Faydasız ve faydalı “keşke”ler
Soru: Furkan Sûresi’nde yer alan,
وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلًا يَا وَيْلَتَا لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَانًا خَلِيلًا
“İşte o gün zalim, parmaklarını ısırır ve şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim!” (Furkân Sûresi, 25/27-28)
şeklindeki hayıflanma, ağlayıp sızlanma hâli hangi yanlışlıkların ahirete yansımasıdır? Ötede faydasız “keşke”lerin ağına düşmemek için burada dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?
Âyet-i kerime وَيَوْمَ “İşte o gün” ifadesiyle dehşet verici bir günden haber vererek başlıyor ve akabinde, yüz ekşiten böyle bir günde zalim kişinin esef ve pişmanlık duyguları içinde parmaklarını ısıracağını bildiriyor. Arapçada bir idyum olan “parmak ısırma” tabiri, insanın telehhüf (esefle hayıflanma, ağlayıp sızlanma), teessür (üzüntü ve kederle iki büklüm olma) ve tahassür (hasretle yanıp yakılma) duyguları içindeki pişmanlık hâlini ifade etmek için kullanılır.
Âyetin devamında, zalimin pişmanlık duygusu şu ifadelerle dile getirilir:
يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلًا
“Keşke o şanı yüce peygamberle beraber aynı yolu tutup gitseydim.”
Zalimin duyduğu pişmanlık sadece bununla sınırlı değildir. O, hasret ve keder içindeki pişmanlık hâlini bir de şu ifadelerle dile getirir:
يَا وَيْلَتَا لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَانًا خَلِيلًا
“Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim!” Yani “keşke falan haini, densizi dost edinip, onun alkışçısı olmasaydım! Keşke sapıkların yoluna gitmeseydim!”
Ne var ki onun ahiretteki bu “keşke”leri kendisine hiçbir fayda vermeyecek, bilâkis nedametini ikileştirecektir. Farklı bir tabirle orada “keşke” demek, beyhude enerji sarf etmek olacağından, sadece insanın musibetini katlayacaktır. Vakıa, pişmanlık ifade eden bu sözler ahirette söylenebileceği gibi, belki can hulkuma gelip, el el ile ayak ayak ile “elveda”, “elfirak” ettiği veya ahiret âlemine ilk adım sayılan berzah hayatına girildiği zaman da söyleniyor olabilir. Ancak her ne zaman söylenirse söylensin şurası muhakkak ki, bu ifadeler, eldeki fırsatları göz göre göre kaçırıp zayi eden bir insanın esef, hasret ve hicran dolu sözleridir.
“Keşke”lerin en büyüğü
Ahirette insanı, üzüntü ve pişmanlıkla iki büklüm hâle getirecek, onu içten içe yakıp kavuracak ve esefle “keşke” dedirtecek pek çok günah ve yanlışlık olsa da, bunların en başta geleni küfürdür. Çünkü baştan başa bütün kâinat, cümle cümle, kelime kelime, harf harf Allah’ı ilân etmektedir. Evet, insan önyargısız ve insaflı bir şekilde kâinat kitabına kulak verdiğinde, ondaki hangi kelime, hatta hangi harfi dinlese hepsinden “Lâ ilâhe illallah” sesini işitecektir. Bu apaçık gerçekten dolayıdır ki, İmam Maturidî Hazretleri, kendilerine peygamber gönderilmemiş insanların bile Allah’ı bilmekle mükellef olduklarını ifade etmiştir. Vakıa, kendilerine peygamber gönderilmeyen kişiler, her ne kadar Allah’ı (celle celâluhu) yüce vasıfları ve esmâ-i hüsnası ile tanıyamasa ve Zât-ı Baht’ı nübüvvet ve vahiy ölçüleri içinde bilemeseler de, onlar kâinat kitabına baktıklarında mutlaka bir yaratıcı olduğuna hükmedeceklerdir. Nitekim cahiliye döneminde Hazreti Ömer Efendimiz’in amcası Hazreti Zeyd, böyle bir düşünceyi; “Bir yaratıcı olduğunu biliyorum. Ama benden istediği nedir, onu bilemiyorum. Ah keşke benden isteği nedir, onu bilsem ve ölesiye yerine getirseydim.” (Bkz.: Buhârî, menâkıb 24) meâlindeki ifadelerle dile getirmiştir. Hâsılı, insanı ötede pişmanlıkla kıvrandıracak, içten içe yakıp kavuracak en büyük “keşke”, imandan mahrum bir hâlde ruhunu teslim etmektir.
