Orada Uzakta Bir Cami
Orada uzakta buğu buğu mazi kokan bir cami vardı. Aslında hemen her mescit, cemaati, gelip gideni ve Hakk'a açık ufkuyla yeryüzünde gökler ötesine en yakın bir mekan, ötelere bakan bir rasathane ve bir mânâda "Sidretü'l-Müntehâ" nın izdüşümü olsa da, o farklı cami -kerameti cemaatine ait- her zaman bağrından yükselip tâ dışarılara kadar akseden içindeki köpük köpük his tufanı, müdavimlerinin dupduru heyecanı ve harîminde sürekli duymaya alışık olduğumuz o aşk u şevk insanlarının âh u efgânıyla âdeta bir farklılığın remzi olmuştu. Harîmine girdiğimiz andan itibaren oradaki sesleri-solukları, tehlilleri-tekbirleri, gönüllerimizin muhabbetle köpüren hisleri gibi yumuşak, sımsıcak bulur ve âdeta kendimizi bir başka âlemde sanırdık.
Rengini, desenini, şivesini içindeki cemaatin sinelerindeki heyecandan, onların çehrelerindeki samimiyet ve nurâniyetten, ümit ve beklentilerindeki derinlikten alan bir mânâda o seyyar ve seyyal mâbed, her zaman bize annelerimizin kucağında duyduğumuz şefkati, babalarımızın azim ve kararlılığını, secde ile aydınlanmış çehrelerin ledünnîliğini ve Cennet yolunda olmanın lezzet ve halâvetini hatırlatırdı. Bizler hemen her cuma, insanların akın akın o mâbede koştuklarını görünce, âdeta kendimizi geçmişten gelip başımıza boşalan bir sürü hayal sağanağı altında sanır; içinde bulunduğumuz zaman dilimini aşarak gider geçmişin sırlı koridorlarında dolaşır.. yer yer mutlu geleceğimizi ümitle süzer, zaman zaman diriliş günlerimizi temâşâya dalar ve tadına doyulmadık hülyalarla banyo yapmış gibi olurduk. Doyamazdık o güzel insanlarla bir arada bulunmaya, kubbe ve duvarlarda yankılanan hıçkırık seslerine, sinelerden kopup gelen ve bakışlara akseden ümitlere ve altın çağlarımıza ait seslerin, sözlerin, mülâhazaların çiy çiy başımızdan aşağıya dökülüşüne. Hemen her cumalanışımızda gönüllerin sesi-soluğu diyeceğimiz heyecanlar, birleşik kaplar hesabı, ondan ona, ondan da bir diğerine boşalır gibi olur ve her sinede aynı seviyeye yükselir; derken, caminin içinde âdeta bir duygu tufanı yaşanırdı.
İç içe girerdi duygular, düşünceler ve dar gelirdi içinde bulunduğumuz zaman hepimize; yırtılır gibi olurdu yaşadığımız çağın kılıfı; dökülüverirdik ışıktan çağlara ve dinlerdik ruhumuzun sesinden kendi gönüllerimize ait altın neşideleri geçmişin dili, geçmişin şivesiyle. Çok defa mâbedden içeriye adımımızı attığımız andan itibaren, dört bir yanımızda bir sürü sihirli kapı aralanmış gibi olurdu; olurdu da duyardık beş yüz sene, bin sene önce yaşamış cedlerimizin "hay-hû"yunu; yüreklerimize ürpertiler salan nâralarını ve her yanda bir velvele olup yankılanan gülbanklarını. Unuturduk bu veba ve tâun çağının bütün olumsuzluklarını; unutur ve kendimizi bir itminan, bir serinlik, bir emniyet, bir şefkat ve bir güzellik ortasında hissederdik.
