Önsöz yerine
Ölümsüzlük İksiri
“Âb-ı hayat” içip ölümsüzlüğe ermişler,
Hülyâları pırıl pırıl, ufuklarında nûr
Daha şimdiden varıp Cennetlere girmişler,
Esiyor çevrelerinde üfül üfül huzûr.
Ebediyet arzusu damarlarında kandır insanın. Beşer, ölümsüzlüğe meftundur, sonsuzluğa aşıktır. Babadan kalma bir mirastır bu aşk. Şeytanın, Hazreti Âdem’e vesvese vermeye çalışırken, “İster misin sana ebediyet (ölümsüzlük) ağacını, zamanın geçmesiyle zeval bulmayan bir devlet ve saltanatı göstereyim?” (Tâhâ, 20/120) demesi bu yüzdendir; İnsanlığın Atası’nı (aleyhisselam) “yasak meyve”ye el uzattıran sâik, tabiatında var olan ölümsüz hayata kavuşma rağbetidir. (A’raf, 7/21)
İnsandaki bekâ aşkına, ebediyet özlemine ve bitip tükenme bilmeyen emellere karşılık dünya hayatının çok kısa oluşu, Âdem’in çocuklarına yaşlılığın çaresini, ölümsüzlüğün şifresini ve sonsuzluğun sırrını arayıp bulma fikrini ilham etmiştir. Bu düşünce, beşer tarihinin ilk dönemlerinden itibaren hemen her toplumda tesirini göstermiş ve ebedî hayatın anahtarını arayan kimselerin mücadelelerini anlatan Gılgamış destanı ve İskender efsanesi gibi pek çok hikayenin doğmasına sebebiyet vermiştir.
Hususiyle Ortaçağ’da, Simyagerlerin en büyük hedefi, hem madenleri altına çevireceğine hem de bütün hastalıkları iyileştireceğine ve hayatın sonsuza dek sürmesini sağlayacağına inandıkları ölümsüzlük iksirini, efsanevî bir madde olan “kibrit-i ahmer”i bulmak olmuştur.
Bazen “âb-ı hayat”, “aynü’l-hayât”, “nehrü’l-hayât”, “âb-ı câvidânî”, “âb-ı zindegî”, “âb-ı bekâ” şeklinde anılan, kimi zaman “hayat kaynağı”, “hayat çeşmesi”, “bengi su”, “dirilik suyu” sözleriyle nazara verilen, bazen de Hazreti Hızır’a ve İskender’e atfen “âb-ı Hızır” ya da “âb-ı İskender” unvanlarıya yâd edilen bu sonsuzluk tiryakı, -suyun bütün canlılar için taşıdığı önemden dolayı- genellikle bir çeşit su olarak tahayyül edilmiş ve bütün dünya mitolojilerinde olduğu gibi, bizim kültürümüzün esaslarını meydana getiren dinî ve millî eserlerde de çokça zikredilmiştir.
Bazı tefsircilere göre, Kur’ân-ı Kerîm’de, Musa Aleyhisselam ve Hazreti Hızır kıssası anlatılırken de “âb-ı hayat” ima edilmiştir. (Kehf 18/60-82) Ayet-i kerimelerde ve hadis kaynaklarında Hazreti Musa ile arkadaşının yanlarına azık olarak aldıkları balığın nasıl dirildiğine dair herhangi bir açıklama yoktur. Fakat, sadece Buhâri’de yer alan bir rivayete bakılacak olursa; Hızır’la buluşacakları kayanın dibinde bir kaynak vardı ki, buna “aynü’l-hayât” (hayat pınarı, can gözesi) deniyordu; çünkü, onun temas ettiği ölüler yeniden diriliyordu. İşte, bu sudan sıçrayan damlalar balığa değince, balık hemen canlanıp bir kanala atlamış, sonra da denize karışıp gitmişti.
