Nefsi yenme yolları
İnsanın, nefsini yenmesi çok önemlidir. Belki en mühim fakat aynı zamanda çok da zor bir meseledir. Öyle ki Efendimiz, herkesin olduğu gibi kendisinin de öyle bir yanının olduğunu, ancak Allah’ın yardımıyla onu kendisine râmettiğini ifade buyururlar. Bu itibarla insan, ömrünün sonuna kadar hep nefsiyle uğraşa uğraşa belki bazı noktalarda ona müspet hizmet ettirebilir. Ne var ki o, her zaman insan için öldüren bir düşmandır. Kendi zaafından ve aczinden insandan ayrılsa bile âsâb, onun vazifesini yapmaya devam eder. Nefis o kadar sinsi ve güçlüdür ki, Hz. Yusuf gibi bir zat bile, “Muhakkak nefis çok şiddetle fenalığa âmirdir.” (Yusuf, 12/53) buyurmuştur. Hatta zayıf bir rivayete göre Zeliha’nın bütün açılıp saçılması karşısında Hz. Yusuf’un bakışları bir an bulanmış, ancak hemen ardından –burhan-ı ilahi ile- “Maazallah” demiştir. Bir de onun arkasında teminat sigortası gibi bir babası vardır. Şöyle ki Hz. Yakup, temessül ederek parmağını dudağına koymuş ve Hz. Yusuf’u uyarmıştır. Allah Resulü de bir hadislerinde, “Senin en can alıcı hasmın, benliğin ve muhtevan içindeki nefsindir.” buyurarak nefsin insan için ne denli bir tehlike oluşturduğuna dikkatleri çekmiştir.
Nefsin, insanı yoldan çıkarmak için kullandığı değişik argümanlar vardır. Bunların en tehlikelisi de kuvve-i şeheviyedir. Nefis, sürekli yeme-içme ve uyuma gibi behimi hisleri tahrik eder. Yunus Emre, konuyla alakalı ne hoş söyler;
Aciz kaldım zalim nefsin elinden
Şol dünyanın lezzetinden doyamaz
Eğnine alıştır gaflet gömleğin
Ömrünün gelip geçtiğini bilemez.
İlahi gaflet gömleğin giyene
Müslüman der misin nefse uyana
Kazanıp kazanıp verir ziyana
Hak yolunda bir puluna kıyamaz
İlahi! Gafletten uyar gözümü
Dergâhında kara etme yüzümü
Yunus eder gelin tutun sözümü
Dünya seven ahireti bulamaz.
- Nefsin nereden geleceği belli olmaz. Kur'an, şeytanın hücum yolları için sağdan, soldan, önden, arkadan, alttan, üsten, diye anlatır.
- Nefis, çocuk gibidir, sütten kestin mi kesilir. Kesmezsen emzirdikçe emmek ister. Bir süre sonra öyle gelişir ki, artık üstesinden gelemezsin.
- Bir insan yeme-içmesini azalttığı ölçüde az uyuyacaktır. Yeme, içme ve uyku azaltıldığı nispette -inşallah- Cenab-ı Hak ona nefse hâkimiyet ihsan edecektir.
Evet, nefis, kuvve-i şeheviye silahını kullanarak insanı tuş etmek ister. Busayrî: “Nefis, çocuk gibidir, sütten kestin mi kesilir. Kesmezsen emzirdikçe emmek ister. Bir de onun üzerinde gelişirse öyle gelişir ki, artık üstesinden gelemezsin. Zira o, kuvvet kazanır ve sen de önüne geçemezsin. Bu sebeple onu sütünden kesmek gerekir.” der. İnsan, kuvve-i şeheviyeyi tahrik eden yollara girmeyerek, bu yolda olanlarla düşüp kalkmayarak, bu meseleleri dile getiren batıl tasvirlere göz dikmeyerek, kulak kabartmayarak ve onları hatırlatacak her türlü söz ve davranıştan uzak kalarak ancak nefsini dizginleyebilir. İbrahim Hakkı Hazretleri,
Az ye, az uyu, hayrete var, fani ol andan
Bul cân-ı beka ol âna mihman gecelerde
diyerek meseleyi nefis bir şekilde özetler.
