Hamaset ve sadakat
Hak ve hakikatle tanışmamıza vesile olan ve bundan dolayı kendilerine karşı derin bir sevgi ve saygı duyduğumuz büyük zatlar hakkında konuşurken dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir, izah eder misiniz?
İnanan gönüller, ruhlarının ilhamlarını muhataplarının sinelerine boşaltma istikametinde koşturup dururken kimi zaman içinde bulundukları daireye ait bir kısım güzellikleri seslendirme mecburiyetinde kalabilirler. Fakat böyle bir durumda farklı bir çizgide teşekkül etmiş bulunan yakın ve uzak dairedeki insanların genel hissiyatı da mutlaka hesaba katılmalıdır. Başkaları bu konuda şahit oldukları güzellikleri kendi anlayış ve kendi üslûplarına göre anlatabilir veya yazabilirler. Ancak inanan bir gönül, hiçbir zaman hamasete girmemeli, aşk derecesinde sevdiği, ciddî mânâda saygı duyduğu insanlar hakkında bile asla mübalağalı ifadeler kullanmamalıdır. Hele ifade edilecek bu hususlar, doğrudan doğruya dinin ruhuyla alakalı değil de detaya ait talî meselelerse ve bunlar ifade edildiği takdirde ihtilafa düşme söz konusuysa, bu tür mevzulara girmeme konusunda azami derecede hassasiyet gösterilmelidir.
Mesela bir insan Muhammed Bahauddin Nakşibendî Hazretleri’ne sımsıkı bağlı olabilir. Öyle ki kendi ruh haleti itibarıyla bin canı olsa, seve seve bunların hepsini onun uğrunda feda edebilir. Fakat diğer yol ve yöntemlerin yanında Nakşîliğin bile kendi içinde Müceddidiye, Hâlidî, Küfrevî, Tâğî gibi değişik kolları vardır ve bütün bunlar arasında şöyle böyle bir tenafüs olabilir. Aslında tenafüs, başkalarıyla rekabet etme değil, “kardeşlerimden geri kalmayayım” mülahazasıyla hakta yarış yapma demektir. Farklı bir tabirle, tenafüs; “Kardeşlerim Cennet’e girerken ben dışarıda kalmayayım. Onlarla beraber ben de Cennet’e gireyim.” mülahazasına bağlı bir hareket tarzı ve bir müsabaka anlayışıdır. Fakat bu his, dengeli ele alınamadığı, korunamadığı ve bir yönüyle suistimale uğradığı zaman rekabete girmeler olabilir. Hatta bununla da kalmaz, rekabet hissi, haset ve çekememezliğe dönüşebilir. Bu ise ehl-i iman için çok tehlikelidir. Bu itibarla inanan gönüller, başka kulvarlarda koşturup duran kardeşlerinin gıpta damarını tahrik etmeme adına kesinlikle meseleyi “cı’ya, cu’ya” bağlamamalı, ehl-i iman arasında vifak ve ittifakın sağlanması hatırına hissiyatını kontrol altında tutmasını bilmelidir.
En yüksek paye
Esasında önemli olan, şahısları göklere çıkarmak değil, o şahısların hayatlarını ortaya koyarak mayalamaya çalıştıkları mefkûreye sadakattir. Zira şahıslar fâni; mefkûre ise bâkidir. Hem sadakatten daha yüksek bir paye yoktur. Bir âyet-i kerimede işaret edildiği üzere sadakat; şehitlik ve veliliğin bile üstündedir. (Bkz; Nisa Sûresi, 4/69) Peygamberlerden sonra en büyük insan olarak kabul edilen Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, Sıddîk-i Ekber unvanıyla serfirazdır. Bu itibarla asıl mârifet; sevip saygı duyduğunuz insanlar hakkında “Mehdi”, “Mesih” gibi abartılı ifadeler kullanmak değil; elden geldiğince o insanların gittiği yolda, adım adım onları takip edebilmektir.