Ayrıca, bazı İslam alimleri, Kur’an-ı Kerim’deki Zülkarneyn kıssasını açıklarken, Ortadoğu’da özellikle gayr-i müslimler arasında benimsenip yazıya geçirilen İskender efsanesinden de yararlanmış ve o hikayede vurgulanan “hayat kaynağı” üzerinde de durmuşlardır. Gerçi, İskender efsanesindeki aşçının yeniden dirilip bir anda suya dalan tuzlu balığı ile Hazreti Musa’nın canlanıp denize atlayan balığı arasında küçük bir benzerlik vardır; ama aslında Kur’ân-ı Kerîm’in ve sahih hadislerin naklettiği olayların bu efsane ile bir alâkası yoktur. Buna rağmen, bazı müfessirler bir fikir vermesi açısından İskender efsanesinin bir kısmını kullanmışlardır ki, hikayenin özeti şu şekildedir: İskender-i Zülkarneyn, ebedî hayata erdiren ve olağanüstü güçler kazandıran “âb-ı hayât”tan bahsedildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir. Halasının oğlu olan Hızır ile askerlerinin refakatinde yolculuğa başlar. Âb-ı hayâtın, “karanlıklar ülkesi”nde olduğunu öğrenir ve oraya gitmeye azmeder. Yolda çıkan bir fırtına yüzünden Zülkarneyn ve Hızır askerlerden ayrı düşerler; fakat, ilerlemeye devam eder ve bir müddet sonra karanlıklar ülkesine ulaşırlar. Oraya girince, biri sağa, diğeri sola yönelerek her yanı kolaçan etmeye başlar ve ölümsüzlük iksirini bulmaya çalışırlar. Günler sonra Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür. Bunların kendisini cezbettiği yere gidince, orada âb-ı hayâtı bulur. Bu sudan içer, onunla yıkanır; böylece hem ebedî hayata kavuşur, hem de fevkalâde kabiliyetler kazanır. Ne var ki, Zülkarneyn aradığını bulamaz, kaderine razı olur ve bir süre sonra ölür.
Evet, dünden bugüne Hızır’a özenenlerin binlercesi insanlığa âb-ı hayat getirmek için Kafdağı’nın arkasına azm-ı râh etmiş; fakat, ekserisi o iksirin emaresini dahi görememiştir. Çünkü, onlar manaya bütün bütün kapalı kalmış, ebediyet tiryakını maddede aramışlardır; aydınlık iklimlere açılma yerine karanlıklar ülkesine seyahat yapmışlardır; kendi içlerine doğru yol vurup gitmeleri gerekirken özlerinden her gün biraz daha uzaklaşmış ve âfakta âfakîliklere takılmışlardır.
Oysa, ihtiyarı gençleştiren, hastayı iyileştiren ve ölmüşü ebedî diriliğe erdiren bengi su gerçekten mevcuttur. O, “tevhid şerbeti”dir; yalnız Bir’i görme, Bir’i bilme, Bir’i söyleme, Bir’i isteme, Bir’i çağırma, Bir’i talep etme, mâsivâyla olan münasebetleri de hep O’nun hoşnutluğuna bağlama ve her şeye O’ndan ötürü alâka duyma usâresinden elde edilen zülâldir. Cenâb-ı Allah’tan habersiz ve haktan kopuk yaşayanların daha ömürlerinin baharındayken ölüm yudumlamış gibi olmalarına, sonra da ebediyyen hasret ve hicran içinde inleyip durmalarına mukabil, kalb zirvelerine yükselip can gözüyle O’nu temâşâ edenler, her şeyi bulmuş ve hizlandan kurtulmuş sayılırlar. Şu kadar var ki, böyle bir şâhikaya ulaşma, hayvaniyeti bırakıp cismaniyetten uzaklaşmaya ve biyololojik hayat çeperinden sıyrılarak, kalb ve ruhun hayat mertebelerine yönelmeye bağlıdır. Bu yolun en hızlı yükselme vasıtası ise, iman, marifet ve muhabbetullah hakikatlerine karşı sürekli açık durmaktır. Bu itibarla, tevhid “aynü’l-hayât”tır, iman “âb-ı bekâ”dır; marifet “can gözesi”, muhabbet “Hızır çeşmesi” ve İslam ebedî saadet bahşeden bir “kevser çağlayanı”dır.
