Mümin Sadece Ahirete Karşı Hırslı Olur
Mü'min denge insanıdır. İnanan bir gönül, her mevzûda olduğu gibi rızık peşinde koşarken dinine hizmet etme mevzûunda da ifrat ve tefrite düşmekten kendini korumasını bilmelidir.
Dünyaya dünyada kalacağı müddet kadar, âhirete de yine orada kalacağı müddet kadar ehemmiyet verme dengeyi bulmanın nirengi noktasıdır. Bu sebeple, bizim dünya ile alâkamız, her yerde izzet-i İslâmiye'yi göstermek, temsil etmeye çalıştığımız elmas misali hakikatleri başkalarına da anlatmak, o aydınlık yolu onlara tanıtmak düşüncesine matuftur. Asıl gayemiz bu olunca, gözümüzün bir kenarıyla bazen dünyaya bir "nigâh-ı âşina" kılmamız da yine bu gayeye hizmet edecektir.
Evet biz, "Allah'ın sana verdikleri ile ahiret yurdunun peşinde ol, dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın sana ihsanda bulunduğu gibi sen de ihsanda bulun; yeryüzünde fesad peşinde olma. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez" (Kasas, 28/77) beyanıyla tam mutabakat içerisinde olmak zorundayız. Zira o âyet-i kerimede Kur'ân, "Ahiret yurdunu ara" derken "ibtiğa" fiilini kullanıyor ki, bu "bütün benliğinle ahirete yönel ve ahirete ahiret kadar değer ver" demektir. Bundan da anlaşıldığı üzere, ahiret için bütün imkânlar seferber edilmeli, dünya için de "nasibi unutmama" esasına bağlı kalınmalıdır.
Bu dünyada, Cenâb-ı Hakk'ı tanıma ve başkalarına tanıtma, i'la-yı kelimetullah vazifesini yerine getirme dışındaki her şey ikinci-üçüncü dereceden, tâlî işlerdir. Meslek, maaş, eğitim, evlilik, yurt-yuva... Birinci hedef değil, asıl gayeye yardımcı unsurlardır. Mü'min hayatını bu esasa göre programlamalıdır. Ve demelidir ki; "Benim hayatımın gayesi dinimi neşretmektir. Ama yaşayabilmem için, -varsa- çoluk çocuğumun geçinebilmesi için, şu fânî dünyanın da bir tarafından tutarım. Cenâb-ı Hakk'ın bana ihsan ettiği şeylerle iktifa ederim. Az verirse aza kanaat ederim; çok verirse hem şükür hisleriyle dopdolu olarak hizmette koşturur, hem hizmet yolunda infak ederim; hem de kendi ihtiyaçlarımı karşılar, çoluk çocuğuma bakarım. Dünya adına hırslı davranmam. Hırsımı, sonuna kadar Allah rızasını kazanmaya ve Allah'ın rızasını da i'la-yı kelimetullah vesilesiyle tahsil etmeye sarf ederim. Harîsim ölesiye.. Beni öldürecek kadar bir hırsım var. Ama ben Allah'ın rızasını kazanma hususunda hırslıyım." Evet, mü'min böyle demeli ve hayatını bu istikamette programlamalı; ahiretle alakalı işleri ilk sıraya koymalı, dinlenmek için az kenara çekildiğinde bulduğu boşlukları da dünyevî işlerle doldurmalıdır.
