Niyet ibresi ve muhasebe şuuru
Niyet ibresinin sürekli ihlâs ufkunu göstermesi adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?
Cenâb-ı Hakk’ın rızasına ulaşabilmek için, insanın söylediklerini halisane söylemesi, yaptıklarını halisane yapması çok önemlidir. Zira amel bir cesetse ihlâs onda can, amel bir kanatsa ihlâs da diğer kanattır. Ne ceset cansız olabilir, ne de tek kanatla bir yere varılabilir. Halisane söylenilen bir söz, yapılan bir amel Hak katında o kadar kıymetlidir ki, melekler onu ağızlarına alır, vird-i zeban ederler; ruhaniler de onu bir tesbih gibi çeker dururlar. Evet, ağızdan çıkan ifadeler, heyecan mızrabı yemiş gibi, kalbin bamtelinin sesi ve soluğuysa onlar dilden dile dolaşır ve hatta gider ta Hazîretü’l-Kuds’e ulaşır. Ayrıca bilinmesi gerekir ki, samimane ifade edilen bu türlü sözler, hafızalarda kaldığı sürece, o sözü söyleyen insanın amel defterine sürekli hasenat akar durur, böylece ağızdan çıkan her bir kelime kopyalarıyla namütenahi hâle gelir.
Duyurma mülahazasıyla canına okunan ameller
Ne var ki insan, sesiyle, soluğuyla, ses tonuyla, burun çekmesiyle, mimikleriyle vs. işin içine kendi mülahazalarını karıştırır, kendini ifade etmeye çalışır ve kendini ispat gayreti içinde olursa kazanma kuşağında kaybeder ve neticede böyle bereketli bir mükâfattan mahrum kalır.
Mesela insanı, sonsuzluğun semalarında dolaştıran ve onu götürüp ta melekler âlemine ulaştıran namaz gibi ulvi bir ibadette, “Sübhane Rabbiye’l-azîm”, “Sübhane Rabbiye’l-a’lâ”, “Rabbenâ leke’l-hamd” denmesi ne kadar enfestir ve ne kadar şâyân-ı takdir bir ameldir. Fakat bunları söyleyen kişinin, aklının köşesinden azıcık, “Ben bunları söylüyorum, başkaları da duysun.” düşüncesi geçerse, bu tesbihlerin kolu, kanadı kırılmış, geride bir kısım ölü kelimeler bırakılmış ve o güzel namaz ibadeti de ruhsuz bir kalıp ve müsemmasız bir isim hâline getirilmiş demektir. Evet, insan bu tesbihleri yüzde bir bile olsa iradî olarak başkalarına duyurma mülahazasına girerse, o kelimelerin ruhunu o ölçüde kaçırmış ve uçurmuş olur.
Tesbihat gibi, ezan okuma, kamet getirme ve namazda kıraatte bulunma vb. diğer bütün uhrevî amelleri bu çerçevede değerlendirebilirsiniz. Mesela bir insanın namaz esnasında kıraatin iç musikisine tâbi olarak kendini o çağlayanın içine salması başka bir şeydir, gırtlak ağalığı yaparak namazda kendini ifadeye kalkışması ise tamamen başkadır. Bilinmelidir ki, işin içine kendini katan bir insan yaptığı ibadetlerden kendisine ne kadar hisse ayırıyorsa, Allah’a ait hisseden o ölçüde eksiltmiş ve tıpkı kanatları kırpılan bir kuş haline getirdiği o amelin uçup ötelere yükselmesini engellemiş olur.
O hâlde insan, yaptığı bütün amellerde ihlâs mülahazasına kilitlenmeli; kilitlenip kötü örnek olmamak kaydıyla, dıştan bakıldığında hep mukassi görünmelidir. Yani dışarıdan ona bakan bir insan onu sıradan ve basit bir kulübecik gibi görmeli; fakat o, Dolmabahçe Sarayı’ndan daha göz kamaştırıcı, Topkapı Sarayı’ndan daha asaletli bir iç dünyaya sahip olmalıdır.
Muhasebe serası
Diğer taraftan insan, aynanın karşısına geçip kendisine baktığında, “Allah Allah! Ben iç dünyamı temaşa ettiğimde kendimi insanlık seviyesinden hayvanlık mertebesine sukût etmiş gibi görüyorum. Fakat Allah’ın lütfuna bak ki, benim hâlâ insan suretinde yaşamama müsaade ediyor.” diyecek ölçüde kendini küçük ve hakir görmelidir. Hak yolunda vesile olduğu hizmetler karşısında da, “Esasında Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği bu imkânları sonuna kadar kullanarak çatlayasıya, ölesiye hak ve hakikati anlatabilirdim. Ama ben bu imkânları hak yolunda kâmil mânâda kullanamadım, heba ettim. Bu yüzden de İslâm’a ve Kur’ân’a karşı vefasız bir namerdin tekiyim. Nasıl oldu da bugüne kadar Odetta gibi taş kesilmedim diye hayret ediyorum.” mülahazalarıyla dolmalı, nefsiyle cedelleşmeli ve onunla yaka paça olmalıdır.