Vakıa, insan fânidir; fakat, o bekâ için halk edilmiş ve bâki bir Zâtın aynası olarak yaratılmıştır. Mevlâ-yı Müteâl, insana Kendi bâki esmâsının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret bahşeylemiş ve onu bâki meyveler verecek işleri görmekle tavzif etmiştir. Demek ki, beşerin hakikî vazifesi, bütün istidadıyla o Bâkî-i Sermedînin esmâsına yapışıp, ebed yolunda O’nun rızasına yürümektir. İnsanın saadeti de buna bağlıdır. Şu halde, diliyle “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” dediği gibi, kalbi, ruhu, aklı ve bütün letâifi ile de O’nun yegâne Bâkî, Ezelî ve Ebedî, Sermedî, Ma’bud, Maksud, Mahbub, Matlub ve Dâim olduğunu haykırabilen bir insan gerçek bengi suyu bulmuş demektir. Çünkü, Bâkî’ye müteveccih olmak “âb-ı bekâ” yudumlamaktır. Zaten, mutasavvıflar, âb-ı hayâtı, Cenâb-ı Allah’ın “Hayy” isminin hakikatinden ibaret görmüş ve bu ism-i şerifi öz vasfı haline getiren kimselerin, ölümsüzlük iksiri içmiş olacağını söylemişlerdir.
Fâniliğin ve ölümün yüzündeki kara perdeyi yırtan, kabri ebedî saadet âleminin bekleme salonu olarak gösteren ve mutluluk arayan gönülleri hayat ırmağına ulaştırıp onlara sonsuzluk şerbeti içiren Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bir rahmet menbaıdır. Hasta ruhlar O’nun sözleriyle şifayab olur, ölü gönüller O’nun nefesleriyle ebedî hayatı bulur.. ve O’nun şefaati bütün mü’minler için bir can suyudur.
Aynı zamanda, Kur’ân-ı Kerîm de “aynü’l-hayât”tır; o da kendisine yönelenlere sürekli kevser sunan bir pınardır. İki cihan saadetinin yol göstericiliği O’na verilmiştir; ebedî mutluluğun altın anahtarı O’nun elindedir. O, bütün bir ölü dünyâyı tertemiz soluklarıyla canlandıran ruh ve yeryüzünde Hak rahmetinin temsilcisi olan nurdur. İnsanlığa doğru yolda yürüyüp ilahî dergâha varma âdâbını öğreten ve ruhlara ünsiyet salıp varlığın çehresini ebediyete çeviren O’dur.
Diğer taraftan, şayet insan, şahsî benliğine bağlı kalırsa, o, bir zerre, bir damla, hattâ bir hiç olmaktan asla kurtulamaz. Fakat, Cenâb-ı Hakk’ın, Rasûl-ü Ekrem’in ve Kur’an-ı Kerim’in diriliş çağrısına kulak verip, benlik fânusunu taşa çalarak gönlünün enginliğine açılır, sonra da diğer mü’minlerle birleşip kaynaşır ve kendi dar dünyasının dışında ayrı bir heyete karışır ise, hemen bir güneş, bir umman ve bir kâinat hâlini alır. Birbiriyle birleşen yağmur damlalarının çağlayana dönüşmesi gibi, o da, âdeta bir ırmağın parçası haline gelerek sonsuzlaşma yoluna girer ve değerler üstü değerlere yükselir. Bu sayede, o, gönül bahçesinin çiçekleri misillü her zaman taptaze kalır ve kat’iyen sararıp solma bilmez. Ayın ve güneşin doğup batması, gece ve gündüzün değişip durması onu asla eskitemez. Böyle bir birliğe ulaşamadığı takdirde ise, sadece dünyevî ve maddî değerlere bağlı kalır ki bunların kıymeti de kabrin eşiğine kadardır. Gün gelip ölüm kapıyı çalınca her şey biter; o da hazan vurmuş yapraklar gibi savrulur gider. Bu açıdan, Din-i Mübîn’in çatısı altında kardeşlik çizgisinde biraraya gelme de bir tatlı su kaynağının başına otağını kurma demektir.