Hidayete erdikten sonra tekrar dalâlete düşme de ötede insana “keşke” dedirtecek büyük günahlardan bir diğeridir. Zira imanla küfür, hidayetle dalâlet arasında ince bir perde vardır ve insan küçük bir hareketle kendini hemen öbür tarafta bulabilir. Bundan dolayıdır ki, inanan insanlar olarak biz, sünnetleriyle beraber kıldığımız beş vakit namazda günde kırk defa Cenâb-ı Hak’tan sırat-ı müstakim talebinde bulunuyor; daha sonra da صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ diyerek, (Fâtiha Sûresi, 1/6-7) Allah’ın nimetleriyle donattığı insanların yoluna tâbi olmayı istiyoruz. Başka bir âyette Allah Teâlâ’nın nimetlerine mazhar olan kimselerin, nebiler, sıddıklar, şehitler ve salih kimseler olduğu ifade ediliyor. (Nisa Sûresi, 4/69). İşte biz her gün namazlarımızda kırk defa Cenâb-ı Hak’tan bizi bu dört zümrenin yoluna hidayet eylemesini diliyoruz. Arkasından da,غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ (Fatiha Sûresi, 1/7) demek suretiyle, Allah’ın azamet ve rahmetine sığınıyor ve böyle bir hidayetten sonra, “Allah’ım bizi gazaba uğramış ve sapmışlar güruhundan olmaya mahkûm eyleme!” diyoruz.
Demek ki, “Artık biz yolumuzu bulduk. Bu vakitten sonra bu yolda hiç kaymadan, düşmeden, sürçmeden, devrilmeden, kündeye gelmeden, şeytanın oyunlarına takılmadan hedefimize varırız.” şeklindeki düşünce sadece bir kuruntudur. Zira hiç kimsenin, bulunduğu yolda son nefesini teslim edinceye kadar yürüme teminatı yoktur. Hatta bu konuda emniyete kapılan bir insan, kendi emniyetini tehlikeye atmış demektir. Zira akıbetinden emin olan bir kimsenin, akıbetinden endişe edilir. Bu itibarla insan her an, hidayetten sonra tekrar dalâlete düşebileceği endişesiyle tir tir titremeli ve bu konuda sürekli ciddî bir metafizik gerilim içinde bulunmalıdır. Evet, insan, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa kendisini nefsiyle baş başa bırakmaması ve şeytanların “hemz ü lemzinden” sıyanet buyurması için sürekli Cenâb-ı Hakk’a yalvarmalıdır. Çünkü kendisiyle cennetler peylenen, rıdvan kazanılan ve Cenâb-ı Hakk’ın cemâline namzet olunan iman hakikati çok kıymetli bir cevherdir. Bu kıymetli cevheri çalmak isteyen, ağını kurmuş bekleyen insî ve cinnî şeytanlar vardır. O hâlde insana düşen vazife, bu kıymetli cevhere sahip çıkmak, insî ve cinnî şeytanların saldırılarına karşı onu koruyup kollamak ve bu mevzuda sürekli teyakkuz hâlinde bulunmaktır.
İnsanı yerin dibine batırabilecek zaaflar
Hazreti Pîr’in Hücümat-ı Sitte’de saydığı virüslere yakalanma da, sırat-ı müstakimden bir sapma olduğundan, insana ötede çok acı “keşke”ler çektirtebilir. Esasında orada anlatılan altı virüsten her biri, insanı tek başına yere serebilir. Yani makam arzusu, şöhret düşkünlüğü insanı tek başına kündeye getirdiği gibi korku da tek başına onu kündeye getirebilir. Aynı şekilde açgözlülük, ırkçılık düşüncesi, bencillik, tembellik ve rahata düşkünlük de tek başına insanı ölüm yatağına düşürebilir. Bunların her biri tek başına insanı yere serdiğine göre, bir de bu mel’un zaafların hepsi aynı anda bir insanda toplanmışsa, bunlar o insanı sadece yere sermez, -hafizanallah- yerin dibine batırır. Evet, iman ve İslâm dairesi içinde bulunsa da, insanın her an, bu tür virüslere yakalanma ihtimali vardır. Mesela salih bir daire içinde bulunduğu hâlde bir insan, şöhret duygusuna kapılarak din adına ortaya koyduğu amellerin çehresini kirletebilir. Bir başkası ise ortaya koyduğu seçkin eserler ile kendisinden bahsedilmesini ve parmakla gösterilen bir insan olmayı arzu edebilir; arzu eder de bu durum onu yerin dibine batırabilir. Ayrıca insanın maruz kaldığı böyle olumsuz bir duygu, daha başka negatifliklere de bir çağrıdır. Mesela şöhret duygusu gelip bir kere insanın sırtına bindi mi, onun insana daha başka ne türlü kötülükler yaptırabileceğini kestiremezsiniz.