İnsanın kendisini böyle bir konumda görmesi aynı zamanda onda yükselme arzusunu tetikleyecektir. Zira mükemmeliyete talip olan bir insan, durduğu yerden daha yükseklere ulaşmak istiyorsa, önce olması gereken yerin aşağısında bulunduğuna inanmalıdır.
Hem namütenahiye yolculuk namütenahidir. Cenâb-ı Hak,
اَلْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي
İşte bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. (Mâide Sûresi, 5/3)
kavl-i kerimiyle bize, ekmeliyet ve etemmiyet ufkunu gösteriyor. O hâlde sonsuzluk yolunda biz, doyma bilmeyen öyle bir yolcu olmalıyız ki, bir gün doğrudan doğruya bî kem u keyf Zât-ı Ulûhiyet’in elinden aşk u muhabbet kâsesi içsek, yine de, “Daha yok mu?” mülahazasıyla bir kâse daha, bir kâse daha.. istemeliyiz. İşte böyle bir ekmeliyet ve etemmiyete ulaşmanın yolu insanın sürekli kendisiyle hesaplaşmasından geçer. Yoksa durduğu yeri mükemmeliyetin bir remzi gibi gören, “Dahası yok ki!” mülahazasıyla hareket eden ve buna bağlı olarak da kendisiyle hesaplaşmayan, kusurlarıyla yüzleşmeyen insan ömür boyu hep olduğu yerde kalmaya mahkûmdur ve böyle birinin mükemmeliyeti tatması da kat’iyen mümkün değildir.
Muhasebenin başka bir buudu
Ayrıca insanın kendisiyle yüzleşmemesinin negatif şöyle bir yanı daha vardır: Kendisiyle hesaplaşmayan, kendini yerden yere vurmayan bir insan hiç farkına varmaksızın beyhude başkalarıyla meşgul olur durur. Hele şahsî enaniyete bir de aidiyet mülahazası eklenirse, kişinin kaybetme ihtimali daha fazla büyür. Çünkü Hz. Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla, cemaat enaniyeti ferdî enaniyeti takviye eder. Dolayısıyla denilebilir ki, cemaat enaniyeti öldüren, kahreden çok tehlikeli bir Allah belâsıdır. İşte bütün bu tehlikelerden korunmanın yolu, insanın kendisiyle sürekli yüzleşmesi, sürekli kendisiyle yaka paça olmasıdır.
Mesela, bir kimseye Cenâb-ı Hak, dünyanın değişik yerlerinde çok önemli hizmetler yapma imkânı bahşedebilir. Öyle ki, bu insan, tek başına bir beldedeki insanların bütününün gönlünü fethetmiş, ilim ve irfan hayatı adına orada âdeta bir çığır açmış olabilir. Fakat bu tür başarılar karşısında mülahaza hep şu olmalıdır: “İhtimal ki, bu işin temsilcisi konumunda ben olduğumdan dolayı yapılması gereken daha nice iş burada eksik kaldı. Şayet benim yerimde hakikaten ehl-i kalb ve ehl-i fikir bir başka arkadaş olsaydı, kim bilir burada yapılan hizmetler kat be kat artarak nasıl büyüyecekti. Keşke bu iş bana takılmış olmasaydı!” İşte Allah yolunun yolcularında bulunması gereken gerçek muhasebe ruhu bu olmalıdır.
Başkalarının şişirmesi, pohpohlaması karşısında kündeye gelmemenin yolu da esasında böyle bir muhasebe duygusundan geçer. Yani insan, günde birkaç defa kendisini kritiğe tâbi tutar, gözden geçirir ve Rabbisiyle münasebetini buna göre ayarlarsa, başkaları onun hakkında ne derlerse desinler, isterse onu göklerde uçursunlar yine de o “Ben, beni biliyorum. Burada şeytanın bir parmağı olabilir.” diyerek, kendini gurur ve kibre kaptırmaktan korumuş olur.
Rabbim, hepimizin gönlünü, böyle bir muhasebe şuuruyla doldursun. Bir lütuf olarak omuzlarımıza yüklediği vazifeleri bihakkın edaya muvaffak eylesin! Âmin!
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.