Kutsala saygı
Dine ve mukaddes değerlere yapılan hakaret ve saygısızlıklar karşısında mü’mince duruş ve tavır nasıl olmalıdır?
İnsanın, şahsına karşı yapılan hakaret ve saygısızlıklar karşısında dişini sıkıp sabretmesi, elden geldiğince mukabelede bulunmaması; başına atılan taşları dahi atmosfere çarpıp eriyen meteorlar gibi müsamaha atmosferi içinde eritip yok etmesi dinimizde çok önemli bir fazilet olarak görülmüştür. Ne var ki, “Allah hakkı”, “Peygamber hakkı”, “Kur’ân hakkı” dediğimiz öyle haklar vardır ki, bu haklara karşı hakaret ve saygısızlık irtikâp edildiğinde, bu mesele şahsî bir mesele olmadığından dolayı ferdin bu mevzuda affetme yetkisi yoktur. Mü’min böyle bir durum karşısında, onları görmezlikten gelemez, sineye çekemez, tepkisiz kalamaz. Ancak her işte olduğu gibi bu meselede de o, hep kendine yaraşır ve yakışır şekilde hareket eder, Müslüman karakterinin gereklerini yerine getirir, tepkisini mü’mince ortaya koyar, üslûbunu namusu bilir ve asla ondan taviz vermez.
Saygı görmek isteyen saygılı olmalı
Maalesef günümüzde çok farklı dengesizliklerle karşı karşıya kalıyoruz. Her gün kin, nefret ve gayz kaynaklı pek çok hâdise vuku buluyor. Sağdan, soldan, alttan, üstten gelen bir sürü yakışıksız söz, yakışıksız tavır var. Bazen bir yerde tali’siz bir hâdise meydana geliyor. Henüz bu hâdiseyi kimin yaptığı ortaya çıkmadan birisi kalkıyor -korkunç bir kin ve nefretle- “Bütün Müslümanları öldürmek lâzım.” diyor. Bir başkası kalkıyor ve o da farklı bir hakarette bulunuyor. Başka bir yerde ise afişler asılarak insanlar tahrik ediliyor. Ne var ki bunca karmaşa içinde şu düşünülmüyor; Zât-ı Ulûhiyet’e, O’nun esmâ ve sıfatlarına, peygamberlere, melâike-i kirama dil uzatan biri, bu değerlerle irtibatı olan bütün insanlara dil uzatmış, onları rencide etmiş olur. Hatta öldükten sonra dirilme ve uhrevî saadet gibi kutsala ait bazı hususlara ilişilmesi sadece İslâm dünyasını değil, diğer din mensuplarını da rahatsız eder. Zira özü itibarıyla, inanca dair bu tür meseleler başka dinler tarafından da kabul edilmektedir. Bu açıdan, dünyada bir buçuk milyara yakın Müslüman’ın yanında, ahiret inancına sahip diğer din mensuplarını da işin içine dâhil ettiğiniz zaman, toplam sayının dört-beş milyar insana ulaştığı görülür. Şimdi dört-beş milyar insanın saygı duyduğu, değer atfettiği, sinelerinde önemli bir yer verdiği bir kutsala karşı, birisi kalkar da nâsezâ, nâbecâ sözler söyler ve saygısızca davranışlarda bulunursa, bir yönüyle beş milyar insana saygısızca dil uzatmış, hakarette bulunmuş olur. Dolayısıyla böyle birinin, kendisine dil uzatılması ve hakaret edilmesini de göze alması gerekir. Evet, bir insan, dört-beş milyar insanın kutsalıyla oynamak suretiyle onlara mızrak saplıyorsa, kendisine batırılan iğneden de rahatsızlık duymamalıdır. Zira kim olursa olsun, siz bir başkasını tahkir ettiğinizde kendinize karşı ondaki tahkir duygusunu tetiklemiş; onun konumuna saygılı davrandığınızda ise onda kendinize karşı saygı hissini harekete geçirmiş olursunuz.
