Gül toprakta biter
Farklı konum ve farklı statülere istihdam edilen kişiler, zamanla kendilerinin de farklı ve üstün olduğu gibi bir anlayışa kapılabiliyorlar. Böyle bir durum karşısında göz önünde bulundurulması gereken esaslar nelerdir?
Cenab-ı Hakk’ın nimetleri sağanak sağanak üzerinden boşalırken, bir damla sudan yaratılan insanoğluna düşen; şükür, minnet ve mahviyet hisleriyle dopdolu olmak, hangi konumda bulunursa bulunsun, her zamankendini başkalarından daha dûn seviyede görmek ve Alvar İmamı’nın ifadesiyle,
Herkes yahşi men yaman,
Herkes buğday men saman.”
diyebilmektir. Siz böyle bir mülahazaya ister tevazu, ister mahviyet, isterse kendini sıfırlama deyin; fakat şurası muhakkak ki, varlık tıpkı bir filiz gibi bu mülahazanın bağrında boy atıp gelişir.
Meteor da düşebilirdi!
Şair ne güzel söyler:
Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyecek hâke nebat,
Mütevazi olanı rahmet-i Rahman büyütür.
Yani, tohum toprağın bağrına düşüp kendisini çürümeye salmayınca, başağa yürüyemez. Başağa yürümenin yolu, toprağın altında ezilmeden, topraklaşmadan ve şahsı itibarıyla orada yok olmadan geçer. Evet, tohum yok olmalıdır ki, yokluktan fışkırarak ikinci bir varlığa yürüyebilsin. İşte içtimaî hayatta hangi makamda bulunursa bulunsun, herkes kendisine böyle bakmalıdır.
Genel mülahazaları bu istikamette olan bir insan kendini hazm-ı nefse hazırlamış olduğundan dolayı, Allah’ın izniyle en çetin imtihanlar karşısında bile kaybetmez. Zaferler karşısında başı dönmez; tazyik, hücum ve tahkirler karşısında da baş eğmez. Zira kendini toprağın altındaki bir tohum gibi gören insan, üstünde gezinenlere aldırış etmez. Fakat kendisi için şöyle veya böyle bir varlık takdir eden insan, hiç olmayacak meselelerden bile rahatsızlık duyabilir. O, insanların bakışlarından, mimiklerinden, yüz işmizazlarından hatta tebessümlerinden bile kendine göre bir kısım manalar çıkarabilir; çıkarıp kendisine layığınca saygı duyulmadığı, hafife alındığı gibi yorumlara girebilir. Evet, iç dünyasında, kendini belli bir konuma yerleştiren insan, başkalarından beklediği muameleyi görmeyince/göremeyince hiç olmayacak hadiselerden bile olumsuz yorumlar çıkartabilir. Hâlbuki mahviyet ile kendini bir çeper içine alan, tevazu ile kendine ayaklar altında bir konum belirleyen insan, ne kendisine yöneltilen hakaretlerden ne de üzerine basılıp geçilmesinden rahatsız olur. Rahatsız olmak bir yana, bütün bu olumsuzluklara müstahak olduğunu düşünür, bu durumu, yeni bir nefis muhasebesi adına fırsat olarak değerlendirir. Mesela, başına bir ceviz düştüğünde “Şu anki durumum itibarıyla başıma bir meteor da düşebilirdi” der, her hadisenin arkasında muhakkak pek çok hikmet ve maslahatın bulunduğuna inanır. Çünkü “her işte bir hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.”
Bilhassa, enaniyetin azgınlaştırıldığı günümüzde, irşad mesleği açısından tevazu, mahviyet ve hacalet daha bir önem arz etmektedir. Düşünün ki, ne zümrütte, ne mercanda, ne yakutta, ne altında, ne de gümüşte gül bitmiyor. Evet, bu madenler, Allah’ın izniyle, toprağın bağrında veya denizlerin dibinde oluşan en kıymetli cevherler olmasına rağmen üzerlerinde gül yetişmiyor. Gül, toprakta bitiyor. O Güller Gülü bile toprakta bitmiştir. Evet, O’nun mübarek annesi de, babası da, ecdadı da topraktandır. Bu açıdan biz de üzerimizde gül bitmesini istiyorsak toprak gibi olmak zorundayız.
