"Ben Düşmem" Deme!..
Hubb-u câh herkesin yakalanması muhtemel olan öldürücü bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalanmama hususunda hiç kimsenin teminatı yoktur.
Bu sebeple insan, her gün kalbini defaatle cilalamalı; iç dünyasını, tıpkı bir kandili lebrîz ediyor gibi, tekrar ber tekrar parlatmalı ve gönül kıblesinin nereyi gösterdiğini sürekli kontrol etmelidir. Yoksa -hafizanallah- "Ben doğru inanıyorum, Allah yolundayım, istikamet üzere yürüyorum; bundan sonra aldanmak benim için söz konusu değildir." şeklinde düşünen biri bütün bütün kaybetmeyle karşı karşıyadır. Bir insanın, kendini bu derece güvende hissetmesi ve aldanmanın onun için mevzubahis olmadığını düşünmesi, zaten aldanmış olduğunun delilidir; bir gün mutlaka onun sırtı da yere gelecektir ama o zaman meselenin hakikatini anlasa bile iş işten geçmiş olacaktır.
Nitekim "nice servi revân canlar, nice gülyüzlü sultanlar, nice Hüsrev gibi hanlar ve nice tâcdarlar" hubb-u câh denen o kandan irinden deryada boğulup gitmişlerdir de, o gayyaya nasıl düştüklerinin farkına bile varamamışlardır. Öyle ki, İslam ulemasının üzerinde hassasiyetle durduğu ve Risaleler'de de ele alındığı üzere, bir süre seyr ü sülûk-i ruhanîde yol alıp Hızır aleyhisselamın ya da Kutb-u A'zam'ın gölgesini bir an da olsa üzerinde hisseden kimselerden bazıları kendilerini o ulvi kâmetler yerine koymuş, hubb-u câh tuzağına düşerek enaniyete mağlup olmuş; şükrü bırakıp fahre girmiş, fahirden gurur çukuruna sukut etmiş ve nihayet ya divane olmuş ya da hak yoldan sapmışlardır.
Bu itibarla da, insan teveccühler karşısında eğilmemeli ve kulluk düşüncesinden asla taviz vermemelidir. Belki halkın takdir ve hüsn-ü kabulü karşısında şöyle demelidir: "Allahım, bu insanların onca teveccühüne ben lâyık ve ehil değilim. Onlar, hakkımda hüsn-ü zan edip yanılıyorlar, bir içtihad hatası içindeler; onları bu hatalarından dolayı affet, beni de hubb-u câha düşme gibi bir kaymadan muhafaza buyur." Evet, mü'mince duruş, tavır ve davranış böyle düşünüp, böyle söylemeyi gerektirir; işin mü'mincesi budur. Başka mülahazaların kâfirce olduğunu söylemeyeceğim ama mü'mince olmadıkları da muhakkaktır. Muhakkaktır; zira hubb-u câh, ihlâsı kıran ve riyaya yol açan pek çok sebepten biridir. Riya ise, "şirk-i hafî"dir ve küfürle hemhudut olan bir günahtır. Makam sevgisi ve itibar tutkusu, şöhretperestliğe sebep olur; insanı halkın nazarlarını çekmeye zorlar ve böylece onu riyaya, süma'ya sevk eder; görsünler, desinler, bilsinler... duygusuyla hareket etmeye sürükler.
İşte, böyle riyakârca ortaya konan tavır ve davranışlar, mü'mince değildir; değildir çünkü, insanların teveccühünü kazanma niyetiyle yapılan bir işte bir bölüştürme söz konusudur; sadece Allâh için yapılması gereken o işe başkalarını da ortak koşma bahis mevzuudur. Oysa, Cenâb-ı Hak, daha Kur'an'ın başında "Elhamdü lillahi rabbi'l-alemîn" buyurarak, çok önemli bir hususa dikkatlerimizi çekmiştir. "Lillah" ifadesinde yer alan "lam" harfi, ihtisas ve istihkak bildirir; yani, bütün hamd ü senaların, her çeşit şükür ve minnet duygularının Allah'a mahsus ve Allah'ın hakkı olduğunu belirtir. Her şekliyle hamd ü sena O'nun hakkı olduğu gibi, teveccüh de yalnızca Cenâb-ı Hakk'a aittir, O'na mahsustur, sadece O'nun hakkıdır. Dolayısıyla, bir mü'min için, her amelde Cenâb-ı Hakk'ın teveccühü ve rıza-yı ilahî esas olmalıdır. Şayet, bir kimse, bu esası görmezlikten gelir de halktan teveccüh beklentisine girerse, o zaman Allah'ın hakkını insanlara ve kendi nefsine taksim etmiş olur. Ameline şürekânın nazarını da bulaştırmış sayılır ve farkında olmadan şirk-i hafiye yuvarlanır.
- tarihinde hazırlandı.