Hem, bir zata karşı aşk derecesinde alaka ve sevgisi bulunduğunu iddia eden birisi, şayet o zatı hatırladığı zaman burnunun kemikleri sızlamıyor, birkaç dakika gözyaşı dökmüyor; gece yüz rekât namaz kıldıktan sonra ellerini açıp, “Allah’ım beni onunla haşret!” diye dua etmiyor ve en önemlisi onun yürüdüğü yolda varını-yoğunu feda etmiyorsa, bana göre bu kişi iddia ettiği mevzuda çok samimî değil demektir. Elbette ki söylediğimiz bu ölçü, şahsın kendi iç muhasebesinde kendini kritiğe tâbi tutarken riayet etmesi gereken bir ölçüdür. Yoksa biz hiç kimseyi samimiyetsizlikle itham edemeyiz/etmemeliyiz.
Ayrıca şunun da bilinmesi gerekir ki, şayet siz birini hamasî destanlarla anlatmaya durursanız, hiç farkına varmaksızın başkalarını tahrik etmiş ve o zat hakkında elli farklı cephenin oluşumuna sebebiyet vermiş olursunuz. Hatta sizin abartılı söz, tavır ve davranışlarınız sadece din düşmanı kesimleri tahrik etmekle kalmaz, ehl-i iman arasında da şu veya bu seviyede tahriklere sebebiyet verebilir. Evet, meseleyi şahıslara indirgeyip daralttığınız zaman, din-i mübin-i İslâm’a hizmet eden insanları dahi rekabete sevk etmiş ve belki de haset günahıyla onların mahvolmalarına sebebiyet vermiş olursunuz. Bu itibarla, bir kez daha ifade edelim ki, önemli olan şu ad veya bu unvanla sevdiğiniz zatları yâd etmek değil, onların davalarına karşı fevkalâde sadık olmaktır.
İhanet ölçüsünde zarar veren mübalağalı ifadeler
Hem ortaya konulan güzelliklerin sadece önde görünen insanlara nispet edilmesi ve bundan dolayı onlar hakkında mübalağalı ifadelere girilmesi apaçık bir haksızlık ve zulümdür. Zira ortada bir muvaffakiyet ve zafer varsa, o muvaffakiyet ve zafer birlik ve beraberlik ruhuna Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği bir lütuftur. Dolayısıyla, yapılan hizmetleri sadece önde görünen şahıslara mal etmek, hem Allah’a karşı şirke varabilecek bir saygısızlık, hem de o iş için didinip duran insanların ceht ve gayretlerine yapılmış bir zulüm ve haksızlıktır.
Önde görünme meselesine gelince; öncelikle hepimizin kardeş olduğu unutulmamalıdır. Bazıları cebr-i lutfî olarak elinde olmadan turnikeye daha önce girmiş olabilir. Yani Allah (celle celâluhû) kader planında evvelâ onun dünyaya gelmesini murat buyurmuştur. Belli bir tarihte doğmak kimsenin elinde değildir; dolayısıyla turnikeye önce veya sonra girme meselesi mutlak bir değer ölçüsü olamaz. Elbette biz, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Küçüklerimize şefkat etmeyen, büyüklerimize saygı duymayan bizden değildir!” (Bkz.: Tirmizî, birr 15) beyanı gereğince her zaman büyüklerimize saygı duyarız. Fakat bu, onlara taşıyamayacakları payeler yükleme ve mübalağalı ifadelerle onları başkalarına anlatmaya çalışma demek değildir. Mesela iman hakikatlerini kendileri vesilesiyle tanımış olanlar, bir Hulusî Efendi’yi, bir Tahirî Mutlu’yu (makamları Cennet olsun) kutup gibi görebilirler. Fakat onlar bu hissiyatlarını sağda solda hamasî destanlarla anlatma yolunu tercih ederlerse, esasında yaptıkları bu işle, o büyük zatların mefkûresine ihanet etmiş olurlar.