Evet, bir insan yeme-içmesini azalttığı ölçüde az uyuyacaktır. Yeme, içme ve uyku azaltıldığı nispette -inşallah- Cenab-ı Hak ona nefse hâkimiyet ihsan edecektir.
Öfke silahı
Nefsin ikinci silahı kuvve-i gadabiyedir. Kuvve-i gadabiye, çabuk öfkelenme, -halk diliyle- küplere binme, en küçük hadiseyi büyütme halidir. İnsanın kendi kendini frenleyebilmesi, öfkeleneceği yerde öfkelenmemesi, nefsine gem vurabilmesi çok önemlidir. Bir bedevi, Allah Resulü’nün arkasından cübbesini çeker. Hatta çektiği yer mübarek boynunda iz bırakır. Efendimiz, kendisine “Hakkımı ver!” diyen bu kaba-saba adam karşısında herkesin şiddetlenmesine karşılık tebessüm ederek, “Ona istediğini verin!” der. Yine başka birisi, Allah Resulü’ne karşı su-i edep içinde, “Allah’tan kork, adaletli ol!” der. Bunun üzerine Efendimiz, “Ben de adaletli olmazsam ya kim olur!” der ve o kimseye yine de iltifatta bulunur. İşte böyle, kişi, kendisini öfkelendirebilecek bir hadisede öfkesini yenebilmelidir. Şayet yenemezse nefis, öfke silahını kullanmış demektir. Hâlbuki o silah, düşmana karşı kullanmak için verilmiştir.
Nefsin diğer bir silahı da akıldır. O, cerbeze yapma, muğalatalarla isbat-ı vücud etme, demagojide bulunma, başkalarını mağlup etme hissiyle oturup-kalkma, batılı hak gösterme, siyaha beyaz deme… şeklinde akıl silahını kullanır. Bir insan nefsi adına bu silahı kullandığı zaman mağlup olmuş demektir. Kişi, muğalatalarla kendisini ve başkalarını aldatmaktan içtinap ederse nefsin bu silahı kullanmasına meydan vermeyecek ve bu şekilde nefsini frenlemiş olacaktır.
Bunun dışında insan, nefsini dizginlemek için şunları da düşünebilir: “İnsan kendisine ait vazifeyi ikmal ettikten sonra burada kendisine refakat eden ruh, güvercin gibi kanat çırparak uçup gidecek ve ebedi bir âleme intikal edecektir. Bu suretle “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” sırrı zuhur edecek ve kişi, Allah’ın huzuruna vararak O’na hesap verecektir. Dünyada yaptığı her şeyin hesabı iğneden ipliğe kendisine sorulacak, ceza veya mükâfata erecektir…” Bu şekilde encamını düşünen insan, nefsinin verdiği vesveselere bir manada mani olabilir ve onu frenleyebilir.
Bir diğer faktör de afaki ve enfüsi tefekkür neticesinde Allah’ın her an hâzır ve nâzır olduğunu düşünebilmektir. İnsan, sağında ve solunda binlerce dille, tarrakalar halinde Allah’ın mevcudiyetini ilan eden delillere hep kulak verip, “Yüzüm, sözüm, duruşum, kalbimin çarpışı bana O’nu anlatıyor. Bende her şey O’nu dile getiriyor. Müheymin olan Rabbim her halükârda beni gözetliyor. Nefsime uyarak niye kör olayım!” diyerek afaki ve enfüsi tefekkürle nefsin burnunu kırıp ondan uzaklaşmaya çalışabilir. İnşallah insan bu yolları denediğinde Cenab-ı Hak da ondan sıyanetini esirgemeyecektir.
