Takdim yerine
Mefkûresi olmayanın ne kat edeceği bir yolu, ne kendisini harekete geçirecek bir enerjisi, ne de ulaşmak istediği bir hedefi vardır. O, iradesinin üstüne yatıp kendisini durgunluğa saldığı andan itibaren âdeta cansız varlıklar gibi kımıldayamayacak hâle gelmiş, heva ve hevesinin tasallutu altında boynu tasmalı, ayağı prangalı bir mahkûma dönüşüvermiştir. Bu ise kaçınılmaz olarak kokuşma, içten içe çürüme ve kadavralaşmayı netice verir. Esasında son birkaç asırdan beri yaşadığımız ferdî, ailevî, iktisadî ve idarî iç içe buhranların temelinde yüksek düşünce ve ulvî gayelerden mahrum böyle bir mefkûresizlik vardır.
O hâlde günümüz nesillerine yapılabilecek en büyük iyilik, insanı potansiyel insanlıktan hakiki insan olma seviyesine çıkaran böyle yüksek bir mefkûre düşüncesiyle onu yeniden buluşturmak olacaktır. Evet, böyle yüksek bir mefkûre, ideal nesilleri harekete geçiren bir marş, onların bitmeyen enerjilerini besleyen bir dinamo, aşk u heyecanları için de dupduru bir kaynak vazifesi görecektir. Düşünün ki, insanlığın karanlıklar içinde bocaladığı bir dönemde, çölün bağrından fışkırıp çıkan ve üç kıtada ümidin sesi-soluğu olup inleyen mefkûre muhacirlerinin en önemli güç kaynakları, imanları ve o imanla, her zaman gönüllerinde köpürüp duran ilhamları başkalarının sinelerine boşaltabilme idealleriydi. Asya steplerinden kalkıp Anadolu’ya yürüyen ve Allah’ın inayetiyle bir aşiretten koskoca bir cihan devleti çıkaran Osmanlı serencâmesinin arkasında da aynı dinamikler vardı; tabiî, Millî Mücadele’yi gerçekleştiren kahramanların dimağlarında da.
Bu itibarla denilebilir ki, bugün bizim şuna-buna değil, her şeyden evvel yaşama arzusunu dizginleyip yaşatma sevdasıyla yollara dökülmüş, engin vicdanlı karasevdalı mefkûre kahramanlarına ihtiyacımız var. Bu kahramanlar Allah’ın izni ve inayetiyle hiç durmadan soluk soluğa önce kendi milletleri, sonra da bütün bir insanlık için merhamet duygusuyla koşturup duracak ve ellerini Rabbilerine her kaldırışlarında öncelikle kendilerini değil, başkalarını dileyeceklerdir. Kimi zaman toprak gibi, başkalarının mutluluğu adına kendi ikbal ve geleceklerini ayaklar altına serecek, kimi zaman da başını taştan taşa vurup safileşen bir ırmak gibi sürekli ızdırap ve çileyle durulacak ve hep hasret ve hararetlerin üzerine bir hayat gibi akıp duracaktır. Evet, onlar yeri gelecek “Beni şehit eyle, milletimi aziz eyle.” deyip yüksek bir millî mefkûreyi seslendirecek; kimi zaman “Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım.” ifadeleriyle aşkın bir mefkûrenin peşinden koşacak; kimi zaman da hayatına kastedenlere karşı bile; “Allah’ım, ümmetimi bağışla, onlar beni bilmiyorlar.”[1] kelimeleriyle ifade edilen âlemşümul şefkatin izinde mesuliyet eksenli, merhamet derinlikli kuşatan bir mefkûreyi hayatlarına yansıtmaya çalışacaklardır.
İşte Mefkûre Yolculuğu adıyla elinizde tuttuğunuz bu eseri tetkik ettiğinizde, böyle yüksek bir mefkûrenin gönüllerde neşv ü nema bulması ve aynı zamanda kalblerde yeşeren o düşüncenin sürekli canlılığını koruyabilmesi adına Kur’ânî/Nebevî tebşir ve inzar üslubunun gölgesinde yapılan tavsiye, teşvik, tenvir, nasihat, irşad, tenbih, ikaz ve ihtarlara şahit olacaksınız.
Mesela “Fütüvvet Ruhunun Temsilcileri” adlı bölümde Muhterem Hocaefendi şunları ifade eder: “Fütüvvetin en önemli faktörlerinden biri de adanmışlık ruhuna sahip olmadır. Yani insanın kendisini gaye-i hayaline adaması ve onun dışındaki bütün mülâhazaları aradan çıkarmasıdır. Adanmış bir ruh demelidir ki, “Benim aslî vazifem ne yapıp edip yeryüzünde Nâm-ı Celîl-i Sübhânî’yi îlâ etmektir. Mefkûresine adanmış bir insan bütün duyguları, düşünceleri, yaptığı hamle ve hareketleriyle bu gaye peşinde koşmalı ve kendisini bu istikamette istikrara mazhar kılması için Cenâb-ı Hakk’a dua dua yalvarmalıdır. Öyle ki, insan, evinin yolunu ve çocuklarının çehresini bile unutacak kadar yaşatma arzusuyla dopdolu olmalıdır.”
