Eskimeyen Millî Ruh
Biz, düşüncelerin hayata dönüştüğü, hayatın, bütün zamanları aşkın bir hızla akıp gittiği, rüyalara sığmayan bir aydınlık geçmişten geliyoruz. Bugüne kadar pek çok defa aşılmaz gibi görülen bâdireleri -Hakk'ın inayetiyle- aştık; geçilmez kabul edilen engebeleri geçtik ve gelip bugünlere ulaştık. Ne önümüzü kesen tersliklere takıldık ne de yol boyu karşımıza çıkan ifritten handikaplara pes ettik. Yürüdük yolumuza her şeye rağmen.. azmimizi biledi karşılaştığımız engeller.. iradelerimize fer kaynağı oldu hasımların kini, nefreti.. imanın yenilmez gücü ve imanlı ruhların sımsıcak sîneleri eritti yollardaki karı-buzu.. ve şimdi semalara açık yamaçlarda, başları döndüren mini mini baharlar tülleniyor.. hâlâ, karın-kışın hükmettiği yerleri de mü'min ruhların sıcaklığı yumuşatıyor ve hazanla inleyen yerlerdeki mağmumları ümit neşideleriyle dayanmaya çağırıyor.
Aslında biz, hayatı hep böyle duyduk ve hâdiseleri de hep böyle yorumladık. Ne dün ne de bugün, karı-buzu, tipiyi-boranı başkalarının yorumlayıp paniklediği gibi ekşi çehreleriyle hiç mi hiç duyup hissetmedik. Öyle ki en karanlık dönemlerde dahi "Hak şerleri hayr eyler/Sen sanma ki gayr eyler/Arif onu seyr eyler/Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler." (İbrahim Hakkı) deyip yürüdük Hakk'a kendimizce..
Gönüllerimiz acz u fakr düşüncesine kilitli, dillerimizde şevk u şükür türküleri ve ellerimizde ihtiyaç tezkeresi dayandık Kudreti Sonsuz'un kapısına. Allah'ın izniyle, ne yıkılma, ne devrilme; köpürüp cehennem gelse üzerimize, kurtulma telaşı değil, kurtarma azmiyle karar verdik kendimizi o magmaların içine salmaya.
Biz hep böyle düşündük ama, içimizde bir hayli devrilenler de oldu. Bunları görüp duydukça her zaman içimiz kanadı. Dimdik duramamışlardı tipi-boran karşısında.. önce kalblerinin ritmi bozulmuş, sonra başları dönmüş, bakışları bulanmıştı.. ve yer değiştirmişlerdi bir kısım yalancı vaatlere kapılarak. Bunlar, tarihî bir yanılgıyla geçmişten tevârüs ettikleri değerleri şuraya-buraya saçıp başkalarının el ve eteklerindeki çakıl taşlarına talip olmuşlardı. Evlerini, köylerini, şehirlerini, neden kaynaklandığı belli olmayan maceralara kurban ediyor ve her biri birer cennet köşesi hânelerinin ruh ve mânâsını söküp dışarıya fırlatıyor ve o mübarek yuvaları kaba, hoyrat birer madde meşheri haline getiriyorlardı; getiriyor ve altından, gümüşten, billûrdan, mercandan, yakuttan, zümrütten değerlerimizin yerlerini bakır kırıntılarıyla doldurma fantezileri yaşıyor ve sırmadan, atlastan, ipekten, bürümcükten, kadifeden, canfesten örülmüş bediî zevklerimizin akisleri sayılan o muhteşem güzellik unsurlarının yerlerini de şunun-bunun çuluyla, partalıyla kirletiyorlardı. Her yanıyla bir hülya iklimi, bize ait o büyülü saraylar zincirini, dünya ve ukbânın birleşik noktası sayılan ve her yanıyla tam bir uyum içinde bulunan o ruh ve mânâ renkli kendi atlasımızı, resim denemesi yapan çocukların kirlettikleri tuvale benzetiyorlardı..!
Şimdilerde o şanlı geçmişimiz ve onun hakiki ruhu, mânâsı sayılan dinî, millî değerlerimiz; tıpkı bir canlı misillû hafakanlarla çarpan kalbi ve ağlaya ağlaya kan çanağına dönmüş gözleriyle bize yönelip rikkatle yüzümüze bakıyor ve en içten iniltilerle "Hâlâ beni hatırlamayacak mısınız?" dercesine -bütün bütün yitirmemişsek- insaflarımıza sesleniyor gibi bir hâli var. O yönelip bize sesleniyor veya biz öyle farz ediyoruz, çok önemli değil; önemli olan bunca hasret ve bunca hicrandan sonra hâlâ ona "dâüssılalar" yaşatmamızdır.