Zaman zaman oradaki o inanmış insanların mânâlı bakışları, duruşlarındaki mehâbetli havaları ve Allah huzurunda bulunuyor olma haşyetleri, mâbedin ötelere açık kendine has derinliğiyle birleşince, her şey öyle baş döndüren bir büyüye ulaşırdı ki, hemen çoğumuz kendimizi bir zirveye doğru yükseliyor veya bir zafere koşuyor sanırdık. O sihirli dakikalarda hemen herkes ruhunun derinliklerinde mânâsını kavrayamadığı bir neş'e ve bir sevinç hissederdi; derken kederler dağılır gider, sineler gamdan âzâde bir hâl alır ve bize ait günlerin bir yenisini daha idrak etmiş gibi hem mazi hem de gelecek olurduk. O esnada duyduğumuz her ses, her soluk bize, dupduru bir çocuk çığlığı gibi tesirli, bir aşk iniltisi gibi içten ve bir mûsıkî faslı gibi de heyecan verici gelirdi.
Ben, yıllar önce saf bir Anadolu insanı hissiyatıyla duyup tattığım o günkü ruh ve mânâyı, cami harîmini aşıp tâ sokaklara ulaşan o zamanki cûşiş ve heyecanı, hafızamda pırıl pırıl izler bırakan anlamlı görüntüleri, bugünkü mantık ve felsefemden onlara hiçbir şey ilave etmeden tazimle korumakta ve kendi kendime "Keşke o altın günler hep devam etseydi." hasretiyle inlemekteyim. İnlemekteyim ama, biliyorum ki, benim de içinde önemsiz bir çizgi veya değersiz bir nokta olarak bulunduğum o büyülü ve şeker-şerbet günleri artık geriye getirmek hiçbir zaman mümkün olmayacak; o birbirinden farklı haz ve zevk resimleri asla bir araya gelmeyecek ve bir açılıma merkezlik yapan o toplanıp dağılmalar kat'iyen bir daha geriye dönmeyecektir. Belki bundan sonra da pek çok mâbed yine dolup boşalacak, kubbelerde yine hak dostlarının sesleri yankılanacak, her yerde diller sürekli Hakk'ı söyleyecek; ama ihtimal ki, mebde'e ait o halâvet, o tarâvet ve o canlılık bir daha asla duyulmayacaktır.
Uzaktaki o camide, bize ait öyle bir terbiye, öyle bir nezaket ve teşrifat keyfiyeti hâkim idi ki, biz orayı her zaman muhteşem geçmişimizin birkaç kareye sıkıştırılmış bir vitrini gibi duyar, onun harîmindeki her sesi ve soluğu bir şiir gibi dinler, gelip kulaklarımıza çarpan âh u vâhı da cennetini yitirmiş Adem Nebi'nin feryad u figânına benzetirdik.. ve orada hep kendimizi söylerdik; söylerdik de bazen söz ve düşünceler öyle bir aşkınlığa ulaşırdı ki, yer yer Yakup Nebî gibi hasret ve hicranla sızlar, zaman zaman da Yusuf'a ait gömleğin kokusunu almış gibi sevinçlerimizi gözyaşlarıyla şiirleştirirdik.
O mâbedde bir araya gelen gönüllerin hemen hiçbirinde yeis ve inkisar yoktu, olmazdı da; dayanırlardı birbirlerine duygu ve düşünce tufanıyla ve bir set oluştururlardı ümitsizlik sel ve fırtınalarına karşı. Hele orada kin, nefret, gayz, hiddet ve asabiyete asla rastlanmazdı; zira kalbler selim, duygular dupduru, insanî münasebetler sımsıcak ve bakışlar da emniyet vadediciydi. O mâbedin harîmine bile günlük dedikodu, dünya ve ukbâ adına yararı olmayan, bizim "güft ü gû" dediğimiz hiçbir muzır mülâhaza sokulamazdı.