“İmtihan Çeşitleri” adlı sohbette ise mefkûrenin büyüklüğü ölçüsünde insanın değişik imtihanlara müptela kılınacağına şu ifadelerle dikkat çeker Hocaefendi: “‘Mağnem’ ölçüsünde ‘mağrem’e maruz kalınması yani neticedeki mükâfat ve sevap nispetinde meşakkat ve zorluk çekilmesi önemli bir düstur olduğuna göre, insanın varacağı hedefin büyüklük ve kıymetine göre maruz kalınan imtihanın şiddeti de farklı olacaktır. Mesela şehit olup farklı bir hayat mertebesine uçma çok önemli bir mazhariyettir. Fakat böyle bir mazhariyetin elde edilmesi Allah yolunda savaşmaya, yaralanmaya ve O’nun yolunda canın feda edilmesine bağlıdır. Bu sebepledir ki, yüksek bir mefkûreye gönül veren ve bu yüksek mefkûrenin gereklerini yerine getirmeye çalışan bir insan, karşısına çıkan belâ ve musibet her ne olursa olsun, katlanmasını bilmeli, dişini sıkıp sabretmeli ve çok defa kendisine rağmen yaşayabilmelidir.”
Hakk’ın rızasını kazanmaya matuf bir “mefkûre yolculuğu” aslında sonsuzluk yolundaki bir ebediyet yolculuğudur. Bu itibarla da, uhrevî zevk televvünlü ve ümit vericidir. Ama aynı zamanda bu yolun, bir çok inişi, çıkışı; deresi, tepesi; insanın başını döndüren, bakışını bulandıran tuzakları vardır. Bu sebeple bu yolun yolcusu, nefsine hâkim, hakikate mahkûm, makama-mansıba karşı alâkasız ve şöhret, tama, tenperverlik, rahat tutkusu gibi şeyleri öldürücü birer zehir kabul etme esprisiyle gönlünün derinliklerinde sürekli bir mücadele içinde olmalıdır. “Dünyevî İmkânlar ve Geleceği Plânlamada Ölçü” adlı musahabesinde Hocaefendi bu hususa dikkat çekip hayatın mefkûre eksenli plânlanmasına dair şu önemli ölçüyü ifade eder: “Mü’min hiçbir zaman el âlemden “barekâllah, maaşallah” almak için ya da sadece dünyevî hesaplarla iş yapmaz/yapmamalıdır. O her zaman, kendi ruh ve mânâ köklerinden süzülüp gelen semavî değerleri başkalarına duyurma istikametinde koşturur durur ve bu değerlerin yeryüzü muvazenesinde söz sahibi olması için sürekli gayret içinde bulunur. Bu uğurda, kimi zaman zorluklarla karşılaşır, sancı üstüne sancı çeker ve ızdırapla iki büklüm olur. Ama o bilir ki, belli bir gaye-i hayal ekseninde hareket eden insanın yaşadığı sıkıntı ve meşakkatler ona öyle sevap kazandırır ki, seyr u sülûk-i ruhanîyle bile o seviye elde edilemez.”
Hayatını yeme-içme-ıtrahta bulunma gayesine bağlamış kişilerin ne böyle yüce ve yüksek bir mefkûreyi ne de o yolun yolcularını anlayabilmesi mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki, fedakârlık nedir bilmez bencil ve bağnazlar menfaat ve çıkarlarına dokunabilecekleri vehmiyle bazen bu yolun yolcularına âdeta hayatı zindan eder, insafsızca saldırı ve karalamalarda bulunur, “harp hiledir” mülâhazasıyla entrikalar çevirir, komplodan komploya koşar, rakip ve düşman ilan ettiği kimseleri aldatmaya çalışır, yalan, gıybet, iftira gibi gayriinsanî her yola başvururlar. Bütün bunlar karşısında mefkûre yolcularına düşen ise “Allah Bize Yeter” deyip O’nun havl ve kuvvetine sığınmak; sığınıp her türlü tehdit ve baskıya rağmen, müfterinin iftirasına, kınayanın kınamasına aldırmadan, bildiği yolda hiç durmadan, hız kesmeden yürümeye devam etmektir. Zira mefkûre yolcuları, bütün bunları daha yolun başında kabul edip yola öyle çıkmışlardır. Dolayısıyla onlar yolun başında verdikleri şu söze yol boyu hep sadık kalırlar: “Hep yürüyeceğiz, günümüzde bütün bütün durgunlaşmış ve hantal yığınlar hâline gelmiş şimdilerin insanından, dünyaya yepyeni şeyler vaad eden aydınlık nesilleri bulup çıkarmaya doğru.. şunu-bunu karalamadan, kimseye çamur atmadan; daha çok düşüncelerimizi aksiyona göre plânlayarak, aksiyonlarımızı da cankurtaran ekiplerin üslûbuyla sürdürerek.. kansız-irinsiz, kinsiz-nefretsiz yolcuların da bulunduğunu göstermek için, yollara da, yollardaki tersliklere de takılmadan hep yürüyeceğiz…”
Sözün özü; “mefkûre yolculuğu” sonsuzluğa uzanan yolda kıvrım kıvrım bir çile ve ızdırap yoludur ama aynı zamanda o, mutluluğunu başkalarının mutluluğunda görme gibi engin bir vicdan, derin bir iç huzur ve saadet mesleğidir. Elinizdeki eserin bu ebedî mutluluk yolunda zâd u zahireniz olmasını umarken bu nimetin şükrünü müzakereli okumalarla edaya muvaffak kılmasını da Cenâb-ı Hakk’tan dilerim.
[1] Buhârî, enbiyâ 54; Müslim, cihâd 104-105.
- tarihinde hazırlandı.