İşte bütün bunlar Müslüman bir daire içinde bulunduğu hâlde, her inanan gönlün karşı karşıya kalabileceği tehlikelerdir ve -Allah korusun- öbür dünyada insana “keşke” dedirtir. Evet, ihlâs düsturlarını kendisine rehber edinmediğinden ötürü, ortaya koyduğu başarıları kendine bağlayan, şöhret uğruna kullanan ve tebcil ü takdir peşinde koşan kişi, ahirette, “Keşke bir takdir, bir alkış uğruna bütün bu amelleri kendi elimle kendim zayi etmeseydim, boşa çıkarmasaydım! Bir hiç uğruna boşluğa yelken açmasaydım! Keşke sonucu ölüm olan akıntılara kapılmasaydım!” gibi kuru telehhüf, teessüf ve tahassürlerle kıvranacak ve hep pişmanlık soluklayacaktır. Fakat ne acıdır ki, onun bütün bu sızlanışlarının kendisine hiçbir yararı olmayacak, bilâkis onun ızdırabını katlayacak ve musibetini ikileştirecektir.
Faydasız “keşke”lerden koruyacak kalkanlar
İşte bu sebepledir ki, mü’minler burada akıllıca davranmalı, bir taraftan küfür ve dalâletten kurtulmayı Cenâb-ı Hakk’ın en büyük lütfu saymalı, diğer yandan da küfür ve dalâlete götürücü yollardan uzak durmalıdır. Zira Hz. Pîr’in de dikkat çektiği üzere, her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, her bir günahın kalbde bir leke meydana getireceğini ve bunların zamanla kalbi kaplayacağını beyan buyurmuştur. (Tirmizî, tefsiru sûre (83) 1) Çünkü kalbde oluşan her bir leke, başka bir lekeye çağrıdır. Cenâb-ı Hak günah, isyan ve kötülüklerle kirlenen ve zamanla kararan kalbler için,
كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
“Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapa geldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkâr yaşıyorlar.)” (Mutaffifîn Sûresi, 83/14)
buyurmuştur. Eğer kalbi karartan günahlar tevbe ve istiğfarla temizlenmezse, خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ “Allah onların kalblerini mühürledi.” (Bakara Sûresi, 2/7), وَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ “Onların kalbleri mühürlendi.” (Tevbe Sûresi, 9/87) âyet-i kerimelerinde ifade edildiği üzere zamanla kalbin mühürlenmesi de gerçekleşebilir ki, artık bu kalbler, gökten inen dupduru mesajdan bile bir şey anlamaz hâle gelir ve neticede öte tarafta “keşke, keşke” der dururlar.
Ahirette bu tür faydasız “keşke”lerin ağına düşmemek için, burada yapılması gerekene gelince; o da hayat boyu, kulluk mükellefiyetlerini ciddî bir havf ve reca dengesi içinde arızasız ve kusursuz bir şekilde yerine getirmeye çalışmaktır. Bunu gerçekleştirmek de haşyet duyan bir kalbe bağlıdır. Zira Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ خَشَعَتْ جَوَارِحُهُ “Şayet onun kalbinde huşu olsaydı, organları da haşyet içinde olurdu.” (el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, 2/172) buyurmuştur. Zira bir insanın kalbindeki haşyet, onun tavır ve davranışlarına da akseder ve zamanla onun aza ve cevarihi de haşyetle tir tir titrer hâle gelir. Öyle ki, böyle bir insanın gözünün irisinde bile, bir havf titreyişinin bulunduğu görülür. İşte insan, bir taraftan Allah’ın azamet ve ululuğu karşısında hicap duygusuyla iki büklüm olur; diğer taraftan O’nun rahmetinin enginliğine güvenir ve hayatını böyle bir hassasiyet ve denge içinde sürdürürse, ötede de “ah-vah”larla, “keşke”lerle nedamet yaşama durumuna düşmekten kendini korumuş olur.
Aynı zamanda insan, sohbet-i cânânla da, ahirette “keşke”lerle inleyebileceği feci bir akıbete sürükleyecek olumsuzlukların önüne daha baştan geçebilir. Süleyman Çelebi’nin ifadesiyle;
Her nefeste Allah adın de müdâm,
Allah adıyla olur her iş tamam.
Aynı hakikati başka bir hak dostu da şöyle dile getirir:
Keşke sevdiğimi sevse kamu halk u cihan;
Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa..!
Evet, eğer biz oturup kalktığımız her yerde hep O’ndan bahseder, meclislerimizi O’nunla nurlandırır ve zamanımızı O’nunla âdeta buutlara sığmayan bir derinliğe ulaştırabilirsek, ötede bize “keşke” dedirtecek pek çok olumsuzluğun da önünü almış oluruz.
