Allah bize yeter

Fethullah Gülen: Allah bize yeter

Bütün peygamberler başlarına gelen musibetler karşısında Allah’ın havl ve kuvvetine sığınmış ve muvaffakiyetin yalnız Allah'tan olduğunu ifade buyurmuşlardır. Pek çok sıkıntıyla ve yer yer başarısızlıklarla karşılaşan hizmet yolcularının hayatında “hasbiyelerin” yeri ne olmalıdır?

Âciz, fakir ve muhtaç durumda bulunan bir insan ancak Kadir-i Mutlak ve Ganîy-yi ale’l-Itlak olan Allah’a sığınmak suretiyle her türlü sıkıntının üstesinden gelebilir. Bu açıdan insanın maruz kaldığı belâ ve musibetler karşısında

حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir.

diyerek Allah’a sığınması çok önemlidir. Haddizatında

حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

diyen bir insan şuna inanmaktadır: İşimizi O’na havale ettik. Vekilimiz yalnız O’dur. Kendisine teveccüh ettiğimizde O, asla bizi kendimizle baş başa bırakmayacak ve bizi yalnızlığa terk etmeyecektir.

Sika Ufkunun Eşsiz Kahramanı

Cenâb-ı Hak, Tevbe Sûre-i Celilesi’nde insanların kendisinden yüz çevirmeleri karşısında Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben şöyle buyurmuştur:

فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِيَ اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
Eğer yüz çevirir, Seni dinlemezlerse ey Resûlüm de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben yalnız O’na dayanıp O’na güvendim. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir. (Tevbe Sûresi, 9/129)

Hz. Pîr de bu âyeti izah ederken şöyle der: “Eğer ehl-i dalâlet arka verip senin şeriat ve sünnetinden i'raz edip Kur'ân'ı dinlemeseler, merak etme. Ve de ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Ona tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize, ittibâ edecekleri yetiştirir. Taht-ı saltanatı her şeyi muhittir; ne asiler hududundan kaçabilirler ve ne de istimdat edenler medetsiz kalırlar.”

Konuyla alakalı, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabah akşam yapılmasını tavsiye buyurduğu bir dua da şu şekildedir:

يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلاَ تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ
Yâ Hayy u yâ Kayyûm! Rahmetin hürmetine Senden yardım diliyorum; her hâlimi ıslah et ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma! (Hâkim, el-Müstedrek, 1/545)

Bunu biraz daha açacak olursak şöyle de diyebiliriz: “Allah’ım! Ne olur, Senin yolunda bulunurken, meselenin ruhuna dokunacak, tadını tuzunu karıştıracak fısk u fücûr gibi şeyler işin içine hiçbir zaman girmesin! Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa beni nefsin ve şeytanın vekâletine bırakma! Zira vekâleti onlar alırlarsa, beni hangi gayyaya sürükleyecekleri belli olmaz. Nefs-i emmareye itimat edilmeyeceğinden, işe onun vaziyet ettiği bir yerde ben yenilmiş sayılırım. Vekilim Sen olursan, ancak o zaman doğru yolu bulur ve o yolda yürüyebilirim. Çünkü Senin havl ve kuvvetinin olduğu yerde, işin içine ne nefsin ne de şeytanın parmağı karışabilir.”

Nur-u Tevhid İçinde Sırr-ı Ehadiyet

Kavminin kendisinden yüz çevirmesi karşısında Seyyidinâ Hz. İbrahim ve ona inananların da Allah’a dayandıklarını görüyoruz. Onlar öncelikle,

إِنَّا بُرَآَءُ مِنْكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ
Sizden ve Allah’ı bırakıp tapageldiğiniz şeylerden biz fersah fersah uzağız. (Mümtehine Sûresi, 60/4)

diyerek, kâfirlere karşı dimdik bir duruş sergilemiş ve âdeta bütün tehditlere meydan okumuşlardır. Aynı zamanda onlar, bu ifadeleriyle, Allah’tan başka tapılan şeylerin bir kıymet-i harbiyelerinin olmadığını, kendilerine atfedilen değeri hak etmediklerini ve herhangi bir teveccühe de asla layık olmadıklarını ilan etmişlerdir. Daha sonra ise çaresiz bir insan hâliyle nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin tecellisini seslendirmek suretiyle şöyle demişlerdir:

رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh-u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız. Ey Ulu Rabbimiz, bizi kâfirlerin imtihanına (baskı, zulüm ve işkencelerine) mâruz bırakma, affet bizi; Şüphesiz Sen Azîz ve Hakîm’sin. (Mümtehine Sûresi, 60/4-5)

Burada istidradî olarak bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) o müstesna konumunu anlama adına diğer peygamberlerle mukayeseli bir şekilde O’nun ahval ve beyanlarını okuduğunuzda, Cenâb-ı Hakk’ın Efendimiz’e tevcih buyurduğu tebcilât ve takdiratın diğer peygamberlerin dilinde bir istek konumunda olduğunu görürsünüz. Mesela Hz. Musa’nın

رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي
Yâ Rabbi, genişlet göğsümü! (Tâhâ Sûresi, 20/25)

duasıyla Cenâb-ı Hak’tan isteme konumunda bulunduğu inşirah-ı sadr,

أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ
Biz, Senin sadrına inşirah vermedik mi? (İnşirah Sûresi, 4/1)

âyetinden anlaşılacağı üzere Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselâm) minnet makamında verilmiştir. İşte yukarıdaki âyetlerde de Efendimiz’e yapılan iltifatta Allah’ın kendisine kâfi olduğu ifade edilirken, Seyyidinâ Hz. İbrahim ve beraberindekiler o makamda Allah’tan isteme konumunda bulunmaktadır.

Başka bir âyet-i kerimede ise sahabe-i kiram efendilerimizin düşman karşısında Allah’a dayanıp güvenmeleri şu ifadelerle anlatılmıştır:

الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
İnsanlar onlara: ‘Düşmanınız olan kimseler size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun!’ dediler. Bu onların imanını artırdı da: ‘Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir!’ dediler.(Âl-i İmrân Sûresi, 3/173)

Evet, görüldüğü üzere, sahabe efendilerimiz, normal şartlarda bir insanın ürkeceği, korkacağı, telaşa kapılarak ne yapacağını şaşıracağı bir yerde bile

حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

demiş; demiş ve düşmanla karşılaşmayı metafizik gerilim içinde beklemeye durmuşlardır.

Hasbiye Risalesi

Hz. Pîr de, ehl-i dünyanın kendisini her şeyden tecrit ettikleri bir vakit iç içe beş çeşit gurbete düştüğünü, ümit meşalesinin sönmeye yüz tuttuğu bir hâlde başını önüne eğmişken

حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

âyetinin birden imdadına yetişerek, “Beni oku!” dediğini, müteakiben bu âyeti günde beş yüz defa okumaya başladığını ve neticede iç dünyasında çok farklı inkişaflar yaşadığını ifade etmiştir. Öyle ki, o, bu âyetten aldığı dersle elde ettiği kuvve-i mâneviyeyi, “Değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissettim.” ifadeleriyle dile getirmiştir. Zaten kalbi böyle bir inşiraha kavuşan bir insana, ne gam ne keder tesir eder, ne zindanlar ne de tazyikler onu yolundan alıkoyar. Artık onun için zindanlar bir Medrese-i Yusufiye hâlini alır ve o da vazifesini orada yapmaya başlar. Hatta zindandan çıkması bahis mevzuu olduğunda, o, yaptığı bereketli işi yarıda bırakmama ve orada bulunan insanlara faydalı olma adına zindanda kalmayı bile tercih edebilir.

İşte asıl inşirah, asıl enginlik ve genişlik de budur. Yoksa kalb ve ruh dünyasında bir darlığa maruz kalan kişi, öyle stresler, öyle hafakanlar yaşar ve öyle anguazdan anguaza sürüklenir ki, bütün dünya kendisinin olsa yine de derdine çare bulamaz. Evet, iç dünyası itibarıyla inkişafa eremeyen bir insan, her gün fabrikalarından bin tane yat, bin tane ferrari çıkarsa, dünyevî her türlü imkâna kavuşsa, yine de, yaşadığı sıkıntı ve kalb darlığından kurtulamaz. Asıl rahatlık ve mutluluk ise Allah’ın insan kalbine verdiği inşirahtır. Böyle bir inşiraha eren insanın başına dağlar cesametinde belâlar gelse, o, bunları kalbinde eriterek maytaplar haline getirir ve etrafındaki insanlara da maytap zevki yaşatır.