Benlikten sıyrılmak
İnsanlarla münasebetlerimizde sünnet-i seniyyenin ölçülerine riayet edilmesi de, farklılık mülahazasına girmeme ve mahviyet duygu ve düşüncesinin insan tabiatının bir derinliği haline getirilmesi adına çok önemlidir. Mesela, bir hadis-i şeriflerinde, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
أَحِبَّ لِلنَّاسِ مَا تُحِبُّ لِنَفْسِكَ تَكُنْ مُؤْمِنًا
Nefsin için ne istiyorsan, başkaları için de onu iste ki, mü’min olasın. (Tirmizi, zühd 2; İbn Mâce, zühd 24)
Buna göre kendi için istediği ve sevdiği şeyleri başkaları için de isteyecek ve sevecek kadar engin düşünceli, hassas ve geniş vicdan sahibi bir insan hakikî mü’min olma vasfını taşıyor demektir. Bunun mefhum-u muhalifi ise şudur: Eğer bir insan nefsi için istediklerini başkaları için istemiyor ve kendisi için istemediklerini de başkaları için arzuluyorsa, böyle bir insan, gerçek imanın koruyucu atmosferinden uzaklaşmış, her zaman kayıp yuvarlanabileceği bir kaygan zeminde bulunuyor demektir.
Öte yandan başkalarının eğri büğrü olarak telakki ettiğimiz tavır ve davranışlarını bile hayra yormalı ve şöyle düşünmeliyiz: “Acaba hangi maslahata binaen böyle davrandı? Acaba benim idrak edemediğim nasıl bir mülahazası vardı? Acaba hangi hikmet onu benim şu anda yanlış gördüğüm böyle bir davranışa sevk etti?” Diğer bir ifadeyle başkalarının zahirde yanlış gibi görünen fakat kâbil-i tevil ve tefsir olan davranışlarına makul bir mahmil ve dayanak bularak onları olumlu yorumlamaya çalışmalıyız. İşte başkaları hakkında böyle bir yaklaşım, suizanna karşı çok önemli bir siper olduğu gibi, hüsnüzan etme adına da çok güçlü bir saiktir. Ayrıca her şeyi kendi benliğimize bağlı götürmemenin yolu da bu tür mülahazalara sahip olmaktan geçer.
Tevazuun ikinci bir fıtrat haline gelmesi
Fakat bu hasletlerin tabiata mal edilmesi adına herkesin ciddi bir rehabilitasyona ihtiyacı olduğunu bilmesi gerekir. Bu sebeple Cenab-ı Hakk’ın “Rab” ism-i şerifine sığınarak, hayatımızı O’nun vesayeti altında götürme, O’nun terbiyegerdesi olma azm u ikdamı içinde bulunmalı, dinin kuralları açısından nerede durduğumuzu kontrol etme adına belki her gün birkaç defa kendimizle yüzleşmeliyiz.
Tabiî bu mevzuda sebat ve süreklilik de çok önemlidir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde:
أَحَبُّ الْأَعْمَالِ إِلَى اللَّهِ تَعَالَى أَدْوَمُهَا وَإِنْ قَلَّ
Amellerin Allah’a en sevimlisi, az da olsa devamlı olanıdır. (Buhari, rikâk 18; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 218)
buyurur. Bildiğiniz gibi, mütemadi damlayan su damlaları, mermeri bile aşındırır. Evet, taşı aşındıran suyun gücü değil, damlaların devamlılığıdır. Bu açıdan, rehabilite, terbiye ve sohbet-i cananı sürekli hale getirme, belki de meselenin en önemli noktalarından birisidir.
Bir dönemde hayatın bütününü kucaklayan tekye ve medreseler, el ele böyle bir misyonu eda ediyordu. Onların kucağına kendini salan insanlar, ciddi bir terbiyeden geçmek ve aklî, kalbî, ruhî kabiliyetlerini inkişaf ettirmek suretiyle gerçek insanlık seviyesine yürüyorlardı. Evet, bu mübarek mekânlar, kendi şartları içerisinde, aklı, ilmî meselelere açık tutmanın yanında, müntesiplerine, kalb, ruh ve sır ufkunda dolaşma yollarını da gösteriyordu. Yoksa meseleler sadece aklın hareket alanı içinde ele alınacak olursa, rasyonalist ve mutezile telakkisinin dar kalıpları içine hapsolunur. Nitekim günümüzde hayatlarını bu çizgide sürdürenlerin, çok geniş imkânlara rağmen, çevrelerine bir şey ifade ettiklerini söylemek oldukça zordur. Hakikî manada insanların gönüllerine bir şeyler fısıldayanlar ise, hayatlarını kalb ve ruh ufkunda sürdürenler olmuştur.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.