Orada insanlar her zaman sadece Hak mülâhazası ve Yaratan'ın hoşnut olması düşüncesiyle bir araya gelir, samimiyetle birbirini kucaklar, kendi aralarında alâka ve irtibatlarını yeniler; hep aynı dilden aşk u şevk besteleri söyler ve dinler, aynı havadan şefkat ve tefekkür nağmeleri mırıldanırlardı. Bir büyüsü vardı veya biz öyle sanırdık o mâbedin; bizim geçmiş dünyalarımıza, altın çağlarımıza, hatta göklere ve gökler ötesine açık hülyalı ikliminde insan oraya adımını atar atmaz, harîmindeki umumî hava hemen ona kendi boyasını çalar, hiss-i müşterek lisanıyla kendi sesinden bir şeyler fısıldar ve onu da kısa zamanda kendine benzetirdi.
Ben şimdilerde o dopdolu günleri hatırlayıp ruhumda canlandırınca, histen, heyecandan yana fakirlerden fakir, çok defa sisli-dumanlı bugünkü gurbetimle ürperiyor; kendime acıyor ve âdeta bir "dâüssıla" yaşıyorum. O zamanlar hep ulvî hislerle oturur kalkar, sürekli uhrevîliğe açık durmaya çalışır, Allah'a yönelen her gönülle yeni bir vilâdet neşvesi yaşar, çok defa çocuklar gibi sevinir ve her günü daha derin bir farklılık içinde duyardık. Görüp şahit olduklarımız, duygularımızı daha bir biler, basîretlerimizi keskinleştirir, ruhlarımızı inceltir; bizi Hak kapısının ayrılmaz bendeleri olmaya hazırlar ve âdeta hepimizi birer kulluk tiryakisi hâline getirirdi.
O cami günlerinin, hatta saatlerinin şiirini, mûsıkîsini dinleyen ve bunun hava gibi, su gibi, ekmek gibi aziz olduğunu duyup anlayan Hakk'a açık cemaatte de -kerameti onların böyle bir ruh hâliyle bir araya gelmiş olmalarında- ince bir anlayış, enderûnî bir nezaket ve derin bir irfan müşahede edilirdi: Herkes birbirini tıpkı güller gibi koklar, uzun zaman gurbet yaşamışlar gibi sarmaş-dolaş olur, iç çeker ve hasret giderirlerdi. Konuşmalarında hisli bir kalbin çarpışları gibi pürheyecan, tavırlarında karşı tarafı kırarım endişesiyle incelerden ince, yüzleri çiçekler gibi sürekli mütebessim, hep nazik ve enderûnîydiler.
Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün hafızamda hâlâ bütün canlılığıyla dipdiri duran o pırıl pırıl albümün hangi sayfasına baksam, gönlüm ürperir, gözlerim yaşlarla dolar ve "hey gidi günler" der inlerim. Çok uzak bir geçmişte de olsa, ne zaman hayalimde, o günkü cemaatin o mavimtrak ve semavîleri hatırlatan hâlleri belirse, günümüzün hiçbir şey ifade etmeyen kaskatı realitelerinden uzaklaşarak o ümit ve iman insanlarının arasına dalmış gibi olur ve âdeta ferahlarım. Hülyalarımdaki o günün canlı resimleri bana göre en olumsuz sesi-sözü, havayı-atmosferi bile evirip-çevirip yumuşatacak kadar derindi, sıcaktı, içtendi ve ledünnîydi.
Daha çok uhrevîlere benzeyen o saf ve duru insanların, sinelerini çatlatırcasına kendilerini zorlayan heyecanları, hıçkırıklarla mehâfet ve mehâbet resimleri çizen tavırları; ağlayan, kıvranan, bazen bu hislerini açığa vurmamak için yutkunan hâlleri, ötelere açılmış gibi derinleşen bakışları; kürsüye, minbere, kürsü ve minberdeki kimselere mev'ize ve hutbeler ötesi değişik şeyler fısıldayan temkinleri, samimiyetleri, o kadar derin, o kadar anlamlı ve o kadar sıcaktı ki, bunca yıl sonra ne zaman hayalimle o günlere açılsam, kendimi ruhanilerin içinde sanır ve "Meğer hayatın hakiki tadı, şivesi, lezzeti o günlerdeymiş.." derim.
