Başarının iki şartı: Sebat ve zikir
“Ey inananlar, herhangi bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok anın ki başarıya erişesiniz.” (Enfâl, 8/45)
Ayet-i kerimede Türkçemize o enfes güzelliği ile giren ve kullanılan “sebat” ile “zikir” beraber ifade edilmiş. Bu iki mesele birleştirilirken, mutlak cem için kullanılan “vav” atıf harfi kullanılmış. Bu ise bize, sebat veya zikirden hangisinin önce, hangisinin sonra olduğuna dair bir ipucu vermiyor. Demek ki, bazen zikir sebata, bazen de sebat zikre sebep olabiliyor ve öncelik sonralık açısından da bu iki esas yer değiştirebiliyor.
Biz de bu tespitten sonra bir kere daha “sebat” diyelim. Sebat, sabır demek değildir. Her ne kadar biz Türkçede, “sabr u sebat” diyerek bunları müteradif kelimeler gibi kullansak da, sebatın, sabırdan farklı manalar taşıdığı da bir gerçektir. Sabır, hiç fasıla vermeden sonuna kadar bir işi devam ettirmede kullanılan bir kelimedir. Mesela, birçok İslam müellifinin tasnifi içinde o hep, ibadete, günaha ve musibete karşı dayanma ve diri kalmanın adı olarak kullanılmıştır. Evet, bütün bir hayat boyu, sadece namaz adına, günde beş defa ve her türlü şarta rağmen namaz kılmaya sabır.. Efendimiz’in beyanına göre cehennemin kendisi ile kuşatıldığı şehevâta karşı sabır.. ve yağmur gibi yağan belalara, musibetlere karşı sabır. Bu üç kısma şunlar da ilave edilebilir: Zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır. Yani ekmiş olduğunuz tohumların semalara ser çekmesi ve hülyalarınızdaki seviyeye gelmesi için sabır. Herkes için olmasa bile, hak erleri için, bir an önce ölüp, Cenab-ı Hakk’ın cemalini müşahede etme arzu ve isteğine karşı sabır...
Görüldüğü gibi sabır genellikle süreklilik, devamlılık isteyen meselelerde, her zaman dişimizi sıkıp, sıradağlar gibi yerimizde sabitkadem olma manasında kullanılıyor ki bu, biraz da “ne olacak; nihayetinde ölüm olduktan sonra” mülahazasına dayanmaktadır. Yani insan, biraz dişini sıkıp sebat etse, hiç de kötü bir şey olmayacak; ya şehid olup kurtulacak ya da gazi sevabı alacak ve uhrevî birtakım mazhariyetlere erecektir. Benim bu çerçevede hayıflandığım ve “keşke” dediğim bazı hadiseler var. Mesela, Merzifonlu.. evet o koca serdar-ı azam, Viyana önlerinden dönmese azıcık sabredip orada ölse veya öldürülseydi ihtimal İstanbul’a kadar uzanan o korkunç bozgun yaşanmayacaktı. Ve bunun tam karşısında farklı bir misal: “Sorduğum 6 soruya 600 kelimelik cevap isterim diyen mütegallib İngiliz kilisesine Bediüzzaman’ın: “Değil 600 kelime hatta altı kelime, belki bir kelimeyle bile değil, bir tükürükle cevap veriyorum” diyerek kükremesi, şehâmet dönemlerimizi hatırlatan bir örnektir.
Sebat; kararlılık, sözde durma, iyi düşünülmüş-taşınılmış sonra da kararlaştırılmış bir husustan geriye dönmeme manalarını da hatırlatır.
Sebat; aynı zamanda önemli bir ahlakî esastır ve faziletin de güçlü kaynaklarından biridir. Sebat ve metanet insanı, yapacağı işleri önceden çok iyi düşünür, sebat edildiğinde lehte ve aleyhte olabilecek bütün sebepleri karşılıklı değerlendirir, tercihini yerinde yapar ve bir daha da kararından dönmez. İradenin önemli bir tezahürü sayılan sebat, hayatî bir insanî meziyettir.. ve böyle bir sebat babayiğidini, ihtimal ki, ne sevinç, ne keder, ne çıkar düşüncesi ne de hezimet endişesi karar verdiği şeyden geri çeviremez.
Yüksek hedefleri gerçekleştirmede sabr u sebat bir peygamber vasfı, hasis işlerdeki dayatma ve direnme ise tam bir şeytan ahlakıdır.
Allah’ı çok zikredin
Ayetin devamında “Allah’ı çok zikredin” deniliyor. Zikir, insanın dil ile Allah’ı anmasına dendiği gibi, kalbi ile tahattur etmesine de denilir. Ve ölüm-kalım mücadelesinin verildiği bu en zor ve en sıkışık anda kalbi Allah ile dolu olan insanı Allah er-geç muvaffak kılar. Yalnız, böyle kritik anlarda, sıkışık zamanlarda, insanın “Allah” diyebilmesi, Allah’ı düşünebilmesi, biraz da onun, geniş zamanlarında Allah’ı zikretmesine bağlıdır. Zaten insan, tabiatı icabı sıkıştığında Allah der. Öyleyse buradaki, sadece hücum anında “Allah Allah” demek değil, önemli olan onun, tabiatın bir yönü ve fıtratın bir buudu haline getirilmesi ve tabiat-ı beşerle bütünleştirilmesidir. Bir başka ifadeyle, kalbi, ruhu Allah muhabbeti, Allah korkusu ile dolu olan insan, elbette diliyle de daima Allah diyecektir. Bu sevgi gönlünde yer etmemiş insan ise diliyle Allah dese bile katiyen arzu edilen konumda olmayacaktır.
