Mü'min Ufkunda Zaman
Mü'min ufkunda zaman hep bir büyü ile cereyan eder; çok defa fevkalâdeliklerle tüllenir ve sihrini tam duyabilenlere zaman ve mekan üstü neler ve neler fısıldar! Hakîkî bir mü'minin, bütün bir ömrünü ya da bir yılını değil; bazen değişik vâridât ve televvünleri itibarıyla bir gününü bile tavsîfe gücümüz yetmez. Dahası, biz bir şeyler anlatabilsek de, imandaki sırrı tam tadıp duymamış olanlar onu körler ve sağırlar gibi dinleyecek ve hiçbir şey anlamayacaklardır. Parmağı bala banmamış, damağı onunla tanışmamış, gözü gül görmemiş ve burnu onu koklamamış birine baldaki tadı, güldeki renk ve kokuyu tarif etmek mümkün olmadığı gibi, inanmayana, mü'min ufkunda zamanın nasıl bir sihirle cereyan ettiğini anlatmak da öyle imkânsızdır.
Mü'min ufkunda zaman hep bir sihirle gelir gider; hele bazı vakitlerde ruh, şartlı reflekslere bağlı hareket ediyormuşçasına birdenbire teyakkuza geçer; insanî melekeler bir yerden sinyal almış gibi toparlanır; bütün lâtifeler heyecan, telaş, ümit ve endişe ile uyanır ve her hâlleriyle âdeta karşı konulmaz bir emre âmâde olduklarını îmâ ederler. Bütün pencereler sımsıkı kapalı, panjurlar inik, perdeler de çekili olduğu hâlde, bazen ezanla beraber, bazen de ezandan evvel, fecrin o sihirli esintileri camı, tülü, perdeyi delip geçerek gelir gönüllerimizi sarar ve bir temcid sesiyle bizi Hak huzuruna çağırır. Gözlerimizi açar-açmaz ilk defa minarelerin cümbüşüyle -kerameti şerefelerden yükselen o nurlu kelimelere ait- bir mûsıkî banyosu yapar; sonra, namaz için özel tahâret kurnaları altında taabbüdî arınmadan geçer; ardından da yüz yere sürüp içimizi Rabbimize dökeceğimiz namazgâha yürürüz.
Namaz hemen her zaman, o kendine has büyüsüyle, pencerelerden süzülüp içeriye girerek alışık olduğumuz bir misafir gibi -ev sakinlerinden daha sıcak bir misafir gibi- seccadelerimizde bizi karşılar ve henüz başladığımız o taptaze güne kendi boyasını çalarak gelecek saatlerin mânevî hazzını ruhlarımıza duyurur ve mü'min ufkuna ait ilk sihirli farklılığı ortaya koyar. Böylece, bütünüyle Allah'a açık duygularımızla başlarız güne. Duyarız bir Cennet sabahı neşvesini bütün benliğimizle. İbadet, evrâd u ezkâr, kahvaltı ve daha bir sürü meşgale ve sorumluluk bu ince, nârin ve yemyeşil başlangıcın birer devamı hâlini alır; biz istemesek de her işimize sirayet eder, her davranışımızı kendi şivesiyle konuşturur. Derken, hareket ve faaliyetlerimiz ukbâ edalı bir inceliğe bürünür; zâhiren başkalarıyla aynı zaman dilimi içinde, aynı mekânda, aynı şeyleri paylaşıyor gibi görünsek de, niyet ve nazarlarımızın farklılığıyla hamle ve hareketlerimizde hep Allah'a emanet olmanın esrarını duyarız. Çevremizi, O'na ait tecellîlerle sürekli tül pembe görür.. her simada O'na işaret eden çizgiler müşâhede eder.. bu mülâhazalarla dünyevîlik-uhrevîlik arasında gelir-gider ve inançlarımızın davranışlarımıza aktığını duyar gibi oluruz. Böyle bir ledünnîlikle idrak ufkumuza giren hemen her şeyi daha munis, daha sıcak, daha içli, daha anlamlı bulur ve karşımıza çıkan herkesi, her nesneyi bağrımızda büyüttüğümüz çocuklarımız gibi okşar, koklar ve inançlarımız sâyesinde kendimizi olabildiğine genişlemiş, sihirli bir atmosfer içinde sanırız: Canlı-cansız bütün eşya renk, şekil, desen, mahiyet değiştirip de başkalaşmış gibi güler yüzümüze.. ve ruh olur, mânâ olur akar içimize. Taş-toprak, ağaç-yaprak, gül-çiçek, kuş-böcek.. her şey ama her şey gönül ufkumuzdan ruhlarımıza sürekli bir şeyler fısıldar. Bütün tekvînî emirler, satır satır, paragraf paragraf birer mesaja dönüşür, his ve şuurlarımıza harfsiz-kelimesiz "sehl-i mümteni" ne hutbeler ne hutbeler îrad eder. Teneffüs ettiğimiz hava, yudumladığımız su, çiğnediğimiz lokma, gözlerimizden gönüllerimize akan güzellikler, bize, bütün bunlarla mâhiyetlerimizin münasebetlerini, tat ile tat alma duygularımızın muâşakasını, hayatla umumî atmosferin aynı hesap ve aynı hendeseye göre hareketlerini söyler ve ruhlarımıza mârifet kevserleri içirir.