Bir atmofser, ona tam uyulunca ve içine girilip bütün hususiyetleriyle teneffüs edilince vuzuha kavuşur, bize bir şeyler söyler, söyledikleri anlaşılır hâle gelir ve dinleyip temâşâ edenler için de bir mânâ ifade eder. Aksine, o atmosfer, içine girmemiş olanlara, ne bir şey söyler ne de bir şey duyurur. Evet, bizimle aynı havayı teneffüs etmeyenlerin ne o camiyi ne de içindeki cemaati kendi derinlikleriyle duyması mümkün değildir.
Ben o zamanlar, henüz genç denecek bir yaşta idim. Her şeyi bütün teferruatıyla düşünememiş olabilirim; ama, yine de o gelişmemiş avamca hislerimle, o günlerin ifade ettiği mânâyı, her şeyin akış istikametini ve o toplanmaların-dağılmaların vadettiklerini duyuyor gibiydim: Yeni bir sabaha doğru yürüyen bu insanların ufkunda peşi peşine gelecek akşamları, her yanı saracak zifiri karanlıkları ve arkasından da yine Allah'ın inayetiyle bütün engellemelere rağmen üst üste sökün edecek olan fecirleri ve geleceğin "fecir süvarileri"ni -Hakk'ın inayet ve rahmetine güvenim sayesinde- hissedebiliyordum. Evet, bir yandan bize ait o günlerin, mîadlarını dolduran güller gibi bir bir solacaklarını, her yanı kendine has deseniyle ürperten bir hazanın saracağını, ardından da yeni sürgünleri, yeni tomurcukları ve yepyeni edasıyla peşi peşine nevbaharların geleceğini tahmin üstü bir kanaatle sezer gibiydim.
O camilerdeki onca âh u vâhın kubbelere çarpıp anlamsız şeyler gibi yere döküleceğine; o kadar hasret ve hicranla sızlamaların heba olup gideceğine; öylesine gönülden iç çekip sızlanmaların zayi olacağına; o denli içten duaların kabul görmeyip reddedileceğine; akan gözyaşlarının boşluğa akacağına ve o aydınlık sinelerde köpürüp duran heyecanların cevapsız kalacağına ihtimal veremiyordum.. inancım tamdı, her zaman bir çağlayanı hatırlatan o his ve heyecan tufanının, o mütemadî içten bekleyiş ve ümidin, o kararlı duruşun ve sabır mantığının bir gün mutlaka kendi dilleriyle bütün dünyaya bir şeyler anlatacaklarına.. inanmıştım Rahmeti Sonsuz'un kapısında el-pençe divan durmuş, içini O'na döken kapı kullarının yakarışlarına O'nun cevap vereceğine. O her zaman vefalılara vefa muamelesinde bulunmuş, kendisine yönelen sadık bendelerini de asla inkisara maruz bırakmamış, sa'ye sarılıp hikmete râm olanların hep yanında olmuştu, oluyordu ve olacaktı. Eğer şimdilerde, uzak ve yakın yarınlar adına sinelerimiz ümitle çarpıyorsa, bu, O'na olan itimadımızdandır. Eğer bir kısım esbâb-ı âdiyenin çok büyük neticeler doğuracağını bekliyorsak bu da bizim acz ü fakrımız ve O'nun kudret ve gınâsındandır. O eski günlerde, camilerde bir araya gelen tertemiz gönüllere Cenâb-ı Hakk'ın hususî bir teveccühü olacağını hep bekledik, bekliyoruz ve bekleyeceğiz o zamanki hülyalarımızla ve şimdiki muhakemelerimizle. Zaten Hakk'ın kapı kullarına da o kapıda her zaman imanla, ümitle beklemek düşer.
Sızıntı, Ağustos 2003, Cilt 25, Sayı 295
- tarihinde hazırlandı.