Muhasebe ve istiğfar
Değişik bela ve musibetlere maruz kalındığında, imtihan sürecinin mümine yakışır bir şekilde atlatılabilmesi adına hangi ölçülere dikkat edilmelidir?
Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir. (Nisâ sûresi, 4/79)
fermanına inanan bir insan, karşısına çıkan her bela ve musibeti öncelikle kendi işlediği hata ve günahlara vermelidir. Mesela, yürürken elindeki bardak veya tabak yere düşse, bunu kendinden bilmeli, o andaki tahayyül, tasavvur veya taakkul dünyasındaki bir inhirafa vermeli ve şöyle demelidir: “Acaba ben huzur-u kibriyaya yakışmayan ne gibi bir halt karıştırdım ki böyle bir sıkıntıya maruz kaldım?” Çünkü kâinattaki hiçbir hadisede rastlantı yoktur. Dikkatli bir nazarla hayat süzüldüğünde görülecektir ki, esasında çok küçük musibetler bile birer ikazdır ve her hadisenin bir sinyal yanı vardır. İnsan o ikazı anlayabilir, Allah'a teveccüh eder ve o belaya kefaret olabilecek bir hayır ortaya koyarsa, bunlar, Allah'ın inayetiyle daha büyük kaza ve belaların def edilmesine vesile olur. Evet, o türlü musibetler hem birer sinyaldir, hem de aynı zamanda birer kefarettir. Mesela, kırılan bir bardak, bir bela ve musibet zincirini kırmış ve günahları da temizlemiş olabilir. Nitekim bir hadis-i şerifte,
Müslüman'ın başına gelen hiçbir yorgunluk, hastalık, keder, üzüntü, eziyet, gam ve hatta ayağına batan diken yoktur ki Allah onunla günahlarından bir kısmını bağışlamasın. (Buhari, Merdâ 1; Müslim, Birr 49)
buyrulmaktadır.
Hakiki suçluyu bulma yolunda
Vakıa biz, meydana gelen hadiselerin arkasındaki sebepleri her zaman açık ve net bir şekilde göremeyiz. Fakat inanan bir gönül, kapalı bir kutu halinde ansızın önüne çıkan hadiselerde bile, öncelikle kendi hata ve kusurlarını araştırmalıdır. Zira suçu kendinde arayan bir insan, hakiki suçluyu bulma adına çok önemli bir adım atmış olur. Yoksa suçluyu hep dışta arayanlar, ömür boyu bu aramalarını sürdürseler dahi yine de hakiki suçluyu bulamaz, başkalarını tecrim etmekle ömürlerini tüketirler.
Konuyla alakalı bir ifadesinde Hazreti Pîr şöyle diyor: “Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakiki sebebini şimdi anladım. Ben kemal-i teessürle söylüyorum ki, benim suçum, hizmet-i Kur'aniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemalâtıma alet yapmakmış.” Kemal insanının sarf ettiği bu sözler, onun muhasebe derinliğini göstermektedir. Bununla birlikte onun bu sözlerinden anlıyoruz ki, iman ve Kur’an’a yapılan hizmet, varidat ve mevhibelere mazhar olma, velilik mertebesine erme gibi maksatlara alet yapılmamalı; hatta cennete girme, cehennemden uzak kalma gibi ulvî gayelere dahi vasıta kılınmamalıdır. Şayet bunlar gaye-i hayal haline getirilirse, yapılan iş dinamitlenmiş olur. Bizim evvelen ve bizzat talebimiz ihlâs ve rıza-i ilahi olmalıdır. Ne cennet sevdası ne de cehennem korkusu hakiki ubudiyetin önüne geçmemelidir. İhlâslı yapılan amellerin karşılığını zaten Allah fazlasıyla verecektir. Allah nezdindeki nimetler sayılamayacak kadar çok, bizim ibadet u taatimiz ise sınırlıdır. Cihan hükümdarı olsanız ve trilyonlarınız bulunsa bile, verirken yine de korkarsınız. Çünkü verdiğiniz ölçüde elinizdeki eksilecektir. Fakat Allah’ın niam-ı sübhaniyesi o kadar çoktur ki, nimetlerin bir istatistiğini çıkarmaya çalışsanız katiyen bu işin altından kalkamazsınız. Bu açıdan sizin istedikleriniz, O’nun lütfedeceklerinin yanında çok küçük kalacaktır.