Evet, böyle bereketli bir kaynaktan ebedi canlılık tiryakı yudumlayan ölümsüz ruh, her mevsimde zindeliğini korur ve ayrı bir hayat cilvesi gösterir. Çünkü o, kardeşleri arasındayken “şahs-ı manevî”ye terettüp eden bütün semerelere ortak olur, orada imana, ümide kavuşur; böylece Hızır’ın âb-ı hayât içtiği aynı kâseyi tutar ve ebedî var olmanın sırrını anlar. Artık, onun için sararıp-solma, pörsüyüp zebil olma asla söz konusu değildir. Yeryüzünde, bin çeşit ölüm kol gezse de, o asla bedbinliğe ve ye’se düşmez; kendi güç ve tâkatinin tükendiği anlarda hemen sâdık dostlarından istimdad eder ve bir müddet de onların ayaklarıyla yürür. Böylece her zaman dinç kalmasını bilir ve diriltici soluklarıyla başkalarına da şevk verir. Kırık Mızrap’ın şu ifadeleri onun atmosferini tarif ediyor gibidir:
Artık ne hicranlı akşam, ne ağlayan hazan;
Rûhun râbıtalarıyla her yan masmavidir.
Her seste bir ölümsüzlük nağmesi nümâyân;
Bu iklimde her fâni âdeta semâvîdir...
Bir hususa daha değinmek gerekir ki; canlı ve diri kalabilmek sadece ferdî ve şahsî bir mesele değildir; uzun soluklu, kalıcı ve zinde olabilmek toplumları da ilgilendiren bir mevzudur. Zira, her millet için de bir ömür söz konusudur. Tarih boyunca, bir milletin içtimâî yapısını düzenleyenler, yükselmesini deruhte edenler ve rehberliğini yüklenenler, hareketlerini fıtrat kanunlarına uydurma hususunda ne kadar titizlik göstermiş, toplumun ruhuna ne kadar vâkıf olabilmiş ve çağın getirdiği ihtiyaçlara ne ölçüde nüfûz edebilmişlerse, çalışmalarında o derece semereli olmuş ve milletlerine de o nisbette ölümsüzlük vadedebilmişlerdir.
Şayet, milletin fikir mimarları, istikbâlin emanetçileri olan genç kuşaklara, dini ve müsbet ilimleri tâlim etmenin yanı sıra, iniş ve çıkışlarıyla bütün bir geçmişlerini de öğretebilmiş, zirvelerde dolaştıkları devirleri destanlaştırarak onların aşk ve heyecanlarını kamçılayıp onlarda yeni yeni kahramanlık duygu ve düşüncelerini geliştirebilmiş, hasımlarından gördükleri ihânet, gadir ve maddî-mânevî her türlü tahribatı yine onların metafizik gerilimleri hesabına kullanabilmişlerse, gelecek adına müsbetlerden müsbet en mükemmel işi yapmış, en büyük hamlede bulunmuş ve toplumun bünyesine ölümsüzlük iksirini aşılamış olurlar.
İşte, Mart 2007-Eylül 2007 arasındaki sohbetlerden derlenen ve Kırık Testi serisinin yedinci halkasını teşkil eden elinizdeki bu kitap, buraya kadar arz etmeye çalıştığımız bütün kollarıyla bir hayat ırmağını gösterdiği ve âb-ı hayatın geniş manalarından hemen hepsine bir şekilde değindiği için “Ölümsüzlük İksiri” adını almıştır. Aslında, bu isim, tevazu ve mahviyeti gereği kitaplarına umumiyetle “Kırık Mızrap”, “Küçük Dünyam”, “Kırık Testi” gibi iddiasız ve mütevazı isimler koyan Muhterem Fethullah Gülen Hocamızın genel üslubuna aykırı gözükmektedir. Fakat, Aziz Hocamızın muhtemel beş-on isimden birini tercih ederken nazar-ı itibara aldığı husus, kitabın kendisinden ziyade, sohbetlerin ve makalelerin özünü, esasını, eksenini oluşturan ulvî hakikatlerdir. Ona göre; kitabın bizâtihî kendisi değil, ihtiva ettiği ve yörüngesinde döndüğü yüce gerçekler birer ebediyet tiryakıdır. Evet, Hocaefendi’nin, sorulara cevap sadedinde dile getirdiği dinî, sosyal ve kültürel meseleler hakkındaki tahlillerini içeren “Ölümsüzlük İksiri”, Din-i Mübîn’in hem ferdî hem de içtimai problemlere deva olarak sunduğu “âb-ı câvidânî”yi nazara vermektedir.
