Nerede Fütuhât-ı Medeniyye ve nerede Fütuhât-ı Mekkiyye?!.
Unutulmamalıdır ki; subjektif mükellefiyetler, belli seviyedeki insanlara özel yükümlülüklerdir; bunlar, marifet ehline, Allah’ı iyi bilenlere, hakiki manada O’na inananlara, yakîn mertebelerinden birine otağını kuranlara ve kurbet kahramanlarına has mükellefiyetlerdir. Bu itibarla, umum insanlar Medine’deki mukayyed ve dar alanlı kullukla, yani herkesi bağlayan objektif emirlerle mükelleftirler. Normal bir insanı, subjektif mükellefiyet çizgisine zorlamak ona “teklif-i mâlâ-yutak”ta bulunmak manasına gelir ve “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın...” hakikatına ters bir davranış sayılır. Evet, henüz cismaniyetten sıyrılamamış bir insana o ufku göstermek, onu taşıyamayacağı çok ağır bir yükün altına sürmek ve belini kırmak demektir.
Oysa, dinde asla zorluk yoktur; İslam “yüsr” (kolaylık) üzere vaz’ edilmiştir. Fıtratları ve karakterleri gözetmeden, onu şiddetlendiren ve ağırlaştıran, dinin ruhuna zıt bir iş yapmış olur. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, “Bu din kolaylıktır. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; (insan ne yaparsa yapsın yine de mutlaka bir kısım eksik ve kusurları vardır ve) galibiyet dinde kalır.” mealindeki hadis-i şerifiyle bu hakikate dikkat çekmiştir. Öyleyse, insanlara güçlerini aşkın sorumluluklar yükleyerek, dini yaşanmaz hâle getirmemek gerekir. Kolaylık üzere bina edilmiş ve müsamahaya dayalı gelmiş bu dinde pek çok af alanı bulunduğunu hep hatırda tutmak icap eder.
Nitekim, Nur Müellifi, “Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir.” derken dinin özündeki bu kolaylığa işaret etmiş ve objektif olan kaideyi dile getirmiştir. Yani, bütün insanları bağlayan bir hüküm söz konusu olduğunda, en zor şartlar altındaki kimselerin de nazar-ı itibara alınması gerektiği esasına binaen, nâmüsâit şartlara maruz kalan bazı mü’minlerin abdest de dahil bir saate sıkıştırmak suretiyle de olsa namazlarını mutlaka kılmaları gerektiğini ifade etmiştir. Evet, aslında mü’minler, namazlarını Mi’raca çıkıyormuş gibi derin bir şuur ve huşu ile ikâme etmelidirler; fakat, Mi’raç televvünlü namaz ufkunu yakalayamayanlar, onu en azından kendilerini kötülüklerden ve fuhşiyâttan alıkoyacak şekilde eda etmeye çalışmalıdırlar. Buna da muvaffak olamayanlar, bari ülfet alaşımlı namazdan vazgeçmemeli ve hiç olmazsa mükellefiyetlerini yerine getirip ötede hesaptan kurtulmalıdırlar.
Hazreti Bediüzzaman, “Sakın deme, ‘Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede!’ Zira bir hurma çekirdeği, mânen bir hurma ağacı gibidir.” buyurarak, namazı sadece bir mükellefiyet olarak eda eden âmi bir insanın bile amel defterine bir ibadet hissesi kaydolacağını belirtmiş; avamın ümidini bütün bütün kırmamak ve insanları ye’se düşürmemek için objektif olanı öne çıkarmıştır. Yine o, kendisi sabahlara kadar ibadet ü taat ve evrâd ü ezkârla meşgul olduğu halde, teheccüd namazının iki rek’at dahi olsa kılınabileceğini söylemiş ve hiç olmazsa teheccüdün asgarîsinin ihmal edilmemesini istemiştir. Hazreti Üstad’ın “Farzları yapan, kebîreleri işlemeyen kurtulur.” demesi de, ağır şerait altında hakiki takva dairesine girmenin çok zor olduğu bir dönemde, ruhsatlarla amel eden insanların da daire dışında kalmamaları için avama Medenî teşrîi işaret etme ve objektif olanı gösterme kabilinden bir ifadedir.
Hâsılı, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz kendisi ayakları şişene kadar namaz kıldığı halde, ümmetine hep güçlerinin yettiği kadarını teklif etmiş ve onlara ibadet nev’inden bile olsa altından kalkamayacakları işleri üzerlerine almamaları tavsiyesinde bulunmuştur. Bu açıdan, hem namaz gibi ibadetleri tam duyma hem de ibadet ve ubudiyetten öte bir ubudet insanı olma meselesi bir seviye ve gönül işidir. Bütün mü’minler, ibadet konusunda hem keyfiyet hem de kemmiyet itibarıyla her zaman daha ileri mertebelere teşvik edilirler ama bu hususta bir ikrah söz konusu değildir. Ne var ki, her mü’min, ferdî hayatı açısından kendisini zorlamalı, daha derin bir kul olmaya çalışmalı ve gücü yetiyorsa Mekkî teşrîye göre yaşamalıdır. Başkaları mevzubahis olduğunda ve hususiyle de avam hakkında söz söyleyeceği zamanlarda, İmam Rabbani Hazretleri’nin “Fütuhât-ı Medeniyye varken, Fütuhât-ı Mekkiyye kitabına bakmayız.” sözüne kulak vermeli; Muhyiddin İbn-i Arabi Hazretleri’nin Fütûhât-i Mekkiyye’si gibi subjektif mükellefiyet çizgisini gösteren eserleri değil, Medine döneminde tefsîr, tafsîl, takyîd ve tahsîslerle tamamlanan ve bütün objektifliğiyle ortaya konan disiplinleri esas almalıdır. Vicdanının belirleyeceği marifet ufku zaviyesinden kendisini Fütuhât-ı Mekkiyye’den mesul tutsa bile, halkı “teklif-i mâlâ-yutak” sayılacak yükümlülüklere zorlamamalıdır.
- tarihinde hazırlandı.