Şikâyetin her türlüsünden sakınmalı
Başlarına gelen bela ve musibetlerin gerçek sebeplerini göremeyenler, Allah’ı insanlara şikâyet etme manasına gelecek sözler sarf etmeye başlarlar. İnsanın, ihkak-ı hak mülahazasıyla, kendisini haksızlığa uğratanları, yetkili mercilere veya kamuoyuna şikâyet etme hakkından bahsedilebilir. Başka bir ifadeyle, kendisine zulmedildiğini düşünen bir insan, o zulmü yapanları Hakk’ın ve halkın re’yine şikâyet ederek, Hakk’ın hükmünü vermesini ve halkın da diyeceğini demesini bekleyebilir. Fakat bir insanın, hiçbir şekilde, hiçbir zaman Allah’ı başkasına şikâyet etmeye hakkı olamaz. Değil sarih beyan, insanın başına gelen bela ve musibetlerden dolayı oflayıp puflaması dahi Allah’ı şikâyet sayılır. Dolayısıyla şikâyet manasına gelecek sarih/zımnî her türlü söz ve tavırdan uzak durmak gerekir.
Maruz kalınan bela ve musibetleri insanın kendinden bilmesi ise, ciddi bir muhasebe duygusuna; bu ise gönülde oturaklaşmış sağlam bir iman-ı billah ve ahiret inancına bağlıdır. Hazreti Ömer’e nispet edilen bir sözde
حَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا
Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.
buyrulmaktadır ki, bu da, nefis muhasebesinin öte dünyadaki hesaba çekilme inancıyla doğrudan doğruya irtibatlı olduğunu göstermektedir. Zaten büyük zatların evrad ve ezkarına bakıldığında, mahkeme-i kübrada hesap verme endişesinden kaynaklanan ciddi bir nefis muhasebesiyle hayatlarını geçirdikleri görülür. Mesela Hazreti Şah-ı Geylânî’nin sadece tek bir virdi içinde kendini yerden yere vurup nefsiyle hesaplaşmasını belki biz bir ömür boyu yapmamışızdır. Ebu’l-Hasan eş-Şazilî Hazretleri, “Sen şusun, sen busun” diyerek ciddi şekilde kendisini levmettikten sonra “Sen’in kapına benim gibi daha niceleri geldi ve boş dönmediler” ifadeleriyle reca kapısını da kapatmayarak Allah’tan af ve mağfiret diler.
Hasan Basrî Hazretleri’nin Kulûbü’d-dâria’da yer alan üsbûiyesi de bu konuda örnek alınması gereken önemli bir virddir. Haftanın her günü için hususi bir vird ayıran bu abide şahsiyet, orada kusurlarını sayıp dökmede adeta biri bin yapar. Sahabî memesinden süt emmiş, tabiînin serdar-ı ekberlerinden birisi olan, Basra’da değişik batıl mezheplere karşı göğsünü gererek “Burası çıkmaz sokak” diyen, denilebilir ki, rüya ve hayallerine bile günah girmemiş olan ve Ebu Hanife’nin kendisinden çok istifade ettiği bu kahraman-ı zîşan, günah ve kusurlarını öyle büyüterek ifade eder ki, bu ifadelerine bakınca siz onu dünyada günah işleyen insanların en kötüsü zannedersiniz. Adeta batmış, iflas etmiş bir insanın ses ve soluğuyla Cenab-ı Hakk’a teveccüh eder, sanki sürekli günah işleyen biriymiş gibi, her gün bir kez daha nefsiyle hesaplaşmaya durur.
İstiğfarı netice veren muhasebe duygusu
Muhasebe şuuruyla hata ve kusurlarının farkında olan bir insan netice itibarıyla tevbe ve istiğfara yönelir. Cenâb-ı Hak, Furkân Sûresi’nde, birçok mesavii sayıp, bunları irtikâp edenlerin azaba müstahak olacağını beyan buyurduktan sonra, bu tür kötülükleri işlemiş olsalar dahi, yeniden Allah’a teveccüh eden tevbe kahramanlarının mazhar olacağı muameleyi şu âyetle müjdeler:
إِلَّا مَنْ تَابَ وَآَمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَأُولَئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا
Günahlardan vazgeçip Hakk’a yönelen, gönülden iman eden, sonra da salih amel işleyenler bundan müstesnadır. Allah onların seyyiâtını hasenâta tebdil eder. Çünkü Allah gafûrdur, rahîmdir. (Furkân Sûresi, 25/70)
Bu âyet-i kerimeye göre günah ve hatalarla ruhen deformasyona uğrayan bir insan, hemen tevbe ve istiğfar eder, ciddî bir arınma gayreti gösterir, imanını yeniler ve salih amele yönelirse, Allah Teâlâ onun seyyiâtını hasenâta çevirecektir. Evet, Cenab-ı Hak, insanın eliyle, ayağıyla, gözüyle, kulağıyla, yüz işmizazları ve mimikleriyle vs. ne kadar işlediği günah varsa onları silecek ve onların yerine hasene yazacaktır. Bu âyet-i kerimeye Hazreti Pir farklı bir şekilde yaklaşarak, insandaki sonsuz şer kabiliyetlerinin hayır kabiliyetlerine tebdil edileceğini ifade etmiştir. Demek ki, tevbe, inabe ve evbe ile Allah’a teveccüh etme, insan tabiatındaki masiyete açık yanların iyilik ve güzellik istikametinde tebeddüle uğramasını netice vermektedir.