Gençlerin en iyisi
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Gençlerinizin en iyisi, temkinde ve sefahetlerden çekilmekte ihtiyarlara benzeyenleridir. Ve ihtiyarlarınızın en fenası da sefahette, başını gaflete sokmakta gençlere benzeyenlerdir.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3/487) Bu ifade, Bediüzzaman Hazretleri’ne, “Hadis midir? Bundan murad nedir?” şeklinde sorulmuş ve cevabı orada ifade edilmiştir. (23. Mektup, Yedinci sual) O ulvî izaha iktifâen konuyu oraya havale edip sadece bir iki cümle söylemek istiyorum:
Evet, en hayırlı genç, bazı hususlarda yaşlı kimselere benzeyen gençtir. Yaşlı kimseler içinde en kötüsü de kendisini gençlere benzetenleridir. Yaşlının, kendini gençlere benzetmesi, hayat tarzı ve yaşayış itibarıyla yaşlandığı halde cismaniyet ağından sıyrılamaması tûl-i emelden kurtulamaması, kendisini bir türlü ahirete tevcih edememesi ve içinde imanı coşturamamasından kaynaklanmaktadır.
Gencin, kendini yaşlılara benzetmesi ise gençliğine rağmen, sahabe devrinde ve günümüzde olduğu gibi bir kısım beşerî garîzelerini, isteklerini ve kaprislerini aşarak, çok ağır şartlar altında da olsa, kendini dine ve hizmete vermesi, yaşlılar gibi olgunca davranması, Allah’ı devamlı murakabe etmesi demektir. Şimdiye kadar, ızdırap içinde gördüğüm nice gençler vardır ki, gözü harama iliştiğinden dolayı, inleye inleye gelip sadaka vermişler ve gözyaşları içinde iki büklüm olmuşlardır. İşte bu şekilde, sokağa çıkınca gözüne ilişen bir haramdan dolayı, “Ne olacak bu halim?” diyen genç, yaşlı gibi olgunca hareket eden, günahının ızdırabını vicdanında yaşayan ve kalbi ölmemiş o bahtiyar gençtir. Evet, kalp hayatdâr olduğu nispette, insan günahlar karşısında ızdırap çeker ve sevaplarıyla da kanatlanır. Cenab-ı Hakk’ın lütfettiği kâmil insanlara benzeyen böyle gençler etrafımızda artık bugün çokça görülmektedir. Bu yönüyle onlar adeta Ashab-ı Kehf dediğimiz gençler gibi fütüvveti temsil etmektedirler. Âhir zamanda yaşayan bu gençler, dine ve Kur’an’a sistematik olarak hizmet etmekte ve -inşallahu Teâla- son olarak bir kere daha Rûh-ı Revân-ı Muhammedî’nin şehbâl açmasına çalışmaktadırlar. Âhir zamanda Allah’ın dinine omuz verenler içinde, işledikleri günahları, ürpermeyen kalpleri ve yaşarmayan gözlerinden dolayı kendilerini bu gençlerin dışında düşünenler de olsa –inşallah- onlar da öyledirler. Bu seviyeye yetişilecektir. Bu mümtaz ve müstesna insanların büyük bir kısmının bu toplum içinde dal-budak saldıklarını şimdiden görmekteyiz.
Haftanın duası
Allah’ım! Kalplerimizi muhabbet, mehafet, Sana ve yüce katındaki güzelliklere karşı şevk u iştiyak hisleriyle doldur.. Bizi Habîbin Hazreti Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Ulu Zatına yakınlıkla payelendirdiğin kurbet kahramanlarının maiyyetiyle şereflendir.. Fazlından ve rahmetinden dileniyoruz; takva ile serfiraz, seçkin ve hayırlı kullarınla beraber, Firdevs cennetlerini, bizim de menzilimiz, makarrımız ve ikâmetgâhımız eyle!
Sözün özü
Allah ne güzel! Onun karşısında bir başka güzellik de, insanın, kendini günde birkaç defa sıfırlayıp, mutlak kemâlin O’na ait olduğunu vurgulamasıdır. Evet, insan Allah’ın azameti karşısında ‘ben..ben..ben..’ diyeceğine, mârifet-i sâni’ adına açılan menfezlerden içeri girerek, asıl büyüklüğün O’na, küçüklüğün ise kendine ait olduğunu ilân etmelidir. Evet, bu belki de en büyük bir mazhariyettir. Keşke insanlar bunun şuurunda olabilselerdi!..
- tarihinde hazırlandı.