Günümüzde de, yeryüzünün değişik coğrafyalarına göç edip giden hicret kahramanları arasında çok önemli işler başarmış arkadaşlarınız olabilir. Fakat birilerinin kalkıp da safiyane düşüncelerle dahi olsa falan zata, filan kişiye değişik namlar, nişanlar takması, onlara farklı payeler yüklemesi, Gönüllüler Hareketi’ne yapılmış bir ihanet sayılır. Çünkü bu, yeni yeni hazımsızlık cephelerinin oluşumuna sebebiyet verme demektir. Sizin ölçülerinizden haberdar olmayan insanlar, bu mevzuda bâlâ-pervâzâne iddialarda bulunabilirler. Bu durum karşısında sizin kalkıp el âlemin ağzına fermuar vuracak hâliniz yok! Fakat siz iradenizle, kendi ağzınızı mübalağalı ifadelerden, kendi dilinizi hamasî destanlardan koruyabilirsiniz. Bu mevzu, Gönüllüler Hareketi’nin geleceği adına bana çok önemli geliyor. Bu sebeple, umumî mânâda bu mevzuda sürekli tahşidat yapılması gerektiğine inanıyorum. Siz isterseniz buna bir “hizmet vecibesi” olarak da bakabilirsiniz.
“Hiç ender hiç” imzası
Diğer yandan başka şeritlerde hizmet eden insanlarla bir araya gelip konuştuğunuzda, onların saygı duydukları insanlarla söze başlama, onların faziletlerini dile getirme ve onları takdirle yâd etme çok önemlidir. Çünkü siz saygı gösterirseniz, saygı görürsünüz. Fakat siz inhisar-ı fikre girer, sadece kendi mesleğinizin muhabbetiyle konuşup durursanız, muhatabınızla aradaki mesafeyi açmış ve bulunduğunuz daireyle alakalı olumsuz tepkilere sebebiyet vermiş olursunuz. Oysaki mesleğinin sevgisiyle yaşayan, derin bir muhabbet ve aşkla ona bağlı olan ve içinde bulunduğu daireye karşı başkalarında da saygı ve alaka uyarmak isteyen bir insan, bunun, kendi dairesindeki insanları öne çıkarmakla mı yoksa başkalarını kabul etmek ve onlara saygı duymakla mı gerçekleşeceğini iyi hesap etmek zorundadır.
Hâsılı, hakka hizmet yolları arasından farklı kulvarlarda bulunuyor olsak da inanan gönüller olarak hepimiz ulvî ve kıymetli bir hazineyi taşımak üzere bir kenarından ona el atmışız. “Bu hazinenin en ağır yanını filân zat veya falan şahıs taşıyor.” demek, rekabet ve haset hislerini uyarabileceğinden doğru değildir. Zaten eğer hakikat bu şekildeyse, o zata öbür tarafta sevabın en büyüğü verilecektir. Fakat biz burada, mübalağalı ifadelerle kendi çizgimizde bulunan bazı şahısları öne çıkartırsak, hem ilâhî icraatı şahıslara mâl etmek suretiyle şirke düşmüş, hem de vifak ve ittifak ruhunu baltalamış oluruz. Hâlbuki temel davası tevhit olan ve şirke karşı ilân-ı harp etmiş bulunan insanların şirkin zerresine bile meydan vermemeleri gerekir. Zira her şeyi var eden Allah’tır (celle celâluhû). O, Kur’an-ı Kerim’de, bizi de fiillerimizi de Kendisinin yarattığını beyan buyuruyor. (Bkz; Sâffât Sûresi, 37/96). O hâlde, “Fiillerim bana aittir.” düşüncesinden hareketle, “Ben yaptım” mülahazasının, Grek felsefesinin âlem-i İslâm’a armağan (!) ettiği bir Allah belası olduğunu bilmemiz ve bütün bunlardan sıyrılarak bizim tam bir tevhit mülahazasına bağlanmamız gerekir.
İnsanın Allah karşısında nefsine bakışını ayarlaması tevhide ulaşmada önemli bir ölçüdür. İşte bu noktada, “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim.’ diye gururlanma, ‘Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir bir adamla da teyid ve takviye eder.’ (Buhârî, cihâd 182) sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-i fâcir bilmelisin.” ifadeleriyle kendi konumuna vurguda bulunan, mazhar değil memer olduğunu ifade eden ve kendisini hiç gören zat, rehberliği açısından bize de bir ders veriyor. Eğer o, kendisi hakkında “hiç” imzasını atıyorsa, zannediyorum bize de “hiç ender hiç” imzasını atmak düşer.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.