Zaten kabiliyet itibarıyla i'la-yı kelimetullah yapmaya müsait yaratılmış bir insan, Cenâb-ı Hakk'ın kendisini donattığı o güzel istidatları dünyaya ait bir kısım hasis şeyleri kazanmak için sarf ederse; Allah onu maksadının aksiyle tokatlar. Böyle birisi, bütün ömür boyu koşar da bir çuvaldız boyu yol alamaz. Zira, Yüce Yaratıcı bu fevkalade kabiliyetleri dünyaya ait bu hasis şeyleri tahsil etmesi için vermemiştir ona. Bugün, din tahsili yapmış bazı insanların yüzüstü sürüm sürüm olan durumu buna çok önemli bir örnek teşkil eder. Maalesef onlar, dini anlatma dışında başka şeyler düşünmüşler, dünyanın değersiz işleri ardına düşmüşlerdir. Oysa bu dünya düşünmeye değmemektedir. Şu kısacık ömür öyle de geçer böyle de. İnsan daha rahat bir iş bulamazsa, gider bir yerde taş kırar. O olmazsa eline bir kürek alır, işsizlerin beklediği yerde bekler, fırsatını bulup birinin bahçesinde çalışır, öbürünün toprağını atar ve böylece iâşesini temin eder. Helal kazanma niyet ve gayretinde olduktan sonra icra edilen mesleğin türü ya da yapılan iş çok önemli değildir. Bir Müslüman için mutlaka üst seviyeden, aristokrat bir hayat yaşama şartı yoktur. Ama Cenâb-ı Hak fevkalâdeden geniş imkânlar lütuf ve ihsanda bulunursa, şükür duygusu ve tevazu korunarak o imkânlardan istifade edilebilir.
Bazen dünya kapılarının açılması, bol bol nimetler verilmesi insanın aleyhine de olabilir. Kimi zaman bolluk ve refah küstahlaştırır insanı.. geçim kolaylığı şımartır.. lüks felç eder.. şatafatlı ve süslü bir yaşam tarzı öldürür. Oysa ki, Hakk'a hizmet yolunda canlı insana ihtiyaç vardır. Canlı insan, birkaç kuru ekmek parçasıyla doymasını, bir kayanın üzerine başını koyup yatmasını bilen ve "Çok şükür Allah'a doyduk, yatacak bir yer de bulduk." diyen insandır.
İmanlı bir gönül kulluğa kilitlenir
Böyle bir insan, kendi aleyhine cereyan eden hadiselere ve maruz kaldığı sıkıntılara takılmadan yoluna devam eder; ümitsizlik ve atalete düşmeden, yolda kalmayı ve geri dönmeyi aklının ucuna getirmeden. Geçmesi gerekli kapıları zorlar, "açılmaz"ı hiç kabul etmeden. Bir vesileyle arz etmiştim; karınca çeliğin içinde bal olduğunu bilse, gelir onun etrafında altı ay dolaşır. Bir taraftan delik arar, bir yerden tükürük atar, çeliği bile paslandırıp delmeye uğraşır. En olmadık yerlerin kapağını açar bakarsanız, orada da karınca bulabilirsiniz. O hedefe kilitlenmiştir; ne yapar eder hedefine açılan bir kapı bulur.. İmanlı bir gönlün sahibi de kulluk vazifesine kilitlenir ve yapması gerekenleri her hâlükarda yerine getirir..
Bu mevzuda üç husus çok önemlidir. Bir: im'an-ı nazar; yani, bakışı bir noktaya çevirme ve orada fikren yoğunlaşma. İki: im'an-ı nazarın ötesinde iltisak-ı kalb; yani, o meseleyle perçinlenmiş gibi bir kalbî bağlılık.. onu düşünmeden edememe, kalbe yapılan her müracaatta o meseleyi görme. Üçüncüsü de: En ağır şartlar altında dahi engellerden sıyrılıp mutlaka yola devam etme azim ve gayreti.. kurtulma gayreti değil, yola devam etme azmi. Böyle olunca, insan belki birkaç kez tökezler, yüzüstü kapaklanır ama tekrar doğrulup yeniden nihaî menzile yürür. Önündeki bir kapı kapansa, o başka on kapının sürgüsünü zorlar, kilidini açmaya uğraşır. Bir de Hazreti Müfettihu'l-ebvab'a teveccüh etti mi kapanan bir taneye mukabil on kapının kendisine açıldığını görür. Evet, salih bir kula düşen "Ey bütün kilitli kapıların anahtarına sahip, kapıları açan Allah'ım, bize de en hayırlı kapıyı aç! Şüphesiz Sen lütfu ve ihsanı bol, cömertlerden cömert, nimet ve bağışları engin Rabb'imizsin!" deyip O'na iltica etmek ve sonra da kendi üzerine düşen vazifeyi yapmaktır.
- tarihinde hazırlandı.