Böylece, günün ilk dakikalarından itibaren hayatımızı duya duya yaşar ve sürekli fecir şîvesiyle oturup kalkmaya başlarız; derken, saatlerin ilerlemesiyle bu neşve ve heyecan az da olsa, zeval rengine bürünür.. ve işte tam bu esnâda yepyeni bir bekâ esintisiyle öğlenin o serinleten gölgesi düşer üzerimize; düşer ve bizi, günün iş, meşgale ve daha değişik aktiviteleriyle akıp giden o sımsıcak dakikalarında "Arş-ı Rahmet"in izdüşümü diyebileceğimiz bir mâbede veya herhangi bir namazgâha çağırır. Bu çağrıya uyup bir kere daha yüz yere sürmek için "Hazîretü'l-Kuds"ün gölgesi böyle bir mekana doğru yürürken, hemen her adımda vicdanlarımızın eline tutuşturulan mârifet, mehâbet ve muhabbet kâselerinden kevserler yudumlar, varacağımız yere derin bir yol zevki içinde ulaşır, revaka adım attığımızda farklı hazlarla ürperir.. şadırvanın başında ayrı bir inşirahla serinler.. bizimle aynı duygu ve aynı düşünceyi paylaşan aydınlık simalarla bir arada bulunmanın neş'e ve sevinciyle soluklanır, uhrevî mülâhazaların ra'şeleriyle iç çeker ve yürürüz bir kere daha gün ortasında iman ve İslâm farklılığının vâridâtını duymaya. İçinde, yemek, çay, sohbet ve gelme-gitme adına belli ölçüdeki değişik aktivitelere bağlı uzun bir ruhî dinlenme faslıyla, beden, cismâniyet ve "akl-ı meâş"ın kalbin sırtına yüklediği ağırlıklardan sıyrılır.. gönlümüzün merkezle irtibatını yeniler; oldukça ciddî bir mânevî donanımla yeniden işimizin başına döner ve bir gözümüz dünyada, diğeri ukbâda, ikindinin o masmavi dakikaları gelip çatacağı ana kadar hep dünyevîler gibi, fakat bütün bütün uhrevîliğe bağlılık içinde soluk soluğa çalışır-koşturur, yazar-çizer, okur-düşünür, öğretir-öğrenir, alır-satar, planlar-uygular, hâl hatır sorar-gönül alır ve âdeta dünya ve ukbâ iç içe yaşarız.
Bu sihirli dakika ve saatler, kim bilir, bizim duyup sezemediğimiz daha neler neler ifade ediyordur.! Ama itiraf etmeliyim ki, ben hemen her zaman, bu nefislerden nefis, tatlı ve derin dakikaları kendi değerleri çizgisinde dile getirememe, resmedememe hicabı içinde oldum; hicabı içinde oldum, zira, mü'mince duyulan bu dakika ve saatleri kusursuz ifade edebilmek için ciddî bir şiir kabiliyetine; Müslümanca bu hareketler içindeki âhengi resmedebilmek için mücerredi tasavvur edebilme istidadına ve her zaman üzerimizde büyüsünü hissettiğimiz zaman parçacıklarını kendi letâfetleriyle duymak için de mûsıkîşinas olmaya ihtiyaç vardır. Benim böyle bir istidat ve kabiliyetim olmadığına göre, ihtimal bu perişan sözlerimle mü'minlere ait zamanın o nurefşân çehresini karartmış bulunuyorum. Eğer bu perişan beyanlar söz üstatlarını harekete geçirme vazifesini görecekse, dolayısıyla maksadın hasıl olduğunu düşünerek teselli de olabilirim...