Aslında yaşadığımız sıkıntıların sarsıntı emareleri hayal ufkumuza çarptığı, tasavvur ve taakkullerimizi hırpaladığı esnada, Hz. Pîr’in kalbine ilka buyrulan tecellîler bizim kalbimize de gelebilir. Bilhassa iman-ı kâmil ve ihlâs-ı etemm peşinde koşan ve her zaman Allah’la sağlam bir irtibat gayreti içinde bulunan bir insan, daha çok bu türlü tecellîlere mazhar olabilir. Fakat çoğumuz içimizin sesini dinlemediğimiz veya aklımıza gelen bu tür mevaridi her insanın aklına gelen sıradan şeyler gibi algılayarak önemsemediğimizden dolayı bu türlü tecelliyatı görmezden gelebiliyoruz. Büyük zatlar ise kendilerine gelen değişik tecellî dalga boyundaki mevaridin başıboş ve sıradan olmadığını görmüş, “Bunların mutlaka bir mânâsı ve bir hikmeti vardır” diyerek onları önemli birer ihtar ve ikaz kabul etmişlerdir. İşte Hazreti Pîr de kalbine ilka buyrulan o cevheri çok kıymetli bularak hemen o mevzua yoğunlaşmış ve günde beş yüz defa hasbiye çekmeye başlamıştır.

Hz. Pir, günde beş yüz defa bu âyeti okuduysa, demek ki o meseleyi derinden derine duyma adına tekrarın kendine göre bir kerameti vardır. O hâlde, biz de, düşmanların şerrinden muhafaza adına Allah’ın havl ve kuvvetine iltica ederek himmetimizi âli tutup günde beş yüz, belki bin defa

حَسْبِيَ اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

demeliyiz. Bu hedefi gerçekleştirme adına şöyle bir usul de takip edebiliriz: Nasıl ki, Tefriciye Duası’nı, Âyete’l-Kürsî’yi, Nasr, Fetih ve İnşirah Sûresi gibi sureleri iştirak-ı a’mal-i uhreviye esprisini tahakkuk ettirme adına, aramızda bölüştürerek okuyoruz; aynı şekilde hasbiye duasını da aramızda paylaşarak okuyabiliriz. Mesela on arkadaş aramızda bölüşerek yüzer hasbiye okuduğumuzda, her birimizin amel defterine bin hasbiyallah akacaktır.

Muvaffakiyetler Karşısında da “Hasbiyallah”

Öte yandan sadece başa gelen belâ ve musibetler karşısında değil, inanan bir gönül başarı ve muvaffakiyet durumlarında da Allah’a sığınır/sığınması gerekir. Bu açıdan hasbiye meselesinin kemmiyet ve keyfiyet derinliği şahıstan şahısa değişebilir. Bazıları sadece musibetler veya halledilmesi müşkil problemler karşısında

حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

der, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh eder ve neticede, Allah’ın izni ve inayetiyle, problemlerinin ekstra lütuf ve inayetlerle halledildiğine şahit olur. Bu, darda kalmış ve başı sıkışmış olan insanların teveccühüdür. Bazıları ise hasbiyeleri sürekli vird-i zeban eder ve sabah akşam dualarında Allah’ın havl ve kuvvetine sığınırlar. Özellikle ufukları inkişaf etmiş, ruh ve sır ufkuna yükselebilmiş insanlar şahsî hayatlarına ait en küçük meselelerde bile Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufunu duyar gibi olurlar. Evet, onlar bir iğneye ip takma veya bir lokmayı ağza götürme gibi zâhirde iradenin halledebileceği düşünülen en basit meselelerde bile

حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

ufkunu yaşarlar. Hatta bazen onlar birer cebr-i mutevassıt insanı gibi hareket ederek yaptıklarını istitaat mea’l-fiil mülahazasına bağlar, yapıp ettiklerinin bir temayülden veya temayüldeki tasarruftan ibaret olduğunu düşünür ve her zaman “Yaratan O!” derler. İşte bu, halis tevhid ifadesidir. Esasen biz de, sünnet-i seniyyeye ittiba edip, sabah dualarında yedi defa

حَسْبِيَ اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

dediğimizde gündüz karşımıza çıkacak problemleri halledecek vekiller vekilinin O olduğunu ilan etmiş; geceye girerken de bir kere daha aynı ifadeleri tekrar etmek suretiyle gecemizi de Rahmeti Sonsuz’a emanet etmiş oluruz. Rabbim, hayatımızın her anını, sünnet-i seniyyenin nurdan atkılarıyla örgülememizi nasip eylesin!

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Pin It

Kırık Testi

  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.