Allah’a giden yollar
“Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.” (Ankebût, 29/69)
Ayetteki “Câhedû fînâ - Bizde cihad ve irşat edenler” ifadesinin manasını ben şöyle anlıyorum: Burada evvela, yolumuzda cihad edenler yani sırat-ı müstakimde yol alanlar. Sâniyen, esma ve sıfâtı ufkunda cihad edenler. En sonunda da irfan ve ihsan şuuru içinde cihad edenler. Bunlar da, nefislerinde cihad edip içe doğru derinleşenlerdir. Kur’an, ‘İşte onları yollarımıza hidayet ederiz.’ diyor. Öyle anlaşılıyor ki, burada Cenab-ı Hak bir kısım farklı mezheplere, mizaçlara, mesleklere işaret buyuruyor. “Sebîlî – yoluma” demiyor da, “Sübülenâ – yollarımıza” hidayet ederiz buyuruyor. Tabii belli yolumuz olan sırat-ı müstakim yörüngesinde yollarımıza Sırat-ı müstakim; üzerinde nebîler, sıddıklar, veliler, aktab, abdal, nücebâ ve nukebânın yürüdüğü bir şehrah, bir cadde-i umumidir. O öyle geniş bir yoldur ki, herkesin yürümesine müsaittir. Zaten kelime olarak da o sözcükten biz bunu anlıyoruz. Yol dediğin de işte budur. Evet, yol öyle olmalı ki, her meşreb ve meslek orada sıkışıklık yaşamadan rahatlıkla yürüyebilsin...
Dünyada öyle yol vardır ki, onda sadece tren yürür; taksi yürümez. Çünkü bu yol sadece trene göre yapılmıştır. Öyle yol da vardır ki onda da sadece troleybüs yürür. Başka bir yol da vardır ki, orada sadece yayalar yürür. Bu itibarla yol, öyle bir yol olmalı ki onda tren de, yaya da, taksi de, kamyon da rahat hareket edebilsin. Nitekim günümüzde böyle yollar olmaya başladı. Çok vasıta farklı şeritlerde bu yollarda yürüyebiliyor. Bu şehrahlar bize o cadde-i kübrayı ima ediyor.
- Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) câmi bir varlıktır. İçe doğru ne kadar derinse dışa doğru da o kadar açıktır.
- Bir insan, kendini hizmete verirken, gönlüyle Hakk’a yönelir ve rıza-yı ilahi dairesinde bulunursa, Allah onu kendi yoluna hidayet eder.
- Şaşırıp yolda kalmamak için mutlaka bir rehber arkasında yürünmelidir. Tabii o rehberin de rehber olması şarttır.
Sırat-ı müstakim çerçevesi
Aslında hakikat şudur ki: “Allah’a giden yollar, insanların sesleri, solukları sayısıncadır.” Ama bütün bu yollar yine de sırat-ı müstakim çerçevesi içindedirler. Belli temel rükün ve prensiplerde gayretlerine rağmen hep ayniyet arz ederler. Bu yol öyle bir yoldur ki, orada bütün mezhep, meşrep ve mezak sahiplerinin hepsi sürtüşmeden rahatlıkla yürüyebilirler. Ve o yol öyle geniştir ki dinin temel prensiplerine, ehl-i sünnetin genel disiplinlerine ters olmayan içtihadlar, kıyaslar ve icmalar vardır. Bir bakıma Cenab-ı Hakk’ın emir, irade ve meşîetinin beşer kalbinde tecellisinin aksi gibidir. İşte bundan dolayı esas yol bir tek iken, çok yol görünebilir. Zaten Cenab-ı Hakk’ın meşîeti de bu istikamette tecelli etmektedir.
Allah, Bir’in içinde yolları bu kadar çoklaştırdığına göre, şeriat-ı fıtriyeye göre inhisar-ı fikir haramdır. Çünkü inhisar-ı fikirde bulunmak “bu şeritte sadece troleybüs gidecek, uçak gitmeyecektir” demek gibi olur. Aslında bunu söyleyen zavallı “sadece benim vasıtam gider ve benim vasıtama binmeyeni de ben yaya sayarım” türünden bir iddia peşindedir. Hâlbuki müminlerin gittiği yolda Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) gitmiş, Hz. Âdem, Hz. Musa, Hz. Mesih ve diğer peygamberler (aleyhi ve aleyhimussalâtu vesselam) gitmiştir. Onların her biri, Hakk’ın esma ve müsemmâsı açısından ayrı ayrı hakikatlerin mazharıdır. Hz. Musa’nın öyle bir hususiyeti vardır ki, onda Kelam sıfatı tecelli etmiştir. Kelam sıfatının tecelli etmesiyle belki o, o noktada melekleri aşmıştır. Hz. Mesih’te, Ruhullah esrar-ı ilahisi vardır. İnsan içe doğru ne kadar derinleşirse derinleşsin Hz. Mesih’in derinliğine katiyen ulaşamaz.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) câmi bir varlıktır. İçe doğru ne kadar derinse dışa doğru da o kadar açıktır. İçtimai enginliğinin yanında ferdi bir derinliği vardır ki ihata edilemez. Muhyiddin ibn-i Arabi’nin ifadesiyle O, ma’şerî vicdana hitap edecek bir hüviyette hâtemü’l-enbiya ve ferdiyet makamının mazharıdır.
Böyle olmasına rağmen Allah Resulü de bu yoldan gitmiştir. Daha sonra da ayrı ayrı meşrepte olan bütün büyükler; Abdulkadir-i Geylaniler, İmam Rabbaniler hepsi bu yolda yürümüşler… Ve bu yola da sırat-ı müstakim demişlerdir. Ama kimisi tam sağından, kimisi ortayla sağ arasından, kimisi ortadan, kimisi biraz soldan gitmiştir. Binaenaleyh, yol haddizatında bir iken bütün mezhep ve mizaçlara açık olması yönüyle pek çok görülmüş, duyulmuş ve sayılmıştır.