İstiğfar edalı “keşke”ler
Soru: Faydasız “keşke”ler yanında, faydalı “keşke”lerden de bahsedilebilir mi? Bu mevzuda ölçü ne olmalıdır?
Ötede insana hiçbir yararı olmayacak, bilakis onun ızdırabını katlayacak ve musibetini ikileştirecek “keşke”ler olduğu gibi, niyetin belirleyiciliğine göre, dinimiz tarafından tasvip ve hatta takdir edilen “pozitif keşke”ler de vardır. Mesela Seyyidina Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) dediği “keşke”ler bu türdendir. Bilindiği gibi o bir yerde şöyle der: “Keşke ‘kelâle’ ayetinin ne ifade ettiğini Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) sorsaydım; sorsaydım da, bu konuyu insanların içtihadına bırakmasaydım!” Yine o, mirasta ninenin hakkının ne olacağı hususunda aynı pişmanlığını dile getirir. Çünkü bu konu Kur’ân’da tasrih edilmemiştir. Aynı şekilde o, başka bir zaman şöyle demiştir: “Keşke, Halid’i Perslerin üzerine gönderdiğim zaman, Ömer’i de Romalıların üzerine gönderseydim de, bu iki gailenin hakkından birden gelseydim.” (Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 1/62) Kanaatimce, dini doğru anlama ve onu dosdoğru bir şekilde hayata hayat kılma adına derinden derine duyulan bir ızdırap ve muhasebe duygusunun sonucu olan bu tür “keşke”ler Sıddık-ı Ekber’e öyle sevap kazandırmış ve onu öyle bir mertebeye çıkarmıştır ki, bunu bizim anlayabilmemiz mümkün değildir. Düşünün ki, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun ağırlığını bir yerde şöyle dile getirir:
لَوْ وُزِنَ إِيمَانُ أَبِي بَكْرٍ بِإيمَانِ أَهْلِ الْأَرْضِ لَرَجَحَ بِهِمْ
“Şayet Ebû Bekir’in imanı bütün insanların imanı ile tartılsa, muhakkak onun imanı diğerlerinden ağır gelirdi.” (el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/69)
O ki, Sıddık-ı Â’zam’dır. O ki, Allah’ın izniyle, iki sene, üç ay, on küsur gün içinde, Devlet-i Âliye’nin 150 senede yapamadığını yapmıştır. O, tiranların yaptığı gibi değişik devletlerin tepesine binmemiş, bilakis fethettiği yerlere ruhunun ilhamlarını boşaltmıştır. Evet, o, adımını attığı, nazarını tevcih buyurduğu her yerde ruh-ı revan-ı Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehbal açmasını temin etmiştir. Esasında, Hazreti Ömer döneminde gerçekleşen büyük fetih ve inkişaflara zemin hazırlayan da o olmuştur. Dolayısıyla bu “keşke”ler, zaten kamet-i kıymeti bütün insanlardan daha büyük olan o zatın kıymetine daha bir ağırlık katmıştır.
Aynı şekilde her bir mü’min için, o mü’minin derecesini yükseltecek bu tür “pozitif keşke”ler vardır. Mesela, “Keşke gençliğimi daha iyi değerlendirebilseydim! Keşke her gece iki saatimi ayırıp, yüz rekât namaz kılabilseydim! Keşke kendimi nefsanî arzulardan koruyabilseydim! Keşke gençliğin feveranı anında, beşerî garizelerin sürekli şehevî duyguları kamçıladığı hengâmda dahi elime, ayağıma, gözüme, kulağıma tam mânâsıyla sahip çıkabilseydim! Keşke hiç ağyara bakmasaydım da gözümün içine hiçbir yabancı hayal girmeseydi!” İşte şimdiye kadar olmasa da bundan sonra amele dökme niyet ve düşüncesiyle ya da pişmanlık duygusu içinde ağızdan dökülen bütün bu “keşke”ler insanın derecesini yükselten “keşke”lerdir. Fakat öbür tarafa bırakılan ve orada seslendirilen “keşke”ler, sadece bir teessüf ve tahassürden ibarettir. Burada dile getirilen pişmanlıklar ise, bir mânâda istiğfardır. İnsan, onları her hatırlayışında “estağfirullah” der. Hatta edip eyledikleri karşısında bir kere “estağfirullah” demeden hicap duyar; duyar da, “elfü elfi estağfirullah” diyerek, tevbe, inabe ve evbe ruhuyla sürekli Cenâb-ı Hakk’a sığınır. İşte, insan bütün bunlarla rahmet kapısının tokmağına dokunursa, öyle ümit edilir ki, Allah da (celle celâluhu) onun bu sızlanışlarını cevapsız bırakmaz, engin rahmet ve lütfuyla ona muamelede bulunur.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.