Hem zaten, bir insanın ehli olmadığı bir alanla alâkalı ulu orta söz söylemesi kesinlikle doğru değildir. Mesela hiç felsefe okumamış bir insan, kalkıp bir felsefî ekolü tenkit etse, yerden yere vursa hem kendini gülünç duruma düşürür, hem de ilme ve ilmî usullere karşı saygısızlık irtikâp etmiş olur. Belki siz, temelde Kur’ân’ın sabit disiplinleriyle test edilmemiş felsefî bilgilerin çoğuna düşüncenin falsosu nazarıyla bakabilirsiniz. Fakat siz hiçbir felsefe kitabı okumadığınız ve en azından tenkit ettiğiniz o felsefî ekolle alakalı herhangi bir tetkik ve araştırma gayreti ortaya koymadığınız hâlde, kalkıp o felsefî akımla alakalı hakarete varan sorgulayıcı bir tavır içine girerseniz, sadece kendinizi gülünç duruma düşürmüş olursunuz. Aynı şekilde musikîyle hiçbir alâkası olmayan bir insanın, kalkıp makamlar hakkında ileri geri konuşması, âdeta bir musikişinas gibi yorum yapması da böyle gülünç bir durumdur. Keza gazetecilikle ilgisi olmayan bir insan, kalkar da bu alanla ilgili ahkâm keser bir tavır içinde yorumlarda bulunursa hem gazetecilik ruhuna hem de o meslek sahiplerine saygısızlık yapmış olur. Kaldı ki, sayılan bu hususlar, belli bir gayret ve çalışma sonucunda, birçok insanın uzmanlaşıp başarabileceği türden işlerdir.
Fakat bugün bakıyorsunuz, Kur’ân ve Sünnet’i bilmeyen, cihan tarihinde değişik inkılâplara imza atmış ve aynı zamanda beşinci asra gelinceye kadar geniş bir coğrafyada baş döndürücü bir rönesans yaşanmasına vesile olmuş bir dinden haberi olmayan bir insan, hakarete varan ifadelerle o din ve o dinin müntesipleri hakkında ulu orta konuşuyor, sonra da bunun adına “düşünce ve ifade özgürlüğü” diyor. Hâlbuki uzmanlaşmanın öne çıktığı günümüzde, bir insanın uzmanı olmadığı bir alanda ulu orta konuşması hem o alana hem kendisine hem de selim akla, selim mantığa, selim muhakemeye ve selim vicdana yapılmış bir saygısızlıktır. Böyle bir saygısızlıkta bulunan kişinin, neticede bir kısım heyecan insanları tarafından maruz kalacağı mukabele karşısında da “of”, “puf” etmemesi, ileri geri konuşmaması gerekir. Zira başlangıçta yakışıksız söz, yakışıksız tavır sergileyen kendisidir. Saygısızlıkta bulunduğu insanlar ise dört-beş milyara ulaşan çok geniş bir topluluktur. Bu ölçüde geniş bir toplulukta ise hisleriyle hareket edecek bir kısım heyecan insanlarının bulunması her zaman ihtimal dahilindedir.
Eviniz kristalden ise…
Öte yandan inanan gönüller olarak bizim de söz, tavır ve davranışlarımızda her zaman çok hassas olmamız, bir söz söylemeden önce bu sözün nasıl geriye dönebileceğini çok iyi hesap etmemiz ve kalbimizin en mahrem noktasına ait hususları hemen dile dökmememiz gerekir. Evet, ağızdan çıkan sözlerin, art niyetli bazı kimselerce farklı yönlere çekilebileceği hiçbir zaman unutulmamalı ve hep muhatapların hisleri hesaba katılarak konuşulmalıdır. Zira eviniz kristalden ise başkasının evine zarar verebilecek hiçbir nesne atmamalısınız. Yoksa kendi elinizle kendi binanızın tahrip edilmesine sebebiyet vermiş olursunuz.
Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa, şu ifadelerle dikkat çekilir:
وَلاَ تَسُبُّوا الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ فَيَسُبُّوا اللهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ
“Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakarette bulunmasınlar.” (En’âm Sûresi, 6/108)
Evet, eğer siz başkalarının Lat’ına, Menat’ına, Uzza’sına, İsaf’ına, Naile’sine söverseniz, onlar da sizin Kutsal’ınıza sövmeye başlar. Hâlbuki ne Kitap’ta ne Sünnet’te ne de selef-i sâlihînin içtihatlarında putperestlerin taptıkları putlara sövülmesi gerektiğine dair bir emir veya tavsiye yer almamaktadır. Siz her zaman doğruyu ifade edersiniz; tevhidi dile getirir, sürekli onu seslendirirsiniz; bu ayrı bir meseledir. Fakat bir mü’minin, kendi nazarında zatî kıymet ve değeri olmayan şeyleri yerin dibine batırma gibi bir sorumluluğu yoktur. Bu açıdan keşke hep Kur’ân ve Sünnet’in kıstaslarına göre diyeceklerimizi desek, yazacaklarımızı yazsak ve yapacaklarımızı yapsak! Zira hissî boşluklarda ortaya çıkan bazı tavır ve davranışların değerlerimiz adına geriye dönüşü çok ağır olabiliyor.
Hatırlanacağı üzere yakın bir tarihte bir yerde Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’e bir hakaret oldu. Bunun akabinde hemen başka bir yerde kiliselere saldırıldı, binalar tahrip edildi. Elbette ki, Kur’ân’a hücum bir kendini bilmezlik ve densizliğin ifadesidir. Fakat böyle bir küstahlığa tepki olarak da kiliseleri tahrip gibi bir yolun seçilmesi başka bir dengesizliğin ifadesidir.
Bu sebepledir ki, kim olursa olsun, bir insanın başkalarını rencide ve tahrik edecek tavır ve davranışlara başvurmadan önce, bunun nasıl geriye döneceğini çok iyi hesap etmesi ve ondan sonra diyeceklerini demesi, yapacaklarını yapması gerekmektedir. Saygısızlığa maruz kalan insanlar tepkilerini hep müspet çizgide ortaya koymalı, ilmî, hukukî yolları kullanarak çirkinlikleri izale yolunu tercih etmeli, karakterlerinden asla fedakârlıkta bulunmamalı ve üslûpta hataya düşmemelidirler. Evet, medenî bir insan tavrıyla bu tür saldırılar nasıl savılacaksa, öyle savmaya çalışılmalıdır. Yoksa daha sonra ah u vah etmenin bir faydası olmaz.
Ne kadar isterdim, kutsala saygı mevzuunda keşke uluslararası bir mutabakat sağlanabilseydi! Bu hususta bazı mercilere sesimi duyurmaya çalıştım, ama galiba derdimi tam olarak anlatamadım. Günümüz dünyasında düşünce ve ifade hürriyeti, üzerinde çok durulan önemli kavramlar. Fakat maalesef dine, diyanete, kutsala hakaret etme ve sövme bazı kesimlerce düşünce ve ifade hürriyeti olarak görülürken başka sahalar için bu türlü çirkin söz ve beyanlar düşünce ve ifade hürriyeti olarak görülmüyor, aksine nefret suçu olarak kabul ediliyor. Esasen yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisi olan hakikî bir mü’min, hiçbir zaman durduk yere başkasının aleyhinde söz söylemez, hele tahkir ve tezyife girme niyeti içinde hiçbir zaman olmaz, olmamalıdır. Ne var ki, düşünce ve ifade hürriyeti adına bazı alanlarda gezme ve dolaşmanın serbest bırakılıp, bazı alanlarda yasaklanması apaçık bir çifte standart, bir tersliktir. Bunun da inanan gönülleri derinden derine rencide ettiği bir gerçektir.
Hâsılı, bugün, kutsala saygı düşüncesinin bütün insanlığa mal edilmesine ve insanlık adına herkeste bu duygunun uyarılmasına ciddî ihtiyaç var. Bu mesele, artık bütün milletlerin iştirak ettiği uluslararası kuruluşlar tarafından, üzerinde idare-i kelamda bulunmaya meydan verilmeyecek şekilde bir esasa bağlanmalı ve bu konuda söz kesen belli disiplinler vaz’ edilmelidir. Keşke bütün insanlık bu konuda anlaşabilse! Keşke herkes haddini bilse! Zira barış içinde birlikte yaşamanın önemli bir unsuru olan başkasının kutsalına saygı prensibine riayet edilmediği takdirde, küçülen ve büzüşen günümüz dünyasında bu tür saygısızlıklardan kaynaklanan meseleler daha korkunç ve daha büyük problemler hâlinde kendini gösterecektir.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.