İşte böyle bir teselli ile mü'min ufkunda zamanı hecelemeye devam ediyorum: Derken zaman akar, saatler saatleri takip eder; biz yorgun, gündüz yorgun, güneş solgun; bir sürü tebeddül, tagayyür, ümit ve inkisar çağrışımlarıyla birdenbire ufukta ikindi beliriverir. "Salât-ı Vustâ" farklılığıyla bize gürül gürül bir "hazır ol" çeker.. cismânî bitkinliğimizi atabilmemiz için ruhlarımıza "revh u reyhan" ufkunu gösterir; bizleri yorgun olmayan dakikaların ferahfezâ iklimine çağırır ve gönüllerimize, gurupta renk atmış güneşe bedel, bir ezelî ışık kaynağından kâse kâse ziyâ içirerek ebediyet iştiyakıyla yanıp tutuşan ruhlarımızı ufuk ötesi âlemlerin sihriyle baş başa bırakır. Böylece, günün son çeyreğinde seccadelerimizle bir kere daha selâmlaşır; selâmlaşmak da ne demek, koklaşır; onlara yüz sürer; ses, soluk ve sızlanışlarımızı emanet eder.. ve ayların, güneşlerin, yıldızların, emrine âmâde bulundukları Zât'ı, bütün varlık adına ve insanî ufka yaraşır şekilde elpençe divan durarak tazimde bulunur.. bu tazim ve tebcîli rüku ile derinleştirir.. secde ile kendi uzaklığımızı aşarak O'nun yakınlığına yürür.. ve böylece ufkumuza damlamaya başlamış akşamın alaca tahassürlerini O'nun huzuruyla ve huzurunda bulunuyor olma ümidiyle yumuşatır; vedâ rengine bürünen hicranlı gün bitimini yeni bir vuslat faslına çevirerek o Ulu Dergâh'ın kapısını tıklatıp "Biz geldik" şeklinde mırıldanır ve herkesin iç içe yalnızlıklar yaşadığı saniyelerde inşirahlarla, sevinçlerle soluklanır ve ciddî bir iç temâşâ ile ufkumuzun enginliğine dalar gideriz. Biz, bu ledünnî dalgınlığı yaşayaduralım, yoğrük bir eda ile dört bir yanda akşam ezanları yankılanmaya başlar. Sevinci tasasına galip bu gurup gurbeti esnasında, minarelerden yükselen semâvî sesler nazla gelip içimize akar ve sinelerimizde bir kurbet çağrısı gibi duyulur. Biz bu çağrıda hemen her zaman bir göç ve intikal edası hissederiz; hisseder ve gündüzden geceye, hareket ve faaliyetten sükûnete, değişik aktivitelerden istirahata geçişi bedâhetin çehresinde okuduğumuz gibi, dünyadan ukbâya, hizmet ve vazifeden ücret almaya, cismâniyetin dağdağalarından rûhâniyâtın ferahfezâ iklimlerine göç edeceğimizi de işaretlerin dilinden dinliyor gibi oluruz. Bütün bunları duyup dinlerken, sürekli gözlerimizden gönüllerimize ve gönüllerimizden de his, şuur ve idraklerimize sımsıcak mânâlar akar; akar da, bu olabildiğine nazlı ve hülyalı dakikalarda iç müşâhedelerimizle âdeta ayrı bir âleme açılıyor olmanın zevkini duyarız. Bir yandan her şeyin ve herkesin derin bir sükûnete teslim olmuş gibi sessizleştiği, diğer yandan zaman ve içindekilerin daha bir içli hâl aldığı bu kasvetli veya durgun gibi görünen saatlerde çok defa realitelerle hülyalar birbirine karışır.. varlık bütün hey'etiyle tıpkı bir hayalet hâlini alır ve insanlar da âdeta rûhânîlere dönüşür.
Yavaş yavaş koyulaşan karanlığın, mü'min ruhlarda çağrıştırdığı mânâlarla, gece ve gündüzün iltikâ noktası diyeceğimiz bu esrarlı dakikalarda, bir kere daha kendimizi, göklerin sihirli sesleri ve ötelerin esrarlı ışıkları arasında seccadelerin üzerinde buluruz. Biyolojik hayatın yorgunluğuna karşılık insanî ruhun günü ibadetle bitirme şevkiyle şahlandığı bu yeni fasılda, acz u ihtiyaçlarımızı daha derinden duyar, şevk u şükrü beraber yaşar ve Yaratan'ın ululuğu karşısında, tepeden tırnağa hislerle dopdolu olarak koşarız yeniden yüzümüzü yerlere sürmeye ve içimizi O'na dökmeye.
Derken, karanlıklar her tarafı kaplar; her şey daha bir lacivertleşir; çevremizdeki nesneler yavaş yavaş silinir gider.. ve işte o zaman arkada bıraktığımız gündüzü, ruhumuzdaki ebedî aydınlık ihtiyacıyla daha derinden hisseder ve bütün benliğimizle, her saati, her dakikası, her saniyesi sonsuz bir saadeti kazanmaya yetecek koskoca bir günün iyi değerlendirilip değerlendirilmediği mülâhaza, muhasebe ve telâşıyla oturup kalkmaya durur.. ve ebedî zulmet, mütemâdî yokluk ve daha bir sürü boşluğa ait seslerin, mâhiyetimizin nefsânîlik pencerelerinden içimize sızıp ruhumuzun üzerine çullanmasına karşılık, toparlanır ve "Nasıl olsa önümüzde upuzun bir gece var!" der, seccadelerimizde pusuya yatıp tecellî avlamaya çalışacağımız yeni eşref saatler beklemeye koyuluruz. Ardından da hepimizi derin derin düşünceye salan füsunlu gece gelir.
Sızıntı, Şubat 2003, Cilt 25, Sayı 289
- tarihinde hazırlandı.