Bu itibarla bir insan, kendini hizmete verirken, gönlüyle Hakk’a yönelir ve rıza-yı ilahi dairesinde sa’y u gayrette bulunursa, Allah da onu şehrah içinde bu yollardan birisine hidayet eder. Onun hareket sistemi bu raylardan birine oturur. Hatta bazen, hepsini içine alabilecek şekilde pek çok yolun raylarının tümüne birden oturabilir. Mesela, Efendimiz’inkine yakın bir raya oturursa, bu yol aynı zamanda sahabe-i kiramın, Abdulkadir Geylani’nin, İbn-i Arabi’nin, Bahauddin Nakşibendi’nin, İmam Rabbani’nin yolu olduğu gibi devrin müceddidinin yolu da oluverir. Böylece kişi bir sürü yolu birden yürüyor gibi olur.
Her mürşide el verme
Bir insan, Kitap ve Sünneti ehl-i sünnet çizgisinde bilir, itikâdi ve amelî arızalardan uzak kalırsa o, Efendimiz’in eteğine tutunmuş ve rüşde ermiş sayılır. Ama insan, dini meseleleri kendisi istinbat edecek güçte değil, bu yolu kendi başına bulabilecek iktidarı da yoksa hususiyle ortalığın sisli ve dumanlı olduğu bir devirde, behemehâl bir rehberin ve mürşidin arkasında olması lazımdır ki, sırat-ı müstakimi koruyabilsin. Evet, böyle bir insanın mutlaka birini dinlemesi lazımdır. Yoksa bu karmakarışık dünyada insan çok defa yanılabilir. Gerçi mutlaka böyle birine intisap etme zarureti yoktur ama bir kısım ahval ve şerait altında insan böyle birisini rehber kabul etmezse karmakarışık yollar içinde yol/yöntem-zede olabilir.
Evet, şaşırıp yolda kalmamak için, mutlaka bir rehber arkasında yürünmelidir. Tabii o rehberin de rehber olması şarttır. Niyazi Mısrî’nin dediği gibi; “Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır / Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş.” Yani ehl-i sünnetten mürşid-i kâmiller bulmak lazımdır.
Mürşid-i kâmilin bütün alâmet ve şiârını anlatmak yerine, şu söylenebilir: Mürşit; Kur’an, Hadis, Fıkıh ilimlerine muttali olmalıdır. Zira ulûm-u âliye-i İslamiyeyi bilmeyenin mürşitliği yanıltır. Muhammed Bahâuddin Nakşibendi Hazretleri, hilafet vereceği kimselerin ulûm-u âliyeden icazetli olmaları şartını koşmuştur. Ona göre, avamdan mürşit olamaz. Rehber ve mürşit, usûl ve furûu ile Fıkıh, Hadis, Tefsir ve Kelam’ı bilmesinin yanında devrin fünun-u müspetesine de hiç olmazsa ansiklopedik olarak muttali olmalıdır. Fizik, kimya, matematik gibi dillerle Allah nasıl konuşuyor, nasıl konuşturuyor, kâinatı nasıl dile getiriyor, icmalen olsun bunları da bilmelidir. Fünun-u müspetede yed-i tûlâ sahibi (yetkin) olan mürşid, aynı zamanda içe doğru muhasebe noktasında çok derin olmalıdır. Ayrıca Cemaat-i İslamiye ile kim olursa olsun kontak olabilme durumunu koruyarak, herkesle bir hayt-ı vuslatı bulunmalıdır. İşte bunlar bir mürşid-i kâmilin şiarıdır. Bu durumdaki bir insan çocuk dahi olsa, tutun onun eteğinden o sizi evc-i kemâle götürür Allah’ın izniyle.
Mürşit, insana ışık tutan, Hakk’ı gösteren, kalpleri ikna edendir. Mürşit, bir keşif ve keramet sahibi insan da değildir. Keşif ve keramet, Allah’ın bazı makbul ibadına bir kısım, onları bağlayıcı ikramlarıdır. Hakiki mürşit; akla, fikre, zihne, kalbe, ruha ve hisse beraber hitap eden ve hususiyle de rasyonalizmin hâkim olduğu bir devirde, kuru kuruya insanları bir kısım mantıksız şeylere iterek değil, onları aklen ikna ederek, kalplerinde iz’an hâsıl etmeye çalışan fetanet insanıdır.
Haftanın duası
Ya Rab! Sen hak kelâmında ifade buyuruyorsun ki: “(Kullarım!) Bana dua edin, ben de o dualarınıza cevap vereyim!” İşte kapıkulların olarak huzurundayız ve Sana teveccüh ediyor, hakkımızda vereceğin hükmünü bekliyoruz. Ne olur, bahtına düştük, dualarımızı kabul etmemek suretiyle bizi haybete dûçar kalan zavallılardan eyleme; eyleme ve Yüce Kitab’ında vaadde bulunduğun gibi dualarımıza icabet eyle!
Sözün özü
Kulluk, mutlaka çok ciddî ve titizlik içinde yerine getirilmelidir. Nasıl ki, misafirlere izzet ü ikram için çataldan kaşığa ve en güzel yemeklerden tatlılara kadar âdâb ü erkân adına her türlü ihtimam gösterilir öyle de ibadet ü taat da en az bunun kadar titizlik ve dikkatle ele alınmalıdır. Bu, hayvaniyetten çıkıp nefsi bırakmanın ve kalp ve ruhun derece-i hayatına yükselmenin çok önemli bir yoludur.
- tarihinde hazırlandı.