Hatırlanacağı üzere; bu silsiledeki bir önceki kitabın adı “Diriliş Çağrısı”ydı. Onda, bütün adanmış ruhlar, yazıyla, şiirle, resimle, musikiyle, sanatın değişik dallarıyla ve her şeyden öte dini güzel temsil etmek suretiyle her yerde yeniden doğuşun mümessili olmaya ve insanlara diriliş nefhasında bulunmaya davet ediliyordu. Ayrıca, “Diriliş Süvarisi”nin vazifesinin, gözleri yolda ve kulakları seste, bitmeyen ümit ve sarsılmayan azimle rehber bekleyen insanlara bir ümit, bir aşk, bir ışık sunmak ve dudağı kuruyanlara kâse kâse hakikat zemzemi içirmek olduğu vurgulanıyordu. Şimdi, bu kitapta da dirilişi ebedi kılacak birer “âb-ı hayat” olan yüce gerçekler ve onları insanlığa sunarken dikkat edilmesi gerekenler birbirinden farklı gibi görünen ama bir bütünü oluşturan sohbetler vesilesiyle anlatılıyor.
Daha önceki kitaplar için karaladığımız önsözlerde de belirttiğimiz ama bir kere daha hatırlatma lüzumunu duyduğumuz bir mesele de şudur: Sohbetleri yazı üslubuna taşırken, yeni nesillerin daha kolay anlamasını sağlamak için bazı kelimeleri bugün kullanılan sözcüklerle açmamız ya da değiştirmemiz icap etti. Kur’an ayetlerinin, hadis-i şeriflerin, Osmanlıca, Arapça ve Farsça metinlerin sadece meallerini verip geçmemiz gerekti. Oysa, asılları o mübarek dudaklardan dökülürken ne kadar müessir ve ne denli inşirah vericiydi. Tabiî, sohbetleri yazıya geçirirken ve neşrederken, “algıda seçicilik” adetine misal olabilecek şekilde, sadece anlayabildiğimiz ve en önemli gördüğümüz konulara yer verdik. Dolayısıyla, şayet bu çalışma, ilim ve irfan bakımından engin ve ufuklu insanların ellerinden çıksaydı, mutlaka o konuşmalarda daha pek çok hususa değinildiği ve satır aralarına nice nüktelerin sığdırıldığı görülecekti. Eğer, işinin uzmanı bir fıkıhçı, bir hadisçi, bir kelamcı ya da bir tefsirci kendi sahası zaviyesinden Aziz Hocamızı dinleseydi, o zaman belki hiçbir cümle dışarıda kalmayacaktı ve Allah’ın inayetiyle, herbiri diğerinden güzel birkaç kitapla birden tanışma imkanımız olacaktı. Bu itibarla, bu kitapta okuyacağınız her güzel ve isabetli beyan muhterem Hocamızdan dinleyip kaydettiğimiz ifadeler olsa da, kusurlar, bizim nâkıs idrâkimize; hatalar, kavrama ve ifadedeki eksikliğimize aittir.
Bu vesileyle, aziz Hocamızın düşünce dünyamızı ve gönül âlemimizi hep aydınlatmasını Cenâb-ı Allah’tan dileniyor, Zât-ı âlîlerine sağlık, sıhhat ve afiyet diliyor; dua, takdir, tenkit ve teklifleriyle bize destek olan dostlarımıza ve Ölümsüzlük İksiri’ni onbinlerce okuyucu ile buluşturan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’na sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Cenâb-ı Rahmân u Rahîm Rabbimizin merhametini, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in şefkatini, Kur’an-ı Mecîd’in şefaatini ve mü’minlerin dualarını celbeylemeye vesile olması ümidiyle...
- tarihinde hazırlandı.