Rahata Düşkünlük
Her yüce dâvâ ve hakikat, temsilcilerinin kararlılığı, sadakati ve onu muhafaza hususunda gösterecekleri gayretle devamlılık kazanır ve âlemşümûl bir hüviyete ulaşır. Aksine böyle bir dâvâ, düşmanlarının sık sık saldırı ve tecavüzlerine karşılık, idrakli, sâdık, vefalı dostlardan mahrum ise, er-geç yıkılmaya ve hafızalardan silinip gitmeye mahkumdur.
Akıcılığını kaybedip hareketsiz kalan sular kokuşup bozulduğu gibi, kendini rehavete terkeden tembel kimselerin de çürüyüp zâyi olması muhakkaktır. İnsanda rahat etme arzusu, ilk ölüm alarmı ve işaretidir. Ancak bir fert, hissiyatıyla felç olmuşsa, ne bu alarmı duyar, ne de bu işaretten bir şey anlar. Tabiî, dostların ikaz ve uyarılarından da...
Tembellik ve tenperverlik, her türlü zillet ve mahrumiyetin en başta gelen sebeplerindendir. Kendini rahat ve rehavetin kucağına salıveren ölü ruhların, bir gün zarûrî ihtiyaçlarının dahi, başkaları tarafından karşılanmasını bekleme gibi bir zillete dûçar olacaklarında şüphe yoktur.
Bu rahat ve rehavete düşkünlüğe aşırı hâneperestlik de eklenince, artık mücahede hattının terkedilmesi ve ferdin ruhen ölmesi mukadderdir. Bir de, bu gerisin geriye gidiş sezilemiyor ve durum, sırta geçirilen erkeklik urbasıyla değerlendiriliyorsa, o hepten bir fezâat ve felâkettir.
Mücadele aşkı ve "serhat tutkusu" sayesinde, küçük bir aşiretten koca bir imparatorluk doğmuştur. Bir gün gelip de, bu aşk ve arzunun yerini harem sevdası alınca, koskoca bir millet yerle bir olmuştur.
Harem aşkı ve hâneperestlikle nöbet yerini terkedenler, çok defa maksatlarının aksiyle tokat yemiş, sıcak yuvalarından ve cıvıl cıvıl çocuklarından da olmuşlardır. Savaşması gerektiği yerde erkekçe savaşmasını bilemeyen Endülüslü bir kumandana, anasının itap dolu şu sözü ne kadar mânidardır: "Cephede erkek gibi dövüşmedin, bâri otur, avratlar gibi ağla!!"
İnsanın değişikliğe uğrayıp çürümesi, âheste âheste ve fevkalâde sessizce cereyan eder. Hatta bazen, küçük bir gaflet, kafileden az bir ayrılış, zâyi olup gitmeye sebebiyet verebilir. Ne var ki, böyleleri, kendilerini hep aynı çizgide ve mevzilerinde gördüklerinden, çok defa minare gibi bir zirveden kuyunun dibine düştüklerinin farkına bile varamazlar!
Mücahede hattını terkedenler, her firarî ve cephe kaçkınında bulunması tabiî olan suçluluk ruh hâletiyle, kendilerini müdafaa ve hizmet veren arkadaşlarını tenkit düşüncesi içine girdiklerinden artık böyle bir sapmışlıktan kurtulup, yeniden kendilerine has çizgiye gelmeleri imkânsız gibidir. Âdem Nebi (as) sürçtüğü zaman, kusurunu itiraf sayesinde, sıçrayıp bir hamlede yerini almasına karşılık, İblis o büyük yanlışlığına rağmen, nefsini müdafaaya kalkıştığından ebedî hüsrana uğramıştı...
Azim, irade ve şuurlarıyla felce uğramış kimselerin bazen, etraflarındaki insanların cesaret ve kuvve-i mâneviyeleri üzerinde de büyük tesirleri görülür. Hatta böyle bir iradesizin göstereceği küçük bir tereddüt, az bir çekinmenin, yüz ferdin hakikî ölümleri kadar sarsıntı ve ümitsizliğe sebebiyet verdiği çok görülmüştür. Böyle bir hâl ise, sadece, millet ve vatan düşmanlarını yüreklendirip cesaretlendirmeye ve iştihalarını kamçılayıp üzerimize saldırtmaya yarar.
Dünyanın câzibedar güzellikleri, mal ve evlâd birer fitne, birer imtihandır. Bu imtihanın en başarılı talebeleri de, sabah-akşam gönül verdikleri hakikate bağlılık "ahd u peymanında" bulunan, azimli, iradeli, kararlı talihlilerdir.
Sızıntı, Mayıs 1983, Cilt 5, Sayı 52- tarihinde hazırlandı.