet'in gereğine karışmadığımız takdirde, irade ile alâkalı imtihanı kazanmamız söz konusu olduğu hâlde, aksine, bir şey söylememiz mümkün değildir.
Burada şöyle bir soru da akla gelebilir: "İrade ile imtihan yine irade ile kazanılmayacak mıdır?" Evet, irade ile imtihan, yine irade ile kazanılacaktır. Onun için iradenin devamlı olarak güçlendirilmesi gerekir. Bunun için dua ve istiğfar, çok ama çok önemli iki faktördür. Üstad Hazretleri: "İstiğfar meyelân-ı şerrin kökünü keser, dua meyelân-ı hayra kuvvet verir." diyerek bu hakikate parmak basar.
İnsan, Hz. Sâdık-ı Masduk'un hadislerinde ifade buyurduğu ve Cehennem'in kendisi ile çevrili bulunduğu şehevâtla, yani yeme içme, yatma kalkma ve bütün bu bedenî arzuları gıcıklayıcı duygularla, düşüncelerle ihata edilmiş ve çepeçevre sarılmıştır. Öyle ki, insanın bu istikamette bir adım atması, onun gidip şehevâtın içine gömülmesine vesile olabilecek mahiyettedir. Aslında, hadiste ifade edilen şehevâtı, bazılarının anladığı gibi sadece insanın karşı cinse beslediği arzu mânâsına yorumlamak doğru değildir. Burada şehevât, daha umumî ve küllî mânâdadır. Böyle bir yaklaşıma göre, kumar oynama, içki içme, zina etme şehevâtın bir buudu olduğu gibi, tûl-i emel, yeme içme, gereksiz gezme dolaşma da şehevâtın ayrı bir buudunu teşkil eder. İnsan bunlardan herhangi birisine takıldığı takdirde, nefs-i emmaresine avlanır gider.. ve gün gelir tamamen onun esiri ve zebûnu olur. İşte bütün bunlara karşı istiğfar, her türlü şerrin ve şerre meyelânın kökünü kesen bir tılsım hâline gelir.
Bu anlamdaki istiğfarı biraz daha açacak olursak; meyelân-ı şerrin kökünü kesen istiğfar, geçmiş günahlara nedamet etmek, hâlihazırdaki istikameti korumak ve gelecek adına günahlara karşı tavır belirleyerek, bunda kararlı olmak.. ve dahası sürekli bunu vurgulamak, bir diğer ifadeyle Allah'a yöneldiğini vicdanında tam duymak demektir.
Meyelân-ı hayra kuvvet veren duaya gelince; Allah (celle celâluhu) Kur'ân-ı Kerim'de değişik yerlerde, bizleri duaya teşvik ederken: "Dua edin, duanıza icabet edeyim." (Mü'min sûresi, 40/60) "Eğer kullarım Benden sorarlarsa, Ben onlara çok yakınım..." (Bakara sûresi, 2/186) buyurmaktadır. Diğer bir ifadeyle, kullarım sakın ye'se düşmesinler zira, bir kere Ben onlara şah damarlarından daha yakınım.. onlar şayet fiilen dua edemiyorlarsa kavlen dua etsinler.. onu da yapamıyorlarsa gönülleriyle bana yönelsinler, yani eğer dilleriyle söyledikleri şeyler onları tatmin etmiyorsa, vicdanlarındaki mülâhaza enginliğine kendilerini salıvererek şöyle diyebilirler:
"Allahım, ben şu meselede 30-40 cümle ile senden bir şeyler istedim. Hâlbuki enbiyâ, asfiyâ, evliyâ, mukarrabîn ve ebrârın istediği veya istenmesi gerekli olan nice şeyler vardır ki istememişimdir; ben onları bilememiş, idrak edememiş, istememiş olabilirim. Şimdi bu mülâhazaların hepsini birden nazara alıyor, bütün ruhumla Sana bir kere daha teveccüh ediyor ve rahmet kapının tokmağına dokunup inliyorum."
Evet, himmetimizi âlî tutup, mülâhazalarımızın derinliği ile Rabbimiz'in kapısına âciz, iktidarsız bir varlığa gider gibi değil de, bizlere her gün bin Cennet verse, hazinelerinde zerre kadar eksiklik olmayacak Ganiy-yi ale'l-ıtlâk'a müracaat ediyor gibi gitmeli.
Ayrıca "Duanız olmasa Rabbim sizi ne yapsın (ne ehemmiyetiniz var!)" (Furkân sûresi, 25/77) âyetinin ifade ettiği hakikate göre, insanın çok önemli bir yanı, onun dua ile Allah'a teveccühüdür. Çünkü sair ibadetler dua kadar hâlis olmayabilir. Zira diğer ibadetlerin bazıları riyaya, süm'aya açıktır, bazıları da zâhirî sebepler çerçevesi içinde zoraki yapılabilir. Hâlbuki dua, esbabın bi'l-külliye sukûtu noktasında, insanın başvurduğu bir silah gibidir. Duada sebeplere müracaat edilmez. O, bir nispette riyaya ve süm'aya da kapalıdır. İnsan dua sayesinde, hiç kimsenin olmadığı bir mekânda bütün gönlüyle Rabbisine teveccüh eder, ellerini açar, kendini secdeye atar, gözyaşları ile seccadesini ıslata ıslata ve yana yakıla yalvarır durur.
İşte bu çizgi üzerinde yapılan dua, meyelân-ı hayra kuvvet verir, yani hayır yapma açısından insan iradesine güç ve kuvvet kazandırır. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), farklı rivayetlere göre günde 70 veya 100 defa istiğfar ediyor. Hayatının hemen her safhasında horoz ötmesinden, yeni elbise giymeye varıncaya kadar, değişik durumlarda hep dua ediyor. Aynen bunun gibi bizler de başlangıçta biraz zorlama ile olsa bile, yapa yapa zamanla hem duanın hem de istiğfarın çocuğu hâline gelebiliriz. İşte bütün bunlar irade ile ilgili ubûdiyet buudlu imtihanlardır.
Bu uzun faslı Yunus Emre'nin irade ile alâkalı mısralarıyla bitirelim:
Âciz kaldım zalim nefsin elinden
Şol dünyanın lezzetinden doyamaz.
Aynını (gözünü) almıştır gaflet gömleğin
Ömrünün gelip geçtiğini bilemez.
İlâhî gaflet gömleğin giyene,
"Müslüman" der misin nefse uyana?
Kazanıp kazanıp verir ziyana
Hak yoluna bir pulunu kıyamaz.
İlâhî, gafletten uyar gözümü,
Dergâhında kara etme yüzümü
Yunus eder, gelin tutun sözümü
Dünya seven, ahireti bulamaz.
- tarihinde hazırlandı.