Aslında, ne hasımların ardı-arkası kesilmeyen ihanetleri, ne de dostların vefasızlığı, onun, benliğimizde meknûz şuuraltı ihtişamına hiç mi hiç dokunamadı ve onun renklerini asla solduramadı. Aksine o hep kadirşinas gönüllerle hasbıhal etti ve mânâ köklerine bağlı vicdanlara kendi sesinden ne besteler ne besteler sundu! Kim ne derse desin o hâlâ, değişik çağrışımlara açık hülyalarımıza, harfsiz-kelimesiz, fakat çok engin, çok muhtevâlı, en renkli beyanlardan daha beliğ hutbeler îrad etmekte ve bir gün mutlaka geriye döneceği bişâretiyle yüreklerimizi hoplatmaktadır.
Bize göre, geçmişten tevârüs ettiğimiz millî ve dinî değerler, milletimizin canı-kanı mesâbesinde ve olmazsa olmaz hususlardandır. Biz onları yaşarken âdeta, mazinin kalb atışlarını, hâlin hesap, plân ve aktivitelerini, geleceğin de ümitlerini, hülyalarını duyar ve kendimizi cedlerimizin "hay-hû"ları arasında sanırız; sanırız da bu büyülü rüyadan bir daha da uyanmak istemeyiz. Kim bilir şimdiye kadar kaç kere geçmişin sessizlikten örülmüş melodileriyle değişik hafakanlarımızdan sıyrılmış ve yürüdüğümüz o upuzun ve çetrefilli yollarda, onun refâkat ve vesâyetinde serinlemişizdir.! Kaç kere hülyalarımızın menfezleriyle onu temâşâ etmiş ve atalarımızın azm u ikdâmıyla şahlanıp kendimiz olmaya doğru yürümüş ve hemen her zaman sağlam düşünen, yaşadığı dönemi iyi okuyan, okuduklarını da doğru yorumlayan o üstün karakterlerin vesâyetine koşmuşuzdur..!
Gerçi onlar da bizim gibi insandı; onların da bir kısım zaafları vardı. Yer yer nefsânîliğe yenik düşüyor, zaman zaman ruhî âhenkleri bozuluyor ve bazen ciddi denecek ölçüde aralarında hır-gür yaşıyor ve birbirlerine düşüp kavga ettikleri de oluyordu; hatta bazen tamamen istikamete kilitlenmişlerin yanında bir kısım aldatanlar, dimdik duranların yanında eğri-büğrü oturanlar; hiçbir zaman haktan, adaletten şaşmayanların yanında benciller, kıskançlar, zalimler de bulunabiliyordu. Ne var ki, bu olumsuzlukların hiçbiri yaygın ve mütemâdî değildi.
Aslında, peygamberler müstesna, insanoğlu hiçbir dönemde melekler gibi sürekli müstakîm kalamamış, nefis ve hevâsı karşısında kıvamını koruyarak her zaman dimdik duramamış ve irtifâ kaybetmeden hep yüksek uçuşlarını devam ettirememiştir. Onun, Hak'la münasebetlerini rûhânîlerle atbaşı götürdüğü aynı anda, ervâh-ı habîse ile en pes şeyleri paylaştığı, nefsânî arzuların önünde hazan yemiş yapraklar gibi sağa-sola savrulduğu ve cismâniyetin çekim alanına girerek gidip baş aşağı bir yere kakıldığı hiç de az değildir. Aslında, bunun garipsenecek bir yanı da yoktur. Onca gayret ve temkine rağmen, bugün dahi çok yakınımızda bulunan bazı kimselerin inhiraflarından, her zaman içimizi kanatan değişik münasebetsizliklerinden, Hakk'ın çiğnenmesi karşısında vurdumduymazlıklarından, yaramaz düşünce, yaramaz söz ve yaramaz tavırlarından şikayet etmiyor muyuz.! Hem de bunca aydınlanma, bunca eğitim gayreti ve bunca caydırıcı müeyyidelere rağmen...
Bu itibarla da geçmişi bugünle ve cedlerimizi de bizimle mukâyese etmek doğru olmasa gerek. Geçmiş çok farklı ve atalarımız da örnek birer karakter insanı idiler. Onlar, yürekten inandıkları Allah'a gönül vermiş birer ruh insanı, bütün süflîliklerden ve bayağılıklardan arınmış birer nezâhet âbidesi; maddiyatları mâneviyat destekli, düşünceleri ukbâ eksenli öyle pırıl pırıl simalardı ki, yaşadıkları dönem bir altın çağdı dense mübalâğa edilmiş sayılmaz. İşte bu mülâhazalara bağlı biz ne zaman o büyülü dönemi ansak, hayallerimizde bütün ülke birdenbire mâbetleşir ve sokaklardaki insanlar âdeta ruhânîleşir; derken dört bir yana ışıklar yağmaya başlar.
Şimdilerde, hülyalarımıza küçük mumlar gibi mini ışıklar salan bu rüyanın bir gün mutlaka gerçekleşip bir aydınlık tufanına dönüşerek bütün dünyaları ışığa gark edeceğine inancımız tamdır.
Sızıntı, Ekim 2002, Cilt 24, Sayı 285
- tarihinde hazırlandı.