Faydasız aç kalmalar
Sözün burasında size yaşadığım bir tecrübeyi nakletmek istiyorum. Gençliğimin en galeyanlı zamanlarında günaha girerim diye korkuyor, riyazet yapıyordum. Hiç hayvani gıda almıyor, sadece ot ve çok az da simit ve peksimet gibi şeyler yiyordum. Ayrıca günde mümkün olduğu kadar bir defa yemeye çalışıyordum. 18-20 yaşlarımda, en çalımlı zamanımda şayet nefsim belimi kırarsa bir daha doğrulamam diye düşünüyordum. Fakat nefsim başka taraftan öyle girmiş, kendine ait binayı öyle inşa etmiş, kendi manasını öyle nescetmiş ki, ben hiç farkına varamamıştım. Bir gün uyku ile uyanıklık arasında nefsimi bir ağacın başında kedi gibi gördüm. Üstüne doğru yürüdüm; benden korkup kaçtı. Aradan birkaç gün geçti. Bu sefer rüyamda nefsimi bir sırtlan gibi gördüm. Onunla bir-iki pençeleştim, baktım ki yenecek gibi değilim bu defa ben kaçtım. Riyazata yine devam ettim. Bu defa rüyamda nefsim öyle korkunç bir hale gelmiş ki karşıma bir goril gibi çıktı. Tam beni yakalayacaktı ki, korku ile gözlerimi açtım. Bundan sonra da nefsin desisesinin bir tane olmadığını anladım. Güzel bir sözde, “Nice aç kalmalar vardır ki, tıka basa karnını doyurmadan daha fenadır!” denilir. Ben, aç durmuşum ama âlemi hor görmüşüm. Susuz durmuşum ama insanları istihkar etmiş onlara insan değil nazarıyla bakmışım. Bir cephede sözde bir muvaffakiyet elde ederken bu arada içten mahvolmuşum. Ondan sonra, “böyle faydasız riyazeti bırakmalı, riyaziye ile iştigal etmeli” diye latife yapmıştım.
Hâsılı, nefsin bin yolu vardır ve onun nereden geleceği de belli olmaz. Kur’an, şeytanın hücum yolları için sağdan soldan önden arkadan alttan üstten diye anlatır. Onun için Efendimiz sabah akşam duaları içinde “Allah’ım! Beni sağımdan, solumdan, alttan, üstten, önden arkadan koru.”; başka bir duasında ise “Sağımda, solumda, önümde, arkamda, altımda, üstümde nur yarat. Beni nur kıl Allah’ım” demektedir. Cenab-ı Hak bizi maddi-manevi tenvir buyursun…
Haftanın duası
Azameti ve ululuğu bütün izafî büyüklüklerin, kıyas kabul etmeyecek kadar üstünde olan Yüceler Yücesi Rabb’imiz! Senin kulun olmak ve Sana kullukta bulunmak, bizim için en büyük şeref, en büyük pâyedir ve iftihar vesilesi olarak da kâfî ve vâfîdir. Acz ü fakrımızı itiraf ederek çaresizlik içinde bir kez daha kapına geldik; rahmetinle muamelede bulunup bizi yüce dergâhından eli boş, haybet ve hüsrana maruz kalmış bahtsızlar olarak geri çevirmemeni diliyor ve dileniyoruz.
Sözün özü
İnsanın en zor keşfedeceği şey, onun kendi iç âleminde meydana gelen inhiraflar ve başkalaşmalardır. İnsana en yakın olan yine insanın kendisi olmasına rağmen o, eline iki ayna almayınca ense kökünü dahi göremeyecek kadar kendine yabancıdır. İnsanın kendini bilmesi ve iç âlemini tanıması ise, onun bedenini bilmesinden çok daha zor ve karmaşıktır. Bu açıdan da insanın, mutlaka bir mürşit ve muallimin rahle-i tedrisinden geçip kendini bulmaya ihtiyacı vardır.
- tarihinde hazırlandı.