İstiğfar: Yeniden dirilişin âb-ı hayatı
Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) istiğfarın ehemmiyetini,
مَنْ أَحَبَّ أَنْ تُسِرَّهُ صَحِيفَتُهُ فَلْيُكْثِرْ فِيهَا مِن الْاِسْتِغْفَارِ
Kim amel defteriyle mutlu olmak isterse, oraya çok istiğfar yazdırsın. (Kenzü’l-ummâl, 1/475, hadis no: 2065)
ifadeleriyle açıklamıştır. Kendisi de o ufkun en zirvede kahraman-ı zîşânı olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdaluttahiyyât ve ekmelütteslîmât), günde yüz defa istiğfar ettiğini beyan buyurmuştur. Bu durumu, O’nun marifet ufku itibarıyla sürekli terakkisine verebileceğiniz gibi, rehberliğine de bağlayabilirsiniz. Zira bir toplumun, bir heyetin önünde bulunan insan, iyi veya kötü, bütün tavır ve davranışlarıyla arkasındakilere örnek teşkil eder. Mesela, bir kurumun başında bulunan bir idareci, kurduğu menfaat çarkıyla sürekli kendi menfaatlerini takip edip durduğunda, arkasındaki insanları da haramiliğe sürükler. Aynen öyle de, sürekli hayır ve hasenat peşinde koşan bir rehber, arkasındaki insanların hayra yönlendirilmesinde çok önemli bir müşevvik olur. İşte bu açıdan bakıldığında denilebilir ki, kendisine tâbi olanları meleklerin pervaz ettiği ufuklara yükselten Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) günde yüz defa istiğfar ediyordu.
Esasında, hangi seviyede olursa olsun, sorgulayıcı bir nazarla sergüzeşt-i hayatına bakan bir insan, orada “estağfirullah” diyeceği pek çok hata ve kusur bulabilir. Mesela bir yerden bir yere giderken gözüne bir haram ilişmiş olabilir. Kendisine, birisinin güzel sıfatlarından bahsedildiğinde bundan rahatsızlık duyarak, ona bir laf çarpmış olabilir. Başka bir zaman gıybet bataklığına düşmüştür de belki farkında bile değildir. İşte insan bu gibi günahların her birinin tek başına insanı batırabileceğini düşünmeli ve derhal istiğfara yönelmelidir. Hazreti Pir, “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.” diyerek, küçük gibi algılanan günahların bile insanı batırabileceğine dikkatleri çekmiştir.
İnsanlar dünya işlerini bile ciddi bir hesaba bağlı götürüyorlar. Mesela, yeni bir iş kuracakları zaman ciddi araştırmalar yapıyor, ona göre yatırımda bulunuyorlar. Daha sonra yaptıkları işin aylık hesabını tutarak girdi ve çıktılarını kontrol ediyor ve böylece işlerinin rantabl gidip gitmediğinin takibini yapıyorlar. Şimdi, gelip geçici olan dünya işleri bile bu kadar hesap kitap istiyorsa, ebedî hayatın çok daha ciddi bir hesaba bağlı götürülmesi gerekmez mi?
Burada konuyla alakalı bir hususu daha hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum. Hazreti Pîr “Dua ve tevekkül meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” der. Yani tevbe ve istiğfar insandaki olumsuzluğa açık olan eğilimlerin önüne geçeceği, ondaki hata ve günahların başına bir balyoz gibi inip onların iflahını keseceği gibi, dua da insandaki hayır eğilimlerini güçlendirecektir. Bu açıdan bir taraftan tevbe ve istiğfar ile, diğer yandan da dua kanadıyla hareket eden bir insan, Allah’ın izni ve inayetiyle, amudî olarak evc-i kemalat-ı insaniyeye çıkarak kendisini İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ayaklarının dibinde bulabilir. Fakat şunu da ifade edelim ki, keşke insan kalbî ve ruhî hayatın restorasyonuyla uğraşacağına daha baştan bunların tahribatını engelleyecek setler teşkil etse! Çünkü tahrip olan bir şeyin sonradan restorasyonu çok zordur. Daha önce de arz etmişimdir. Edirne’ye gittiğimde Selimiye Camii’nin restorasyon çalışmaları başlamıştı. Edirne’de kaldığım altı yedi senelik süre içerisinde Sarı Selim’in altı senede yaptırdığı bu camiin restorasyonu bitirilememişti. Çünkü bozulan bir şeyi hüviyet-i asliyesine irca etmek, onu yeniden inşa etmekten çok daha zordur. Evet, günahlarla deformasyona uğrayan bir insanın tekrar formunu yakalayabilmesi zannedildiği kadar kolay değildir. O halde insan daha başta tahribata karşı kapalı bir hayat yaşamaya çalışmalı ve günahlara karşı sürekli teyakkuz halinde bulunmalıdır.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.